Havva, Âdem’i sevmenin bedelinin, Lilith’in gölgesinin altında yaşamak olduğunu biliyordu.
Havva, Âdem’in Lilith’i geri istediği için tanrıya yalvarması sonucu, Lilith’e görsel olarak birebir benzediğini biliyordu. O, bir yaraya bastırılacak olan yara bandı olduğunu bile bile, ‘Âdem’i sevmişti.
Hemera ve benim ruhlarımızın her zaman Lilith’in soyundan geldiğine inanırdım. Sevsek de geride bırakabilecek olan özgürlüğün savaşçısı, intikamın kendine yaşamak için seçtiği beden…
Lisenin ilk yıllarında Hemera’nın bana, sınıftaki bir kız için, “Onun Havva soyundan geldiğine inanıyorum,” dediğini hatırlıyorum. “O adamın ona verdiği acıya bile razı. Ne yazık.” İşte o gün, sabaha kadar Havva ve Lilith hakkında konuşup, birbirlerine görsel olarak bir ikiz kadar benzeyen o iki kadınla ilgili ihtimallerden bahsetmiştik.
Kim bilir, belki de Havva, Lilith’in intikamını almak için oradaydı.
Hemera, geçmişten kopmuş yaralarla kaplı bir uzuv gibi önüme düştüğünde, yıllar sonra bile rüzgarın esişiyle sızlayan bir dikiş izim varmış gibi sızladım. Hafızam iki yana parçalanmak için açılmış yakayı tutan eller gibiydi; bir adamın kendi yakalarını tutup yırttığı gibi, hafızam zihnimi bir yaka misali kavradı ve yırtmaya çalıştı. O tuhaf isyan tüm düşüncelerimi bıçağından geçirdi.
Bir adım geri atmak istediğimde bedenim buna mani olan bir hisle büküldü. Sırtımdan yukarı tırmanan o acı dolu hissin sebebini merak etmedim ama tırnak diplerimin sızısı yok sayamayacağım kadar şiddetliydi. Bir an, tırnaklarımın kopup ayaklarımın önüne düşeceğini sandım. İçimi toprak misali kazan o yırtıcının pençeleri, parmak uçlarımda doğum yapmayı bekliyordu.
Ayağındaki yüksek topuklu ayakkabıları fark etmeme neden olan gürültülü bir adım daha attığında, gözlerim şaşkınlığı içine tıkmaya çalışmadan dehşetle onun bedeninde gezindi. Sanki onu yeni görmemişim gibi zayıf değil, sağlıklı görünüyor, siyah saçları bir aslanın yeleleri gibi iki yana doğru kuvvetle dalgalanıyordu. Bacaklarını açıkta bırakan siyah, askılı mini elbisesi bedenini saran sıkı bir saten kumaştandı. Güçlü çenesini dikerek bana dikkatli baktığında, şaşkınlığımın yok olmasını beklemekten sıkılmışa benziyordu.
“Bu da ne demek oluyor,” dedim, bu bir soru değildi, Hemera bunu anlamış gibi gözlerini yüzüme dikerken yüzündeki ifadeler gölgelere karıştı. Bir adım atıp, elimi havaya kaldırarak onu işaret ederken, gözlerimde dehşetten eser kalmamıştı, sadece saf bir farkındalıkla sarsılıyordum. “Sen… iyisin. Sen!” Öylece bir gecede iyileşmiş olamayacak kadar iyiydi, göğsüm gümbürdeyerek şişerken, “Bana burada ne sik döndüğünü hemen anlatsan iyi edersin,” diye hırladım. “Hemen!”
“Aov,” dedi dudaklarını bükerek. “Oysa beni özlediğini söylemiştin. Çağrına kulak verdim ve işte,” parmaklarıyla kendini işaret etti, “buradayım.”
“Hemera.” Kanımda dalgalanan hararete rağmen gözlerimi kıstım ve sakince konuştum. “Gerçeksin ve buradasın.” Hafızası sessizdi ama gerçek olduğunu biliyordum. O gittikten sonra gördüğüm hiçbir hayale benzemiyordu, öylesine gerçekti ki, kanım buz kesiyordu. “Ne halt ettiğini anlatsan iyi olur.”
“İyiyim,” dedi tek kaşını kaldırarak. “Bu yetmez mi Hera?”
Yeterdi, daha dün geceye kadar içimde kıpraşan özlem hissine bu ölene dek yeterdi ama mantığım mızrağını kaldırıp bir savaşçının göğsündeki atan kalbi taşıyormuş gibi dimdik durdu.
“Kandırıyor muydun?” Sorum, dudaklarımdan bir çiçeğe ait diken gibi dökülünce, Hemera gözlerini kıstı ve siyah gözlerinde anlamını çözümleyemediğim bir parıltı belirdi. “Hemera, beni kandırdın mı?”
“Seni hiç kandırmadım,” dedi. “Sorularına verecek cevabım yok ama seni hiç kandırmadım.” Sesi agresifti, bir süre durup cevap beklercesine gözlerime baktı ama karşılık bulamadı. Gözleri bedenimde gezindi, tek kaşını havaya kaldırırken, “Çıplak ayakla sokakta gezinmek mi?” diye sordu. “Seni son gördüğümde daha usluydun.”
“Sorularıma verecek bir cevabın yok, öyle mi?” Soruma karşılık, siyah gözleri gözlerime saplandı ve uzun uzun yüzüme baktı, sonunda başını iki yana salladı. Yoktu.
Ona doğru bir adım daha atıp, “Öylece bir gecede iyileştin, bu görüntüye sahip oldun, öyle mi?” diye sordum, Hemera gözlerini yüzüme dikti. “Cılızlıktan ölecek haldeydin Hemera. Bileklerin benim iki parmağım kadardı. Şimdiyse karşımda bana ait bir yansıma gibi duruyorsun. Sevinçten ölmem gerek, sevinemiyorum!”
Eğer onu ilk kaybettiğim zamanlar geri kazanacağımı söyleselerdi, sevinçten gözyaşlarına boğulurdum, mutluluktan ölürdüm ama dehşet öyle fazlaydı ki, hiçbirini yapamadım. Belki de bunları yapamıyor olmamı, değişmiş olmama borçluydum. Yeteneğimi ilk fark ettiğim zamanlar, benim de Hemera gibi zihnimi yitiriyor olma ihtimalimi düşünüp buzlu suda bir uykuya yatıyormuş gibi hissetmiştim.
“Buradayım. Nasıl olduğunu çöz ya da ömür boyu merak içinde yaşa.” Çenesini dikerek yanımdan geçerken dudaklarında zehirli bir gülümseme büyüdü. “Ne yazık Hera, oysa daha dokunaklı bir karşılaşma hayal etmiştim. Bana sarılırdın ve ben de saçlarını karıştırıp sana sarı kukulu derdim. Ama sanıyorum, zaman kız kardeşimin olduğu yere buzdan bir heykel bırakmış.”
Kalbim bin parçaya bölünmüş, parçalar toz gibi dağılarak göğüs kafesime yığılmış gibi hissettim. Cümleleri, küstahlığı, çenesini dikerek konuşması geçmişe ait bir kesit gibiydi. Bütünüyle buradaydı. Benim ikizim olarak, bana ait bir parça olarak, imkansızın bile durup kaşlarını çatarak mümkün görmeyeceği kadar doğaüstü bir şekilde sağlıklı görüntüsüyle buradaydı. Bileğini kavradığımda parmaklarıma sıcaklığı yayıldı, teni ateşi varmış gibi yanıyordu. Ona doğru dönerken, siyah gözlerini usulca kıstı ve dudaklarındaki o olaycı gülümseme birdenbire yitip gitti. Kollarım onun bedenine dolandığında, bir an olsun düşünmedi, duraksamadı, tavrım ona geri adım attırmadı ve Hemera tıpkı eskiden olduğu gibi beni kucakladı.
Her karanlık ihtimali köşeye itebildim, çünkü bunu yapabilmek, ona sarılırken çok basitti. Onu tekrar hissedebilirken, her şey çok daha basitti. Bir rüzgar gibi içimdeki her duyguyu devirerek etrafa saçan varlığına tutundum. Buna çok uzun zamandır ihtiyacım vardı. Hemera’nın yeniden yanımda olmasına ihtiyacım vardı. Yine de bir yanım, tıpkı ikimizin söylediği gibi buz tutmuştu, o buz tabakasının altında eskiden olduğum genç kız uzun bir ölüm uykusuna yatmıştı ve yalnız geçirdiğim o zaman, suçsuz olmasına rağmen Hemera’yı suçlamama neden olmuştu.
“Buradayım. Önemli olan bu olmalı.” Cümlesindeki o anlam içimi yakıp geçse de ona sarılırken buzlaşan bakışlarım yere devrik halde öylece kaldı. Hemera kollarında buzdan bir bebeğe dönüştüğümü hissetmiş gibi yavaşça benden uzaklaşıp yüzüme baktı. “Bana yardım etmen gerek.”
“Ne konuda?” Sorum öyle sakindi, Hemera da bunu beklemiyormuş gibi çok kısa bir anlığına bana baktı. Sonra, “İyileştiğimi onlara öylece söyleyemem,” dedi. “Normal karşılamazlar.”
“Sence bu normal mi?”
Hemera içeriye doğru yürürken, “Başlama,” diye söylendi. Arkasından içeri yürürken, kendimi bir cesede bakıyormuşum gibi hissetmekten alıkoyamadım.
“Nasıl çıktın?”
“Hastaneden mi?” Gözleri yüzüme dokunup geri çekildi. Salondaki büyük kanepeye oturup bacak bacak üzerine atarak gözlerini camın ardındaki manzaraya dikti. Siyah saçları düzgün bukleler halinde sol omzuna doğru devrilmişti. “Senem yardımcı oldu. Yakın arkadaş olmuşsunuz.”
“Senem bize haber verirdi,” dedim donuk bir sesle.
“Ona gerek olmadığını söyledim,” diye mırladı ama sesi öyle tehlikeliydi ki, bir an, her zaman bildiğim Hemera’nın bu özelliği bana yabancı geldi; o hep böyleydi ama şu an hissettiğim çok daha farklıydı.
“Senem böyle bir hata yapmaz.”
“Hata mı?” Hemera omzunun üzerinden bana baktı. “Sence burada olmam bir hata mı?”
“Oradan elini kolunu sallayarak çıkabilmen ve bize haber verilmemesi hata.” Senem ona neredeyse ölecek gücüyle bakıyorken, Hemera’yı bize haber vermeden, bu müjdeyi bir meşale gibi yakmadan öylece salmazdı.
“Bana inanmıyor musun yoksa?”
“Bir şeyler oldu,” dediğimde durup oturuşunu dikleştirdi. “Hemera, sana da bana olduğu gibi bir şeyler oldu.”
Siyah gözleri bana karşı duyduğu özlemi yenip, kurnazlıkla parladı. “Sana ne oldu kardeşim?”
Onda bir şeyler vardı. Tıpkı Hemera gibi görünse de kardeşimde farklı bir şeyler vardı; kardeşim, kardeşim gibi bakmıyor, kardeşim gibi gülmüyor, kardeşim gibi konuşmuyordu. Ukalalık ve öfke aynı olsa da, kardeşimde de bende olduğu gibi bir şeyler ciddi şekilde değişmişe benziyordu.
Yaşanan bu kabul etmesi o an için imkansız olan olaya verdiğim tepki, kemik sızlatan bir sakinlik oldu. Ağır adımlarla Hemera’nın önüne gelip, kollarımı göğsümün üzerinde topladım. “Senem ile bu konuyu konuşmam gerek Hemera.”
“Bana güvenmiyorsun.” Yüzünde bir tilki gülümsemesi ışıldadı, anlık bir gülümsemeydi, daha sonra karanlığa gömüldü. “Bu demek oluyor ki, bana yardım da etmeyeceksin.”
“Bu saçmalığa kimi inandırabiliriz Hemera?”
“Pekala,” diye mırıldandı. “İş başa düştü desene. Kendim hallederim.”
“Nasıl halledeceksin?”
Hemera uzun uzun gözlerime baktıktan sonra, “Uyumak istiyorum,” diye fısıldadı, sesi bu kez sakin, hatta masumdu; biraz da yorgun… Topuklu ayakkabılarını çıkarmadan koltuğun üzerine yerleşti, bir cenin pozisyonu alırken bana değil, arkamda kalan cama baktı. “Yarın her şeyi anlatacağım.”
Dudaklarımı aralayacaktım ki gözlerini yumdu.
“Yorgunum Hera. Sandığından daha fazla.” Sesi bir mırıltıya dönüştü. “Çok yorgunum.”
O gece, bir başkasının çıldırmanın eşiğine geleceği bu tuhaf olayı, tıpkı son zamanlarda alıştığım diğer olaylar gibi normal karşılasam da, sabaha dek Hera’nın ayakucunda oturup, onun gerçekliğini kendime kanıtlamak istercesine gözlerimi kırpmadan onu izledim. Ertesi sabah, duş alıp evden aceleyle çıktığımda, Hemera hâlâ uyuyordu ve zihnimde tüm bu olanların açıklamasını çevremizdekilere nasıl yapacağımla ilgili birbirine çarparak büyüyen bir karmaşa uluyordu.
Aniden bastıran sağanak yağmur, arabamın ön camına öyle iri tanelerle çarpıyordu ki, eğer sağlamlığından emin olmasam ön camın çatlayacağını düşünüyordum. Topuklu çizmemin tabanıyla gaza basmamla altımdaki arabanın motoru hırlayıp öne doğru atıldı; iki ticari aracın arasından yağ gibi kayarak geçtiğimde yükselen korna sesleri arkamda yankılanan hakaretle süslü cümleler gibiydi. Hastanenin otoparkına park edişimi, büyük bir hızla Senem’i bulmak için koridoru aştığım anı hayal meyal hatırlasam da, kan tahlili sırasında bekleyen yaşlı adamı gördüğüm an çok netti; sanırım her hafta kan tahlilleri için burada oluyordu.
Senemi beyaz kireç taşından bir basamakta oturmuş karşısındaki su havuzunu izlerken buldum; bekleme salonlarından birinde olan su havuzunun etrafı camla kaplıydı ve oldukça sessiz bir yerdi. Tam karşısında hasta kabulü yapılan bir resepsiyon da vardı. Elleri mavi hastane takımının sardığı ince bacaklarındaydı, sakince suları izlerken düşüncelere dalmış gibiydi. Boğazlı dar elbisem çorabımın kayganlığına takılarak yukarı sıyrılıyordu ama aldırış etmedim, zaten miniydi ve birkaç santim daha yukarı kaykılmasını önemsemiyordum. Deri ceketimin iki yakasını birleştirip deri çizmelerimin üzerinde bir panter gibi Senem’e yaklaştım. Beni fark etmedi.
“Merhaba,” dediğimde dalgın gözleri bana çevrildi, bakışları bir anlığına bomboş göründü, daha sonra renkler gözlerine yayıldı ve bana sıcak bir gülümsemeyle baktı.
“Hera, uzun zaman oldu.”
Bir an anlayamadım. “Nasılsın?” diye sorabildim.
“Günlerim yoğun ve yorucu geçiyor,” diye fısıldadı. “Bir nefeslik zamanı zor yaratıyorum ama burada oturmayı çok seviyorum. Suyun dansını izlemek çok güzel.”
Bir an ona bakakaldım, hafızasından karmaşık düşünceler sızıyordu, hiçbiri benle alakalı değildi, hiçbirinde Hemera’dan iz yoktu. Bir hastanın bu sabah koridorda bayılmasıyla ilgili düşünüyordu, yabancı uyruklu bir kadının geçirdiği öfke nöbetinin onu ne kadar yorduğuyla ilgili hayıflanıyordu, son yediği yemeğin çok yağlı olduğunu düşünüp zayıf olmasına rağmen kilo almak konusunda tedirginlik yaşıyordu. Onu o kadar uzun izledim ki… Sessizliğini yadırgamam gerektiği halde sadece zihnini dinledim.
“Heme…”
“Hemera,” dedi Senem başını sallayarak. “Onun için çok mutluyum. Çok savaşçıydı, ben hep yenileceğini düşündüm ve sen de hep tutunacağına inandın. O bir mucize.”
İrkilerek Senem’e bakakaldım.
Senem derin bir nefes aldı. “Ağırdan da olsa iyileşmeye başlamıştı, son zamanlarındaki iyileşme hızı daha fazlaydı gerçi,” dedi, sesi düşünceliydi. “En son geldiğinde seni görünce çok sevinmişti, bana bir anınızı anlatacak kadar kendindeydi. Sana el salladığı anı hatırlıyorum da, ona gülümsediğinde, sizi öyle gördüğüm için çok mutluydum.”
Dehşet kanımda usul usul yüzdü. Sakin bir sesle, “Evet,” diyebildim, bağırıp çağırmak Senem’i nasıl etkilerdi, hesap sormak onun gözünde beni ne duruma düşürürdü hesap edemiyordum. Karnıma giren kramplarla, “Akşam yanımdaydı, senden konuşuyorduk, yanına uğrayayım dedim,” diye mırıldandım.
“Ah… Sahi. Seni en son orduya gitmeden önce görmüştüm. Geldiğinde kardeşini tamamen iyileşmiş halde bulman sürpriz gibi olmalı. Hemera’nın taburcu işlemlerini yapabileceğimizi bildirmek için Özkan Bey’i aradığımda neredeyse sevinçten bağıracaktı. Ses tonundaki o çatlamayı duyduğuma yemin edebilirim.”
Babam… “Senem…” Sustum. “Tam çıkış tarihini hatırlıyor musun?”
Bana söylediği tarih, Hemera’yı son görmeye geldiğim tarihti. Ve o gün, buraya geldiğimle ilgili hiçbir şey hatırlamıyordu. Orduda olduğumu sanıyordu, buraya hiç gelmediğimi… Anlattıklarını dehşet yüklü olmama rağmen ifadesiz bir yüzle dinledim.
Koridorda buz gibi bir yüzle ilerlerken, arkamda usulca silinen Senem’in zihnindeki bu değişimin nedenini merak ettim. Ve sonra telefonum çalmaya başladı.
Arayan babamdı.
Yorgun, bitap düşmüş elimle telefonu kulağıma yasladığımda, “Kahvaltıya gelmiyor musun?” diye şakıdı babam.
“Ne?”
Hemera’nın kahkahası tüm eve yayıldı, ardından babam da uzun zamandır duymadığım kadar neşeli bir sesle gülerek, “Hemera ile muhteşem bir kahvaltı hazırlıyoruz, hastaneye uğrayacağını ve sonra doğrudan buraya geleceğini söyledi. Hâlâ hastanede misin?” diye sordu.
Hemera hastaneye gittiğimi biliyordu.
Babam, geçen o acılı zamanın ardından, ilk kez böyle şakıyordu.
Hastanenin duvarları, bir tabut kapağı gibi üzerime kapanmaya, ilerlediğim o koridor daralarak beni duvarların arasına sıkıştırmaya başladı. Nabzımın kuvvetli vuruşları öyle gürültülüydü ki, kafamın içinde bozuk bir frekans gibi çınlıyordu. Ter içindeki alnımı silerek kendimi hastanenin dışına attım ve arabama ulaşmak için koşmaya başladım. Ayağımdaki topuklu çizmelerin sivri topukları buzlu yola saplanıyor, ayağımın altındaki buz çatlıyordu.
Arabama atladığım an puslu bir anı olup zihnimin tozlu raflarına kaldırıldı. Geçtiğim her bir sokağa içimdeki dehşetten bir parça bıraktım. Sonunda babamın evinin önüne geldiğimde, artık içimde dehşetten eser kalmamıştı. Yüzüm mermer kadar sert, kalp atışlarım sakin, bedenim daha ılıktı. Bir süre arabanın içinde oturup, neredeyse her duvarı camla kaplı büyük evimizi izledim. Bu evde oturduğumuz zamanlar, Hemera’nın zihnin yavaş yavaş bizi terk etmeye başladığı zamanlara denk geliyordu. Annemi kaybettikten sonra babam eski evimizde daha fazla kalamazdı; her noktada annemden bir parça varken, bu çok zor ve acı verici olurdu… Sonunda bu eve geldiğimizde, Hemera annemden tamamen kopmanın getirdiği travmayla usul usul kendi olmaktan çıktı. Hemera’yı hastaneye yatırdığımız o gün, benim de hayatımın ikinci raundunun başladığı o gündü. Evden gidişimin, yalnızlığa dokunuşumun ilk günüydü.
Cam duvarlardan birinin önünde Hemera ve babamı görünce, yüzümdeki sakinlik bozulur sansam da metanetimi koruyabildim. Hemera gülümseyerek babama bir şeyler anlatıyor, babam da başını sallayarak onu dinlerken tıpkı Hemera gibi gülümsüyordu. Hemera’nın üzerinde kırmızı bir kazak, altında siyah deri bir tayt vardı, yüksek topukluların üzerinde olduğunu babamda aynı boyda göründüğü için anlayabilmiştim. Biz uzun kızlar olsak da babamız da epey uzun bir adamdı. Bu görüntüyü izlerken kalbimin derinliklerinde korku değil, hüzün vardı ama bir yanım, bu doğallığı bozulmuş görüntünün karanlığına inmem gerektiğinin farkındaydı. Güzel renklerle örtbas edilmiş karanlık bir tabloya bakıyordum.
Babam sırtını dönüp camdan uzaklaştığı an, Hemera sanki hisleri orada olduğumu biliyormuş gibi yavaşça cama doğru baktı ve bir an, mesafeye rağmen göz göze geldiğimizi hissettim. Siyah gözlerini kısarken kolları göğsünün üzerinde düğümlü duruyordu; çenesini yavaşça kaldırıp gülümsedi ama bu gülümseme dostça mıydı yoksa bir meydan okumanın resmi miydi anlayamadım.
Sadece o resimdeki karanlığın farkındaydım.
Başımı yavaşça aşağı yukarı salladım; bu bir çağrıydı. Anladı ve aynı karşılığı verdi. Üç nefeslik sürenin ardından, evin kapısı açıldı ve Hemera dinen yağmurun puslu rengi altında bana doğru yürümeye başladı. Arabadan inmiştim, kollarım göğsümün üzerinde bir şekilde yağmurun sırılsıklam ettiği ormana doğru yürüdüm; beni takip edeceğini biliyordum. Taş, ince bir yol, bizi evin arkasındaki ormana doğru götürüyordu. Burada en son birlikte yürüdüğümüzde, Hemera neredeyse hiç konuşmamış, ben de onun sessizliğine uyarak yanında ilerlemiştim. Şimdi ben önde, o arkamdaydı yaklaşan kaosu tıpkı benim gibi o da hissediyordu.
Köknarların arasında ilerleyip kalın gövdeli bir karakavağın önüne geldiğim an durdum, birkaç saniye sonra nefesi sırtıma aktı ve ona doğru dönüp onu omzundan kavrayarak sertçe kavağın gövdesine yaslamam bir oldu.
Hemera’nın bukleler halinde etrafa yayılan siyah saçları yüzüne savruldu. Gözlerini yüzüme diktiğinde sırtı hâlâ kavağın gövdesine yaslı duruyordu. Elimi, bir erkeğin kemiğini ağrıtacak baskıyla Hemera’nın omzuna bastırıyor olmama rağmen gıkını çıkarmadı.
“Benim gibisin,” diye hırladım ona, bir an çok kısa bir an için, gözlerinde bir aydınlanma gördüm, sonra o aydınlık yerini alaya bırakırken omzundaki elimi omzunu sertçe yukarı kaldırıp indirerek itti.
“Sana bana yardım etmezsen işimi kendim hallederim demiştim.” Gözlerime dikkatle baktı. “Ben kimsenin ne düşündüğünü duyamıyorum,” dediğinde sesi yüzüme inmiş bir tokattan farksızdı. “Ben hafızayı istediğim şekle sokuyorum.”
Göğüs kafesime yayılan o öfkeyi durdurarak, “Bunca zaman bizi kandırdın mı?” diye hırladım.
“Hayır aptal. Demanstım, geberiyordum, anladın mı? O ışığa gidiyordum. Sonra gitmekten vazgeçtim ve o ışığın bana gelmesini emrettim. Ölmedim Hera.” Yüzüme doğru kükreyerek konuşması beni ürkütmedi. Bomboş gözlerle yüzüne bakmaya devam ettim. “Demans… olduğumu düşünmenizin nedeni, hafızam diğer hafızaları şekillendirmek için kendini durdurmuştu.”
“Ne saçmalıyorsun sen?”
“Sen düşünceleri duymaya başladın, çünkü nasır bağlıyordun,” dedi Hemera. “Acı çekiyordun. Hafızan tüm düşüncelere erişebilmek, onları duyabilmek için güçlü olmak zorundaydı. Soğukkanlı olmak zorundaydı. Benim hafızam ise güçten fazlasını istiyordu, beni istiyordu. Kendi dahil diğer tüm hafızaları şekillendirebilmek için beni kapattı.”
Tek bir domino taşının arkaya devrilmesiyle tüm taşların yıkılmaya başlaması gibiydi.
Karanlık beni takip ettiği yerde yakalayıp içime yerleşti. “Bu kadar şeyi nereden biliyorsun?”
Hemera bir elini omzuna götürüp omuz başını ovalarken gözlerini koruluğa dikip burun deliklerini genişleten derin bir nefes aldı. “Her zaman senin bildiğinden daha fazlasını bildiğimi unuttun herhalde,” dedi alayla. Gözleri yeniden bana çevrildiğinde, şimdi o siyah gözlerde gördüğüm keder değil, alaydı; oysa gözleri boşluğa devrildiği an acı çektiğini gördüğüme yemin edebilirdim. “Herkes Hera, çevrendeki herkes, iletişime geçtiğin ve beni bilen herkes, benim yavaşça iyileştiğime inanıyor. Bana yardım etmeyeceğini söyledin ve ben de kendi işimi kendim hallettim.”
“Ne zaman iyileştin?”
Dudaklarını büküp başını sol omzunun üzerine yatırırken, “Bir süredir iyiyim,” dedi.
“Hemera,” diye tıslamamla gözlerini kısarak bana uzun, kuzguni kirpiklerinin altından baktı. “Madem iyileştin, neden bunu gizledin? Babam acı çekiyordu.”
“Sen de çekiyordun,” dedi Hemera. “Ve ben de çekiyordum. Tekrar kendim olduğumda, annemi yeniden ciğerlerimde hissetmek nasıldı biliyor musun?” Artık sesi hırıltılıydı. “Sadece benim annem ölmüş gibi davranma Hera, ölen senin de annendi!”
Boğazımdan bir hırıltı yükseldi, geri çekilip kız kardeşime ihanete uğramış gibi hissettiğimi zerre saklamadan düşmanca baktım. Aynı bakışlarla karşılık verirken, gözlerinin gerisinde benim için var olan şefkati de görebiliyordum. “Bizi kandırdın,” dedim. “İyiydin ve oyun oynadın.”
“Senin de benimle aynı olduğunu anlamadan sana açılamazdım,” dedi Hemera. “Son gelişinde hafızanla oynayamadığımı fark ettim, sonra da seni fark ettim. İnsanların düşüncelerine sızdığını duydum. Tek hafıza kasabı ben değilmişim.” Beni süzdü. “Yalnız olmadığımı fark edince sana geldim. Senin için geldim. Yoksa bir ölü gibi yaşamak, pek de kötü değildi. Bilirsin, sadece binecek yakışıklı bir hademe bulması zor oluyordu.”
Bir şeyler söylemek için ağzımı açtım ama sonra geri kapattım. Bu değişimin sadece bende değil, kız kardeşimde de olması, delirmeye başladığıma olan inancımın yavaşça kırılmaya başlamasına neden olmuştu. Yine de Hemera’nın uzun zamandır hasta taklidini sürdürüp babama azap verdiği gerçeğini yok sayamıyordum. Kaç ay olursa olsun, birkaç gün bile benim için önemliydi; onsuz geçen birkaç gün bile hayatımda koca bir çukur açabilecek güçteydi.
Abimi kastederek, “Hermes biliyor mu?” diye sordum.
“Onun hafızasına giremedim,” dedi Hemera aniden durgunlaşarak. Siyah kaşları alnının üzerinde birbirine sokuldu, alnında küçük bir çizgi belirirken bakışlarını nemli toprağa indirip mantarları izledi. “Hermes’in de bizim gibi erebos kapanı olmalı.”
“Ne dedin sen?”
Tek kaşını kaldırdı. “Sen sadece insanların kafasındaki sesi duyuyorsun, başka hiçbir halt bilmiyorsun, değil mi?”
“Erebos kapanı da ne?”
“Kafamızın içinde, hafızalarımızda birer karanlık yer altı var Hera,” dedi Hemera. “Sen ve ben, o kapana sahip olanlardanız. Ne sen benim zihnimi duyabilirsin ne de ben senin anılarını değiştirebilirim. Hermes’in zihnine hücum ettiğimde koca, aşılması imkansız bir duvara tosladım.”
“O zaman onun da mı…”
“Bir laneti olduğuna eminim,” dedi Hemera. “Sen ve ben ikiziz, bu tarz sikik bir olayı paylaşmamız çok doğal. Bir tuhaflık olursa elbette ikimizde de olur ama Hermes? Sadece kardeşimiz. Onun da hafızasının önünde bariyer var, bu da demek oluyor ki, onda da bizimkine benzeyen bir şey var. Tek sorun, Hermes’i benim birdenbire ortaya çıkmama nasıl adapte edeceğimi bilmemem.”
“Zihin bariyeri…” Tek kaşımı kaldırdım. Diğer insanların hafızalarındaki hatayı düşündüm, sızıntı yapan anı ve düşünceleri… Karşımda konuşan ama hafızası sessiz olan Hemera’nın bu bariyere sahip olduğunun kanıtıydı. “Neden buna erobos kapanı diyorsun?”
“Küçük bir araştırma. O hastane odası oldukça sıkıcıydı bebeğim,” dedi gözlerini belertip tırnaklarıyla oynayarak. Dudaklarını büktü. “Ve orta gelirli sağlam penisi olan birinin hafızasıyla oynayarak egzersiz yapma şansım oldu. Geceleri onun telefonundan internete girip araştırmalar yapıyordum. Bir makaleye ulaştım, deli saçması olarak kabul edilen ve insanların altında dalga geçerek yorumlar yaptığı, az tıklanma almış bir makaleydi. Kızılyaka’daki ay tapınaklarındaki bazı doğaüstü şeyleri konu alıyordu. Aynı zamanda erobos kapanına sahip zihinlerden de bahsediyordu.”
“Deli zırvalığı,” dediğimde gözlerini öyle bir devirdi ki, gözlerinin beyazını gördüm.
“Hâlâ aynı kasnak Hera,” diye homurdandı. “Sadece bıraktığımdan daha duygusuz.”
“Evet, bıraktığından,” dedim altını çizerek.
“Pekala, daha sonra beni acı dolu sözlerinle duygusal açıdan dilediğince becer, tamam mı? Ama önce Hermes’i halletmemiz gerek. O koca kafalı inek beni karşısında görünce ortalığı birbirine sokar.”
“Sence haksız mı?”
“Tamam Kont İnek’in biricik sarı matmazel kardeşi,” dedi alayla. “O zaman tüm dünya abimizin bir deli olduğunu düşünüp, beni tıktığınız o odaya bu defa onu tıkar.”
“Abime arka çıkmayacağımı mı sanıyorsun?”
“Heh, tamam, iki oldu. Seni de yan odaya yatırırlar. Kutlama günlerinde size badem şekeri ve kurabiye getiririm.”
Neredeyse gülümseyecektim ama ona çok kızgın olduğum için somurttum. Yanağımdan makas alırken, “Seni kandırmadım, tek bir gün bile. Çok yalnızdım ve korkuyordum,” dedi dürüstçe. “Yemin ederim Hera.”
İlk kez korktuğunu söylüyordu. Ona inanmama hakkına sahip olsam da yıllar süren kardeşliğimizin tek bir günü bile bana yalan söylemediğini bildiğimden, sessizce dokunuşuna teslim oldum. Yüzüm ne kadar soğuk olsa da ona inandığımı anladığında, gözleri kara birer elmas gibi parıldadı. “Lütfen,” diye mırladı bir kedi gibi. “Babamın yanında dün hastanede yatan ölüm döşeğinde demans hastası kızıymışım gibi davranma. O aylar süren bir iyileşme olsa da günlerimizin sancısız geçtiğini düşünüyor. Zihninde o günlerle ilgili tek bir acı bile kalmadı Hera.”
“Hermes’i halletmen lazım.”
“Birlikte,” diye homurdanınca, “Abime delirmediğini düşündürmek ne kadar zor olacak farkında mısın?” diye inledim.
“Halledemeyeceğimiz şey yok. Bir peruk takıp saatlerce benim gibi bir kaşarın taklidini yapabildin, elbette Hermes gibi bir otlak ineğinin de hakkından gelebiliriz.”
“Hermes senin de abin.”
“Kont İnek.”
“Abin.”
“Senin abin,” diye ağız büktü.
“Pekala. Birlikte konuşacağız.”
“Sarı saçlarını iki yandan örüp sevimli bir tonlamayla konuşurken uzaylıların geldiğini söylersen, dünyaya uzaylıların inmesini bile büyük bir sakinlikle karşılar.” Mantarların üzerinden atlayıp koruluğa doğru yürürken ıslık çalmaya başladı ve bir an durdu. “Aa bu arada kardeşim,” dedi omzunun üzerinden bir çakal gibi bakarken. “Umarım yalnız yaşamaya fazla alışmamışsındır, çünkü bir daire tutabilecek kadar para kazanana dek senin kapatman olmayı düşünüyorum. Hiç öyle bakma Hera, babam horladığında bunu Mavi Yaka’dakiler bile duyuyor!”
Tek kaşımı kaldırarak arkasından giderken, “Nasıl öyle cılız görünmeyi başardın?” diye sorduğumda dilini çıkardı; sanırım bu, şu an yanıt vereceği bir sır değildi.
Hera yavaşça fısıldarken, bu defa bir sırdan değil, zaten farkında olduğum bir şeyden söz ediyordu.
“Dünya olduğunu sandığımız yer değil Hera. Şaşırmaya vaktimiz olmayacak.”
O gün, zihin perdesinin alevlere esir düşmesine neden olacak bu olay, babamın gözlerindeki mutluluğu görmemle yerini serin bir duyguya bıraktı. Babam, tıpkı Senem gibi, kardeşimin zamanla yavaşça iyileştiğine inanıyordu. Buna öyle çok inanıyordu ki, gözleri mutluluktan böylesine parlarken ve zihninden bizle dolu anılar kıpırdaşırken daha fazla sorgulayabilecek halde hissetmedim. Bende bir tuhaflık olduğunu biliyordum, şimdi tuhaflık sadece bende değildi; aynı zamanda kardeşimde de o garipliğin aynısından vardı.
Gece henüz gökyüzüne yerleşmiş olmasa da gölgelenmeye başlayan yeryüzünü izlerken havuzun önündeki koltukta oturuyor, havuzun içinde yanmaya başlayan gümüş rengi ışığın gök mavisi bir kavis kazanarak dışarıya yayılışını izliyordum. Hemera bir kahve yapmış, hemen yanımdaki boşluğa oturmuştu ama aramızda yine o gergin sessizlik vardı. Birkaç saniye sonra telefonum çalmaya başladığında girdiğim trans halinden çıkarak telefonumun ekranına baktım.
Meriç Hararslan.
Bedenimi dikleştirdiğimde, Hemera, “Endişelenme, o da iyileştiğimi biliyor. Yani tıpkı babam gibi,” dedi soğuk bir sesle. “Ve muhtemelen benim iyileşmem canını sıkıyor. Çünkü Mine hâlâ demans hastası, yakın zamanda da hayatını kaybedecektir.”
Gözlerimi Hemera’ya değdirmeden, “Seninle ilgili bir şey bilip bilmemesini merak etmemiştim,” dedim kuru bir sesle. “Şehirde en az senin birden iyileşip karşıma çıkman kadar olmasa da oldukça garip şeyler oluyor.”
Hemera tek kaşını kaldırıp, “Ne oldu?” diye sordu ama telefonu açıp kulağıma yasladım.
“Bahsettiğin bölgeyi inceledik,” dedi Meriç direkt olarak. “Uzman ekip gönderildi. Böyle bir şeyi gözden kaçırmamız büyük aptallıktı.”
“Bir gelişme var mı?”
Meriç, “Kadına silahlı saldırıda bulunan herifi yakaladık,” dediğinde omurgamdan geçen ürpertiyle dimdik oturdum. “Şu an sorguda.”
“Kadının kimliği belirsizdi.”
“Ekip kimliğine ulaştı, orada boş bir arazideydi.”
“Yani?”
“Yanisi sorgudayız ve haklıydın, bu adamın karın deşebilecek biri olması imkansız.”
“Oraya geliyorum,” dediğimde, Meriç, “Buna gerek yok, zaten Farah ve Murat burada. Fotoğrafları da mail olarak yollamışsın,” diye karşı çıktı ama çoktan ayağa fırlamıştım bile.
Hemera kahvesini cam masanın üzerine bırakırken, “Hera?” dedi sorar gibi.
“Gitmeliyim.” Çantamı alıp gözlerimi Hemera’ya çevirdim. “Babamın yanında kal. Hermes konusunu daha sonra düşüneceğiz. Henüz şehre dönmez.”
“Betin benzin attı,” dedi Hemera.
Baktığımda hâlâ hologram olma ihtimalini sorguladığım kız kardeşime, “Sorun yok,” demekle yetindim. “Döndüğümde konuşuruz.” Çantamdan anahtarları çıkarıp ona uzatırken, “Beni evde beklersin,” diye mırıldandım.
Anahtarları aldı ama cevap vermedi. Beni deliliğin eşine yaklaştıran bu olaydan uzaklaşabilme arzusuyla arabama atladım ve hayatımın ortasında büyüyen tuhaflığı geride bırakarak hızla polis merkezine sürdüm.
Polis merkezi iki katlı, uzun bir binadan oluşuyordu; boş bir arazinin içine konumlandırılan merkezin sırtı bir ormana, önü yine karşısında orman devam eden bir otoyola bakıyordu. Etrafta hiç ev ya da site yoktu, en yakın bir diğer konut diyebileceğim duvarları olan hemen hemen beş yüz metre ilerideki bir benzin istasyonuydu. Arabamı ormana bakan açık otoparka park ettiğimde, karanlık artık öyle çok yerdeydi ki, bulutların arkasına gizlenmiş kömür rengi güneşin etrafındaki parıltılı hale bile oldukça aydınlık bir his veriyordu.
Arabamdan inip büyük adımlarla merkezin kuzey kapısına ilerledim ve gişede duran Martin bana gülümsedi. Suratsız Cem ve Orhan beni görmezden gelmişlerdi ama aldırış etmedim. Yatağıma almam için can atan ama karşılık bulamayan erkeklerin takındığı komik bir tavırdı; aldırış ettiğim söylenemezdi. Merkezin içi de oldukça kasvetliydi. Polis şefinin odasının cam kapısının önünde durdum, stor perdelerin örttüğü cam kapının arkası dar aralıklardan güç de olsa görünüyordu. Masa lambasının yandığını gördüm, masanın üzerindeki dağılmış dosyaları sanki elimde tutuyormuş gibi net bir şekilde okuyabildim ve sonunda kapıyı tıklattım.
Meriç, “Gel Hera,” dedi beni beklediğini belli eder gibi.
İçeri girerken, “Orada bir kimlik yoktu,” dedim direkt olarak.
Meriç kahverengi topazlarını yüzüme çevirirken yorgun bir gülümseme eşliğinde, “Sana da iyi akşamlar Güzel Hera,” diye hayıflandı. “Biraz uzaktaki bir arazide buldular.”
Dişlerimi gıcırdattım, bunu hissetmediğimi, bulunmasının imkansız olduğunu söylemek istedim ama nereden bildiğimi, nasıl hissettiğimi ben bile bilmiyorken, bunun açıklamasını Meriç’e nasıl yapardım bilmiyordum. Deri kaplama kapitoneli sandalyeye otururken, “Farah nerede?” diye sordum.
“Bakıyorum o cadolozla arkadaş olmuşsun,” dedi Meriç gözlerini dosyalardan birine indirirken. “Sorguyu dinliyor.”
“Ne? O neden dinliyor?”
“Otopsiyi yapan oydu. Bulgular ve şüphelinin anlattıkları arasında bağ kurmaya çalışacak.”
“Kardeşi ne alaka?”
“Araf Murat mı?” Demek Araf sahne ismi değildi. “O çok iyi bir gözlemcidir. Farah’ı sevmesem de kardeşinin yeteneğini yok sayamam. O adam yalan söyleyen kişiyi anında ayırt edebiliyor.” Gözlerini dosyadan çekip yüzümü inceledi. “Hemera nasıl oldu? İyileşmesiyle ilgili hiç konuşamadık, umarım daha iyidir.”
Boğazıma yumruk atılmış gibi nefes alamayınca gözlerimi dosyalara indirdim. “İyi.”
“Mine konusunda çekiniyorsan, sorun değil Hera. O Hemera kadar güçlü değil, maalesef,” dedi, sesindeki duygulardan acısının özüne inebildim; hafızası kırgın düşüncelerle doluydu. “Sen Hemera’dan ümidini hiç kesmedin, o da bu hastalığı kolaylıkla atlattı. Belki de Mine ona güvenmediğimi düşündüğü için tutunmaktan vazgeçmiştir.”
“Mine hâlâ hayatta,” dedim.
“Ona artık ölü gözüyle bakıyorlar,” dedi Meriç dudaklarında hafif, buruk bir gülümsemeyle. Tam da o sırada, ofisin kapısı açıldı ve stor perdeler cama vurarak takırdadı. Meriç tek kaşını kaldırarak kapıya baktığında, ben bedenimde aniden yükselen o elektrikten, kapıda beliren kişinin kim olduğunu biliyordum.
“Kapı çalma adetin olmadığını unutmuşum,” dedi Meriç dikenli bir sesle.
“Ne güzel işte, hatırladın,” dedi o tanıdık ses, yutkunup gözlerimi ellerime çevirdim, uzun tırnaklarımla oynadığım sırada camgöbeği yeşili gözlerin profilimde dolaştığını hissedebiliyordum. “Herifin karındeşenle uzaktan yakından alakası yok,” dedi bir süre sonra. Gözleri şimdi Meriç’in üzerinde olmalıydı. “Tırsağın teki, zaten kadını yaraladığı noktaya bakarak acemi bir yavşak olduğunu söylemek mümkündü. Boşuna uğraşıyoruz. Tık şunu içeri.”
“Ne olursa olsun, protokolü uygulamak zorundayız.” Meriç masada duran silahını alıp kabzesinin içine koydu. “Ablan hâlâ sorgu odasında mı?”
“Evet,” dedi Murat, ardından bir süre bekledi. “Protokolü hemen uygulayın. Karındeşen o olmasa bile o kadına şiddet uygulayıp silahla yaralamış. Eğer gerekeni yapmazsanız onun boğazındaki şah damarı koparıp dudaklarını o damarla dikerim.”
“Öfke nöbetlerini başka bir yerde geçir,” dedi Meriç otoriter bir sesle. “Şu an bu dava Noyan’ın sorumluluğunda.”
Araf Murat burnundan bir nefes vererek, “Noyan seni görmek istiyor,” dedi, o an, Meriç’in gözleri bana çevrilince, bu cümlenin Meriç’e değil, bana kurulduğunu fark edip omzumun üzerinden Murat’a baktım, polis merkezinin dar koridorlarından birinde yanan ampulün voltajı hızla düşerken cızırdadı ama daha sonra ışık yeniden güçle yandı.
“Noyan da kim?”
“Mavi Yaka’dan gönderilen bir dedektif,” diye açıkladı Meriç en kısa haliyle.
“Beni neden görmek istiyormuş?”
Araf Murat’ın gözleri yüzümdeydi ama artık ona bakmıyordum. Oturduğum yerde koca bir soru işaretine dönüşmüştüm. “Ekipleri ikinci kez olay yerine yönlendiren deha sendin.” Alaylı sesi, Meriç’in tek kaşını kaldırarak ona bakmasına neden oldu. “Bana eşlik eder misin? Noyan’ın yanına ulaşıncaya kadar sana refakat edebilirim.”
Gözlerimi Meriç’e diktiğimde, güven veren bir şekilde başını aşağı yukarı salladı. “Noyan işinde iyi bir dedektiftir Hera. Bazı şeyleri görmezden geldiğimizi düşündüğü için yönetimi eline aldı.”
“Mavi Yaka piçinin gelip karakolunda darbe yaptığını mı söylüyorsun?” diye sorduğumda, Araf Murat kahkaha attı ama Meriç kınayan gözlerle bakmakla yetindi.
“Öncelikle söylemem gerek taş bebek, Noyan’ın kulakları çok iyi duyar,” dedi Araf Murat, bana taş bebek demesi Meriç’in şaşkın gözlerle ona bakakalmasına neden olsa da ben cümledeki o ayrıntıda takılıp kalmıştım. “Şimdi bana eşlik etmeye ne dersin?”
“Acele et,” diyerek yerimden kalktım ve ona bakmadan yanından geçerek cam kapıya uzandım. Tam o esnada, arkamdan geldi ve kolunu cam kapıya doğru gerince teni tenime sürtündü. Mükemmel bir kaybolmuşluk hissi, karanlığa çakılan bir ruhun attığı narayı atarak dört bir yanımı körlükle süsledi. Çok geçmeden, birkaç saniye sonunda, koridordaki tavan vantilatörlerinin tamamı durdu ve bir masa lambası şiddetle patlayarak camın arkasındaki polis memurlarının endişeyle sıçramasına neden oldu.
“Bu tesadüf değil,” diye tısladım sadece onun duyabileceği bir sesle. Yüzünü saçlarımın yakınına iyice sokup özel alanımı işgal ederken, “Ha şunu bileydin,” diye mırladı.
Meriç’in sorgulayıcı bir tavırla telefonuna uzanarak vantilatörlerin neden durduğunu sorguladığını duysam da omurgamdaki ürperti beni hareketsiz ve tepkisiz bıraktı. Sonunda Murat kapıyı açtı ve hızla ondan uzaklaşarak merdivenlere yöneldim. Nasıl oldu bilmiyordum ama bir şey bana üst kata gelmemi mırıldanmış gibiydi. Murat bunu yadırgamadan arkamdan geldi, hiçbir şey söylemedi, sanki yolu bildiğimi düşünüyordu ya da bilmesem de doğru yere gideceğime inanıyordu.
Üst katın koridorları karanlığı bir taç gibi başının üzerine yerleştirmişti. Açık birkaç sorgu odası kapısından içeri bakarak koridorda ilerledim. Bir panter gibi arkamda ilerleyen Murat’ın nefesi sık sık enseme çarpıyor olmasa arkamda kimsenin olmadığını düşünürdüm; tıpkı bir tilki gibi sessiz ilerliyordu. Koridorun sonunda güneye konumlanmış bir ormanı karşısına alan odanın kapısının önünde durdum. Kapalı kapının tam ortasında dikdörtgen şeklinde tel örgülerden bir boşluk vardı; arka tarafı tel örgülerin izin verdiğince görebiliyordum. Çok geçmeden, “Zihninin sessiz olması, bir yeteneğinin olmasından mı?” diye sorarak omzumun üzerinden Murat’a doğru baktım. Koridorun karanlığı yüzünü yalayıp yutmuş olsa da gözlerim sanki gece görüşüne sahipmiş gibi gümüş bir parıltı içerisinde onun yüzünü doğrudan seçti. Bakışlarındaki anlamları çözemesem de gözleri parıldıyordu, bu yanlış bir yol üzerinde olmadığımın kara habercisiydi.
“Evet,” demesini beklemiyordum; konuyu sağa sola saptırmadan doğrudan gerçeğe ulaşmamı sağladı. “Ama esas mesele taş bebek, senin yeteneğin kafamdaki kapanı bloke edebilecek kadar zorlayabiliyorsa, sen nesin?”
“Ne demek sen nesin?” diye adeta hırladığımda, keyifle sırıtmaktan bükülen dudaklarına esaslı bir tekme atmak istedim. Ağzını tekmelediğimi düşünmek yatışmama neden olunca, “Güzel Hera,” diye fısıldadı. “Safkan bir insan olduğuna inanmamı beklemiyorsun, değil mi?”
Uğultular birdenbire karabasan gibi kafamın içine çöktü. Midemdeki bulantı öyle çok çoğaldı ki, kalbime kadar uzandı ve kalbimin atışları bulanık bir çember çizerek göğüs kafesimin içeri çökmesine neden olacak bir baskıyı getirdi. Kapı açıldığında, sert bir erkek parfümü kokusu algılarımın saplandığı bulantıdan çıkmasına neden oldu ama duyduğum o soru, zihnimde kanlı bir kaosun pimini çekmişti.
“Biz de seni bekliyorduk Hera Günse.” Bu ses, tok ve kalın olmasına rağmen, su gibi duru, hoş, rahatlatıcıydı. Bakışlarım karşımdaki kahverengi saten dokulu gömleğin altında şişmiş kaslara sahip olan uzun boylu adama saplandığında, sıcak kahverengi gözlerinin kenarlarında beliren çizgiler, uzun beyaz dişlerini gösteren gülümsemesinin bir eseri olduğunun kanıtıydı.
Ardından gözlerim adamın geniş omzundan arkaya doğru kaydı ve beni izleyen o kalabalık grubu gördüm.
Aralarında o gece gördüğüm mavi gözlü adam ve en yakın arkadaşım Rose de Jong da vardı.
Erebos kapanı zihnimin içinde kıpırdandı. İçerideki kimsenin zihninden çıt çıkmıyordu.
Rose’un bile.
🎧: Haggard, Per Aspera Ad Astra