İkarus’un Düşüşü tablosunu incelerken, Daidalos’un oğlu için yaptığı balmumu kanatları göz önünde bulundurarak, “Ne çok alçaktan uç, ne çok yüksekten,” deyişini düşündüğüm o günü hatırlıyorum. “Çok yüksekte uçarsan, güneş balmumunu eritir, kanatlarını yakar.” İkarus, daha ilk kanat çırpışında, onu öldüreceği kesin olan güneşe tutulmuştu.
İkarus babasını dinlememişti. Daha ilk kanat çırpışında, onu çeken güneşe dokunmak, ona ulaşmak, onunla olmak istemişti. Gözünü güneş bürümüştü. Tüm gücüyle güneşe doğru yükselmeye başladığında, kanatları yavaş yavaş erimeye başladı…
Ve sonunda kanatları tamamen eriyerek koptuğunda, düştüğü denizin soğuk sularında kayboldu.
Titreyerek derin bir nefes verdiğimde, İkarus’un Düşüşü tablosu gözlerimin önünden silindi ve yerini neşeli kahverengi topazlar aldı. Adamın esmer yüzüne yerleşen beyaz bir ışıltıya sahip o gülümsemeye şaşkınlıkla baktım. Arkasındaki kafile de merakla bana bakıyordu.
“Rose?” diye fısıldadım sorar gibi, adam gözlerini kıstı ama artık ona değil, arkadaşıma bakıyordum. Rose bir adım öne çıkarak, “Hera, lütfen içeri gel,” dedi. Onun oynaşan zihnini, kirli düşüncelerini duyamıyordum. Zihninde koca bir Erebos bariyeri vardı.
“Taş bebek, arkadaşını dinledin diye sarı saçlarının uçlarından inciler dökülmeyecek,” diye fısıldadı muzip bir sesle. “Ya da belki dökülür.” Parmakları saçlarımın uçlarına dokununca ürperdim. “Karanlıktayken inci kadar parlak.”
“Lütfen bu dangalağın kusuruna bakma.” Araf Murat’a üstten kötü bir bakış atıp gözlerini yeniden bana çevirdi. “Ben Noyan Aktekin.”
“Darbe yapan dedektif,” dedim tek kaşımı kaldırarak.
Gülümsemesi genişlerken, “Ordu Prensesi olduğunu unutmuşum, afedersin,” dedikten sonra eliyle içeriyi işaret etti. “Lütfen?”
Eğer içerideki yabancı kafilenin içinde en yakın arkadaşım da olmasaydı, arkama bile bakmadan hızla buradan uzaklaşırdım ama içeri girdim. Tavan vantilatörü yeniden çalıştı, beyaz floresan odanın içini cızırdayarak aydınlattı ve bir lise sınıfındaymışım hissini veren masa ve sıralara doğru bakarken, “Bir hafıza okuyanmışsın,” dedi Noyan, irkilerek durup karşımdaki panoya baktım; sırtım onlara dönüktü. İfademdeki sarsıntıyı göremediler. “Ama çok daha fazlası olduğunu biliyorum.”
“Ona hala güvenmiyorum,” dedi Araf Murat. “Cesetlerin tamamı onun gibi hissettiriyordu.”
Birden öfkeyle ona doğru dönüp, “Ne diyorsun?” diye hırladım.
Araf Murat, gölgeli gözlerle bana bakarken kollarını göğsünde birleştirmişti. “Diyorum ki, aman tanrım bana öyle bakarsan diyemem, çok seksisin.” Gözlerini devirip tavana baktı. “Katilin sen olduğunu düşünüyorum.”
“Birinin karnını nasıl deşebilirim seni hıyar!” Öne doğru atılmamla, bir kılıcın kabzasından çıkan ses odanın içine yayıldı ve saliseler sonra gümüş gibi parıldayan kılıcın keskin ucu çenemin hemen altındaydı. Kılıcı tutan kişinin Farah olduğunu görünce, gözlerim kısıldı, dudaklarım korkusuz bir cümle için hızla aralandı. “En başından beri sana bir nebze güvenmiyordum süprüntü,” diye hırladım.
“Akıllı olduğunu biliyordum ama aynı zamanda sadece akıllı değil, zekiymişsin de.” Farah ruhsuz bir tonlamayla kurduğu cümlenin hemen arkasından gözlerini kıstı. “Seni kızdırırsam benim de mi karnımı deşersin Hera?”
“Kimsenin karnını deşmedim,” dedim dehşetle.
“Pençelerini kardeşimden uzak tutsan iyi olur.” Çenemi kılıcın ucuyla havaya kaldırınca gözlerim öfkeyle kaynadı. Damarlarımın genişlediğini, kollarımın içinde kablolar gibi dolanan o damarların içinde kan değil, kin dolaştığını hissettim.
“Sakinleşir misiniz lütfen,” diye fısıldadı narin bir ses. Gözlerimi kafamı oynatmadan yavaşça o sese doğru çevirdim. Siyah saçları arkadan düşük bir topuz şeklinde bağlanmış, kakülleri alnını örten koyu kahverengi gözlere sahip narin bedenli kadın bize bakıyordu. “Farah, lütfen kılıcı indir. Kardeşine zarar vermeyecekti.”
Rose, “O lanet kılıcı indirmesini söyleyin,” diye tısladı panikle.
“Farah, kılıcı indir,” dedi Araf ters bir sesle. “Sence istese bile bana zarar verebilir mi?”
Damarımdaki kin kalbimin içinde pompalandı.
Farah kılıcı indirecekti ki, gözlerimde sonsuz bir öfkeyle parladı, bir gözün kapanıp açılmasından daha hızlı bir manevrayla kılıcı avucumla kavradım ve Farah’ın yüzündeki ifade dondu. Kılıcı kafamın üzerinden geçirerek altında döndüm, sıkı bir tekmeyi yerde kaydırarak Farah’ın bacağına geçirdiğimde, Farah geriye doğru düştü ve kılıç metal bir tangırtı şeklinde yere düştü. Avucumdaki kanı üzerime silerken hırıltılı nefesler alarak çevremi saran kalabalığa baktım.
“Götünüz yiyorsa, bir adım öne çıkmanız yeterli,” dedim dişlerimin arasından. “Kimsenin karnını deşmedim ama biriniz daha bu kadının yaptığını yapmaya kalkarsa, onun kafasının içini deşerim.”
“O kız ordu eğitiyordu,” dedi Asyalı olduğuna emin olduğum ama hangi şehirden geldiğini bilmediğim o koyu renk saçların ve gözlerin sahibi sıkılgan bir edayla. “Yine de bir kılıç ustasıyla sıkı bir dövüş istersen Farah, bilmelisin ki ben buradayım. Kılıç kullanmayı bilmeyen birine kılıcı sadece korkak sürtükler çeker.”
“Kes sesini Zeyna,” diye tısladı Farah yerden kalkıp kılıcının sapını sıkıca kavrarken.
“Gel de kes,” dedi adının Zeyna olduğunu öğrendiğim kız dişlerini göstererek sırıtırken.
“Pekala hanımlar,” dedi Noyan. “Lütfen herkes pençelerini ve kesici aletlerini içeride tutsun.” Bana doğru yürümeye başladığında gözlerimi düşmanca kıssam da Noyan gülümsemeyle karşılık vermeyi sürdürdü. “Hera, damdan düşer gibi olmasını istemem ama bir grup doğaüstü insan meleziyle aynı odadasın ve sen de onlardan farksızsın.”
Şok anlıktı. Hücrelerimin bile yıkılıp yeniden daha dikildiğini, eski düşüncelerin yerini yenilere terk ettiğini hissettim. Şaşırmadım, kaçmak istemedim, kaçmayı düşünmedim bile. Hissettiklerim tortop olup içimi genişletti ama bağırmadım, sustum ve Noyan’ın gözlerinin içine zaten bildiğim bir gerçeği ondan duymuşum gibi sakince baktım. Eğer hiç belirti göstermeseydim belki tüm bunları yapabilir, hatta kahkahalara boğulabilir, belki en doğal haliyle korkup kaçmaya çalışabilirdim ama belirtilerden fazlası vardı; deneyimler vardı.
Tek sorduğum, “Hepiniz benim gibi misiniz?” oldu.
“Şey,” dedi Noyan komik bir ifadeyle tek kaşını kaldırıp boşluğa bakarken. “Hayır. Bazıları alt benliklerindekini yansıtırcasına bir hayvan.” Arkadan söylenenleri tasvip etmeyen bir homurtu sesi çıktı. “Bazıları da tam zamanlı insan. Yani sanırım.”
Üç numaraya vurulmuş kısa saçlarının altından kafa derisi görünen kumral adam, “Ben bir Gölge Teğmeni’yim,” deyince, tek kaşımı kaldırıp yabancıya baktım. “İsmim Baha. Mavi Yakalıyım.”
“Evet, aynı zamanda benim en yakın arkadaşımsın ve karındeşen bebeğimle de hiç ilgilenmiyorsun,” dedi Araf Murat, Baha’ya sevimsiz bir gülümsemeyle bakarak.
“Gölge Teğmeni de ne?”
“Asker,” dedi Baha, ardından yumuşak bir gülümsemeyle ekledi. “İnsan askeri değil, doğaüstü askeri.”
Az önce konuşan saçları topuz şeklinde toplanmış kaküllü genç kadın, “Ben Carmella Halvorsen,” dedi hafif aksanlı sesiyle. “Bir huzurgetirenim.”
“Hu…huzur getiren mi?” Allak bullak olmuş bir ifadeyle Carmella’ya bakakaldım.
“Sana dokunurum ve kaygılarını azaltırım, korkularını yok edemem ama o an korkmana engel olabilirim,” dedi mahcup bir sesle.
“Kısmen Carmella,” dedi Noyan alayla. “O da diğerleri gibi. Buradaki kimseye huzur getiremezsin. Sadece gerçekten safkan insanlara getirebilirsin.” Göz ucuyla bana baktı. “Tuhaf, çığlık atarak kaçman gerekmez miydi? Ya da karnın çatlıyormuş gibi gülmeye başlaman?”
“Neler yaşadığımı bilseydin, bu ihtimalleri düşünmezdin,” bile diyerek kestirip attım. “Ama ben ne olduğumu bilmiyorum.”
“Güzelim, emin ol, başta hiçbirimiz bilmeyiz,” dedi Zeyna. “Genlerimde akrabalarımın kanından çok, su var.” Saçlarını savurdu. “Ben bir su tanrıçasıyım, Noyan bana Dalgabüken demeyi tercih ediyor.”
“Kendine su tanrıçası mı diyorsun?” Alaydan uzak sesimdeki küçümsemeyi duymuş gibi kaşlarını çattı: “Ya ne dememi bekliyordun? Dünyada kalan son su kuşuyum.”
“Tanrıçayım demek komik geldi sadece,” diye homurdandığımda Rose sırıtıyordu. “Sen hiç gülme. O sikiş dolu düşüncelerini duyamıyorum. Sana ne oldu?”
“Erebos Kapanı’mı senin yanındayken açmak zorundaydım,” dedi Rose, o an, o iki kelimelik cümle kafamda yankılandı: Erebos Kapanı. Hemera haklıydı. “Kalkanımı kaldırmazsam beni duyamaz ve şüphelenirdin. Seni çok seviyorum ama normal olmadığını biliyordum, bir şeyler duyabildiğini…ne olduğunu anlamam gerekiyordu. Tehlikeli bir şey olsan da seni severim Hera ama zihnimi duyamazsan beni tehlike olarak görebilirdin.”
Midem burkulurken, “Bu herifi tanıyor muydun?” diye sorarak o herife bakmadan parmağımın ucuyla onu işaret ettim.
“İncinmeye başladım,” diye homurdandı Araf Murat. “Onun bir Cehennem Perisi olduğunu bilmiyordum bile.”
Cehennem Perisi mi?
“Kesinlikle tanımıyordum. Tanıdığım tek kişi Noyan ve Farah’tı, gerçi Farah kendini iyi gizledi, ben bile ne olduğunu anlamadım. Senin gibi hafıza okuyamadığım için düşüncelerinin sessiz olduğunu da bilmiyordum. Kapanı olduğundan habersizdim.”
“Peki ya bu herif?” Bu kez, o gece karşıma çıkan mavi gözlü adamı gösteriyordum, adam, hedefim olduğunu fark edince eldivenli elini kaldırıp işaret parmağıyla kendini gösterdi ve küçümseyen bir bakışla kafamı salladım.
“Hanımefendi, ağzınıza yakışmayacak laflar ediyorsunuz,” diye homurdandı.
“Kes sesini.”
“Hey, abimle doğru konuş,” diye hırladı yanındaki sarışın herif.
“Sen de kes.”
“A-a,” dedi Araf Murat. “Ne agresif çıktı bu ya.”
“Sensin bu.”
“Beni duvara çarpıp tüm kemiklerimi farklı noktalardan kırsan bile tüm o ağrı sancıya rağmen tahrik olabilirim,” diye mırladı Murat, Noyan ve Baha ona tuhaf tuhaf baktı.
“Neden buradayım?” Tek sorum bu oldu, herkesin nefesini tutup birbirine bakmaya başlamasına neden olan soru… Saniyeler, cehennemden sızmaya başlayan alevler gibi etrafımıza sızarak yükselmeye, lavdan bir okyanusun ilk dalgasını usulca büyütmeye başladığında, tekrarladım: “Benden ne istiyorsunuz?”
“Karındeşen olmadığını kanıtlamanı,” dedi Araf Murat. “Tek öpücüğüne okeyim, öp ve inanayım.”
“Mırlayıp durduğuna göre kedigillerdensin,” diye yapıştırdığım an, camgöbeği gözleri muziplikle parladı.
“Bu kız aynı zamanda psişik,” dedi siyahi, şu ana dek gördüğüm en güzel kadınlardan biri soğuk bir sırıtışla bana bakarken. Polis üniformasının içindeki donuk görüntüsüyle bile su kadar güzeldi.
“Ama bir kedi gibi dokuz canlı olduğunu sanmıyorum,” diye ekleyerek Araf’a baktım. “Ben bir karındeşen değilim. Kendimi sana kanıtlamak zorunda da değilim. Üzerime gelmeye devam edersen, beyindeşen olabilirim.”
Araf sert yüzüne rağmen dudaklarını büzüp, “Kafiye desen var…” diye mırladı.
“Bu herif gerçekten kedi mi?”
“Leoparım,” dedi Araf. “Kar Leoparıyım.”
Bana sağlam bir yumruk atmış gibi ona bakakaldığımda, zihnimde beliren o eski haberin görüntüsü gözlerimin önünü usul usul süslemeye başladı. Zemin karardı, beraberinde karanlık duvarlara da yayıldı ve herkesi sildiğinde, artık o eski, bayat anının içindeydim.
Gökyüzü mavi beyazdı, Mavi Yaka’daki birliklerden birindeydim, dışarıda kar attırıyor, dallara çöreklenen karlar bir gelinin dantelini işler gibi yavaşça yeryüzüne seriliyordu. Televizyonun ışığı mavi-gri odanın içinde kıpırdaşırken camın önündeydim, parmaklarımın arasında tuttuğum viski kadehinin içindeki kehribar içkinin yarısından çoğunu içmiştim. Yerel kanallardan birinin verdiği haberi dinlerken yarı uykulu gözlerim, yeryüzünü sarıp sarmalayan beyazlığı izliyordu.
“Yetkililer, görüntülere takılan Kar Leoparı’nı aramayı sürdürüyor. Ormanda tek bir izine rastlanmayan, yıllarca izine rastlanmamış bu değerli tür şehrimiz için tehlike teşkil ediyor mu? Vahşi kedi ve panter ailelerinin soyundan gelen kar parsları -leoparları- sırtlar, uçurumlar ve kaya mostralarında yaşamayı tercih ederler.” Kadının cümleleri son bulduğunda, genç bir adam sesi, “Aynı zamanda, arkalarında asla iz bırakmadıklarını biliyoruz Melisa,” dedi. “Kar parslarının karda bile ayak izi bırakmadan gittiklerini biliyor muydun? Kar leoparları istemedikleri sürece asla izlenemezler. Hatta öyle ki, onların izini süren hayvan ya da insan fark etmez, avcının, hemen arkasından sessizce ilerlediklerini ve onları arayan avcının arkasında ilerlediklerini bile fark etmediğini söylerler. Avcının ayak izlerine basarak arkasından gidiyorlar ve avlamak isteyen şeyi avlıyorlar. İnanılmaz sinsi değil mi?”
“Sence kar leoparının inini bulabilecek miyiz Metehan?”
“Sanmıyorum Melisa,” dedi adam düşünceli bir sesle. “Yine de kendini göstermesinin kesinlikle bir sebebi vardı.”
Hafızam gerekeni aldığımı belirtmek istercesine beni dışarı ittiği an, “Gerçekten bir hayvan formu alabiliyor musun?” diye sordum telaşsız bir sesle.
“Evet.”
“O sendin,” dediğimde afalladı. “Öğlen haberlerinde bangır bangır bahsedilen kar leoparı. Mavi Yaka’da görüntülenen.” Araf, cam yeşili gözlerini kıstı. “Bilerek görüntülendin.”
“Noyan’ın beni bulması gerekiyordu,” dedi sadece.
“Neden?”
“Çünkü Noyan’ın hepimizi toplaması gerekiyordu,” dedi Carmella nazik bir sesle. “Bir gün bir şeylerin tamamen ters gideceğini biliyorduk. Bu cinayetler, yakalaşan fırtınanın basit emareleri.”
“Ve hala ne olduğunu bilmeyenler var,” dedi Noyan. “Kuruluşunu üstlendiğim ekibimde hala hayati değer taşıyan eksikler var.”
“Ona çok fazla bilgi veriyorsunuz,” diyen kişiyi tanımıyordum, ilk kez konuşmuştu. Bir adım öne çıkınca, Noyan omzunun üzerinden ona baktı. “İzninle, yalan söyleyip söylemediğini öğrenebilir miyim?” Sorusu beni afallattığında, gözleri bedenimde geziniyordu. Kumraldı, çikolata kahvesi gözleri, beyaz bir teni, oldukça yakışıklı bir yüzü vardı. Ben daha mimiğimi kıpırdatmamıştım ki, önce gölgeler geldi, sonra floresan söndü ve karanlık bir ıslık gibi aramızda dolaşıp onun etrafını sardı. Işık yeniden bir tomurcuğun güle dönüşme anı gibi yavaşça açılırken, artık karşımda duran o kumral, yakışıklı adam değildi.
Karşımdaki, siyah burgulu boynuzları geriye doğru kıvrılmış, sivri kulakları olan, teni tamamen kırmızı, insan görünümüne sahip bir yaratıktı. Elmacık kemiklerinden kaşlarının üzerine siyah dikenler vardı, dudakları simsiyahtı, gözlerinin içi neredeyse tamamen siyah gibi duruyordu, çıplak omuzlarının üzerinden de küçük, dikene benzeyen iki boynuz çıkmıştı.
Gözlerimiz birbirine dokunduğunda, boğazımın gerisinde parçalara ayrılan o çığlık, dışarıya şaşkınlığa dönüşmüş bir mırıltı olarak döküldü.
“Ben Asil,” dediğinde, sesi artık yalnız değildi; ilk duyduğum sesin yanına bir de kalın, pürüzlü ve ürkütücü bir ses eklenmişti. Sanki bir bedende, iki insan konuşuyordu ama biri kesinlikle insan değildi. “Cehennemde yalan çok, dürüstlük neredeyse hiç yoktur. Herkesin kaburgası gerçeğin ve yalanın kapısıdır.” Bana doğru bir adım atınca bir adım geri atmamak için yumruklarımı sıktım. Siyaha boyalı tırnakların süslediği kırmızı elini kaldırınca gözlerim önce eline, sonra tekrar enteresan yüzüne çevrildi. Elini kaburgamın biraz altına bastırınca, gözlerim birden geriye doğru kaydı; artık beyazının göründüğüne emindim ve sonra duydum. Cehennemin sesini duydum.
Ateşin, küflü demir kapıların, seksin ve kötülüğün sesini duydum.
“Lilith’den misin yoksa Havva’dan mısın?” diye sordu biri bana kalbimden bile yakın hissettiren sesiyle. “Söyle bana, dürüst müsün yoksa bir yalancı mısın?”
Elini çekmesiyle gözlerim yavaşça yerine indi ve Asil, “Tuhaf,” dedi iki kişiye ait gibi çıkan o karmaşık sesiyle. “Sen hem cehenneminsin hem de yalana ait olmayansın.” Bana uzun uzun baktı; dehşete düşüren yüzündeki güzelliği keşfettim. Kötülüğün getirdiği o muhteşem güzelliği. Ürkütücü duruluğu…
“Cinayetleri benim işlemediğimi gördün,” dedim kısık bir sesle.
“Hayır,” derken başını iki yana sallıyordu. “Hayır, hayır. Hiçbir şey görmedim. Sadece cehennemi ve dürüstlüğü gördüm. Ama bu cinayetleri var etmediğini gösterecek yeterli bir kanıt değil. Bu sadece…kafa karıştırıcı.” Burnundan sert bir nefes verdiğinde sadece ben değil, içerideki herkes onun bu formunu ilk defa görüyormuş gibi ona bakıyordu. Araf ve Noyan dışında.
“Ben katil değilim,” dedim Asil’in geniş, siyah gözlerinin içine bakarak.
“Dürüstsün.” Gözlerini yüzümden çekmeden konuştu. “Ama küçük kız, yalan söylememene rağmen kafanın üzerinden kabarıp bana gözlerini diken o karanlık ruh, neden cehenneme ait olduğunu söylüyor?” Başımın üzerine sanki o karanlık ruhu görüyormuş gibi uzun uzun baktı ve sonra Araf’a döndü. “O senin gibi.”
“Kar l…”
“Hayır, değilsin,” dedi Asil beni bölerek, hala Araf’a bakıyordu. “Hem bir yırtıcı formu hem de insana özgü formu var.”
O geceki gözlü adam, “O halde o çift şekil değiştiren,” deyince, şaşkın bakışlarım artık ondaydı. Kibar bir reveransın ardından, “Ramon Velencoso,” diye açıkladı. “Tanışmak bir zevkti.” Göz ucuyla yanındaki sarışın erkek kardeşine baktı. “Sana onun bir insan kız olmadığını söylemiştim.”
“Evet,” diye homurdandı sarışın. “Az önce az daha buruşuk götünü tekmeleyecekti.” Tekrar bana baktığında, yüzü artık daha barışçıl bir ifadeyle parıldıyordu. Boynundaki garip dövme dikkatimden kaçmadı. “Valerio Velencoso,” dedi sade bir sesle. “Tanışmak bir zevkti.”
“Ah Heracık,” diye öne atılan tuhaf kıyafetliye bakakaldım. Vatkalı omuzlara sahip gömleğinin kolları fırfırlıydı, uzun kıvırcık saçları çenesinin biraz üzerinde duruyor, uzun bedeni zayıf ama kaslı görünüyordu. Yeşil, oldukça kısık bakan hilebaz gözleri vardı; muhtemelen yirmili yaşlarında genç bir adamdı. “Ne büyük bir zevk, ne büyük bir zevk. Sana duygularımı sunmama izin ver.” Reverans yapmak için eğilince, Zeyna kıkırdadı. “Ben ölümsüz kulunuz Frederick Velencoso.” Frederick, hemen önümde dikilen Asil’i baştan aşağıya süzdü. “Şeytan Bey, aa size Şeytan Bey demem de bir sakınca yoktur umarım? Bir merakımı dile getirmek isterim, tamamen her noktanız kırmızı mı? Anlarsınız ya sıkı şeytan kalçalarınız ve şeytan penisiniz?”
Asil ona düz düz baktı.
“Pasif misiniz yoksa aktif mi?” diye sordu Frederick yeniden. “Ben aktifim ama böyle şeylerin aramızda lafı olacağını pek sanmıyorum.” Gözlerini bana çevirdi. “Sana karşı da pasif bile olurdum Heracık.” Tekrar Asil’a baktı. “Bu arada bey diyorum ama herhangi bir samimiyete de açığım. Ayrıca kırmızıyı severim. En sevdiğim renk.”
“Manyak oldu ikisi arasında,” dedi Valerio bana ve Asil’a baktıktan sonra abisine sokularak.
“Abin olduğum için sana katılıyorum.”
“Değilsin.”
“Evet abinim.”
“Katılma bana istemiyorum.”
“Katılırım, sana ne? Abin değil miyim? Katıldım şu an.”
“Katılmayacaksın.”
“Katılıyorum.”
“Sen kimsin de bana katılıyorsun ya?”
“Abin,” dedi Ramon düz bir sesle.
“Biri,” dedim soluk bir nefesin ardından, hemen sonrasındaysa emrettim. “Bana burada neler olduğunu anlatsın. Hemen. Daha detaylı. Gerekirse aptala anlatıyor gibi, heceleyerek.”
Araf Murat, sinsi, fırtınayı anımsatan bir sırıtışın hemen ardından yanımdaydı. “Sana neler olduğunu anlatmayı bizzat ben istiyorum Güzel Hera,” dedi şakır gibi. “Sen bir çift şekil değiştirensin. Bir hayvan bir insan yanın var, bir de melez yanın.”
“Hayvan senin gibilere denir,” dedim kaskatı bir sesle. “Benden uzak dur, kafanı rondodan geçiririm.”
“İnan topluluk içinde azdırılmasam daha iyi olur,” dedi Murat alaydan uzak bir ciddiyetle. “Lütfen beni böyle tahrik etme.”
Noyan’a bakarken panik bedenime usul usul kıvrılarak sokulmaya başlamıştı ama çaktırmamak konusunda ısrarcıydım. Noyan’ın anlayışla parlayan kahverengi gözlerine uzun uzun baktım, sonunda başını iki yana sallayarak, “Hera,” dedi, “bazen bazı şeyler sandığımızdan farklıdır. Tıpkı üzerinde yaşadığımız bu dünya gibi.”
“Bunu bana mı söylüyorsun? İnsanların düşüncelerini duyuyorum ben. Beni bir şeylere hazırlamaya çalışmana gerek yok Noyan, tek seferde anlat.”
“Pekala o zaman en duru haliyle, kaosun ortasındayız. Şekil değiştirenleriz, melezleriz, insan soyunun kırıldığı noktayız. Sen ve buradaki herkes, öyle.” Gözlerime öyle bir gerçekçilikle baktı ki, kemiklerim bu doğru karşısında onlarca farklı yerinden kırılacakmış gibi ayrıştı. Kalbim gümbürdemeye başladı. “Doğaüstüsün. Tıpkı buradaki herkes gibi. Ve bu ekibi kurmak zorundayım. Sonunda vahşi hayvanlar gibi birbirinizi parçalayacak bile olsanız Hera, bu ekibin içinde olmalısın. Çünkü ilk tehdit bizim gibi birinden geldi. Bir doğaüstü dışarıda insanları deşiyor ve onun ne tür bir şekil değiştiren olduğunu bilmiyoruz. Ve bu sadece başlangıç. O dengeyi korumak için insanları kanatlarımızın arkasına saklamamız gerek.”
“Kanatlarımızın arkasına mı?”
“Evet. Kanatlarımızın.”
Gölgeler bir anda üzerimize çullandı, zihnimde arka arkaya patlayan sis yüklü bombaların yükselttiği bulutların arasından iki yana açılan parıltılı kahverengi kanatları gördüm. Burnuma çam kozalaklarının kokusu doldu, daha sonra Noyan’ın iki koca kanadın ortasında durmuş bana bakıyor olduğunu gördüm. Kahverengi kanatlarının tüyleri yoktu, kozalak burgusuna sahiptiler ama yumuşak duruyorlardı, gölgeler kaybolduğunda ışık o kahverengi kanatları amber gibi parlattı. Kanatlarının kıpraştığını gördüğümde boğazıma bir hançer saplanmış gibi, karanlığı üzerime giymiş halde onu izliyordum. Kanatları o kadar büyüktü ki, birkaç kişi geri çekilip o kanatlara yer vermek zorunda kalmıştı.
Noyan bana doğru bir adım atınca neredeyse bir adım geri atacaktım, çenemi dik tutmaya çalışırken titreyen ellerimi bedenime bastırdım. Murat’ın keyifle parıldayan gözlerinin üzerimde dolaştığını hissedebiliyordum ama o gözlere karşılık veremedim. Şaşkınlık üzerime yıkılmış eski bir bina gibiydi ve o binada bir zamanlar mutlu aileler yaşıyordu; şimdiyse o yıkıntının içinde çürümüş cesetleri üzerimdeydi.
“Lütfen çığlık atacaksan bunu yapma,” dedi Noyan beni telkin etmek istiyormuş gibi elini havaya kaldırarak. “Yemin ediyorum bir açıklaması var ama polis merkezindeyken çığlık atman, kanatlarım açısından pek sağlıklı olmaz.”
Nefes nefese, “Tek kanadı olan sen değilsin değil mi?” diye fısıldadığımda, “Hepsi benim kadar harika değil Hera,” dedi ve hemen arkasından bir kanat daha kırmızı kaslı sırttan fırladı. Asil’in kanatları, Noyan’ın kanatlarının aksine bir yarasanın kanatlarına benziyordu ama oldukça büyük, siyah bir zarı anımsatırcasına kadife dokudaydı.
“Şovunuz bitti mi testesteron savaşçıları?” Bu soruyu soran sarışın kadın yavaşça gölgelerin arasından çıkıp iki kanadı da elleriyle iterek tam önümde durdu. “Merhaba.” Narin elini bana uzatırken, “Reagan Gallo,” dedi. “Muhtemelen anneannenden daha yaşlı bir kambazım ve korkma, uçmak için kanatlara ihtiyacım yok.”
Reagan bana kanbazları anlatmaya başladığında, Noyan ve Asil’in kanatları sırtlarından içeriye süzülmüş, Asil gölgelerin arasında eski yakışıklı görüntüsüne kavuşmuştu. Bir süre sonra içerideki herkesle ilgili fikir sahibi olacağım kadar bilgiyle donatılmıştım. Bunu aralarında tek aklı başında davranan Reagan’a borçluydum. Bana Ramon, Ramon’un kardeşi Valerio, kuzenleri Vasili ve Frederick’in de bir kanbaz olduğunu, cinayetlerin üzerlerine yıkılmasından korktuklarını anlatmışlardı. Noyan, tüm bu garip ‘insanları’ bir araya toplamıştı, çünkü yakın zamanda bu cinayetlerden de ötesini görecektik.
Rose’un henüz tam olarak güçlerini uyandıramamış bir peri olduğunu öğrendiğimde, Rose’a o kadar uzun süre bakmıştım ki, dayanamayıp alnını dizlerime bastırarak ağlayarak özür dilemişti; bir perinin genlerini taşıdığını bildiğini ama hiçbir zaman buna tam olarak inanmadığını anlatmıştı. Sonrasındaysa belirtiler, tıpkı bendeki emareler gibi güçlenerek onu alevlerle sarmış ve bir peri olduğuna inandırmıştı.
Noyan bir karmagetirendi, ne olduğunu anlatmamıştı, sadece karmagetiren demişti; kanatları olan bir karmagetiren. Aynı zamanda da bir dedektif… Farah bir beyaz kaplandı, dört elementin bekçisi olduğunu söylerken bana özür dileyen gözlerle bakması ona duyduğum öfkeyi bir nebze bile olsun hafifletmemişti. Jadira, yani polis kız bir çöl cadısıydı, tüm bu deli saçmalıklarına inanmama neden olan zihin gücü beynimin içinde kalp gibi çarparken yapabildiğim tek şey onları dinlemek olmuştu.
Geçen birkaç saatin sonunda, siyahi güzellik tanrıçasını işaret ederek, “Sen bir çöl cadısısın,” diye mırıldandım, beni başıyla onayladı. Asil’e, “Sen bir cehennem prensisin,” dedim kuru bir sesle. Başını aşağı yukarı sallamakla yetindi; gözleri gaddar ve ruhsuz bakıyordu. Kanbazları işaret ederek, “Siz de mitlerde bile ismi geçmeyen kanbazlarsınız,” diye fısıldadım.
Frederick, “Ölümsüz kulun,” dedi reverans yaparak.
Velencosolar ve Reagan kanbaz.
Jadira bir çöl cadısı…
Zeyna bir su tanrıçası, diğer deyişle su kuşu…
Baha bir gölge teğmeni…
Carmella bir huzurgetiren…
Uzun uzun yüzümü izleyen o sessiz ışık yüzlü kadın, yani Ayevi, bir şifagetiren / ay dokuşunu…
Noyan bir karmagetiren… Farah beyaz kaplan… Araf Murat çift şekil değiştiren, aldığı şekillerden biri kar leoparına ait.
Ve Asil… o bir cehennem prensi.
Yani bir şeytan.
“Hala eksiklerimiz var,” dedi Noyan sonunda adapte olduğuma inanmış gibi oturduğu yerden kalkıp beyaz tahtaya doğru yürüyerek. Tahtanın kaleminin kapağını ağzıyla açıp bir daire çizdi ve dairenin içine, “Burada biz varız,” diyerek bir şekil çizdi. Ardından dairenin dışında kalan kısmına isimler yazmaya başladı. “Aydilge,” dedi ilk isme. “Bir fısıldayan. Kwan Lee, bir ateş samurayı. İsmi bilinmeyen bir Sirius nöbetçisi de var.” İsimleri ve anonimi tahtaya kazıdı. “Hermes,” dediği anda bel kemiğime tekme yemiş gibi iki büklüm oldum. “Haberci.” Gözleri Rose’a kaydı. “Ve senin aksine sayın Lilith’in kaburgası, bir de Havva’nın kaburgası olan diğer periyi bulmamız lazım.”
Gözlerini yüzüme çevirdi.
“Ve ikizin Hemera.”
“Hermes de abim olan Hermes mi?” Sorumu taşıyan sesimdeki soğukkanlılık Noyan’ın rahat bir tavır takınarak başını sallamasını sağladı.
“Kız kardeşin hafıza silebiliyor, sen hafızaları dinliyorsun, abin de hafızaları öngörüyor. Gelecekten gelenleri hafızalara yerleşmeden öğrenmek gibi.”
“Hemera’yla ilgili her şeyi biliyorsunuz,” diye fısıldadım. “Çünkü beni tanıyan herkesin hafızasını değiştirse de sizin gibilerin hafızasını değiştiremez.”
“Aynen öyle,” diye atıldı Murat. “Yani o hasta kardeşine söyle, umarım karındeşen o değildir. Çünkü onu hiç seksi bulmadım. Senin avantajın beni aşırı yükseltiyor olman, ki bu bile eğer bir karındeşensen yemeğime şap koymuşlar etkisi yaşamama neden olur.”
“Kız kardeşim ileri derecede demans hastasıydı.” Başımı salladım ve sustum. “Bir tuhaflık olduğunun ben de farkındayım. Cinayetleri ben ya da kız kardeşim işlemedi, buna eminim ama…”
“Ama ne?” Murat bunu sabırsız bir sesle sormuştu.
“Aması şu… Hemera gücüne çok hakim. Birdenbire tüm hafızaları bükebildi.”
“Konumuz buysa, emin ol sen de şu an istesen bu odadaki insanlar dışındaki herkesin hafızasını eritip düşüncelerini birbirine katarak onları delirtebilirsin,” dedi Murat, camgöbeği yeşili gözleri tenimin üzerinde tıpkı kırıkları keskin bir cam gibi parıldıyordu.
“Pekala. Asil, Hera’nın bir yalancı olmadığını gördü ama aynı zamanda onda cehennemi de gördü,” dedi Noyan, bana özür dileyen gözlerle bakarken, bir sonraki cümlesini tahmin edebilsem de sadece onu dinledim. “Bu demek oluyor ki… Bilincin dışında hareket ediyor olabilirsin Hera. Bu yüzden Araf’ın gözleminde olman hepimiz açısından daha sağlıklı olacak. Bu ekipte sana ihtiyacımız var ve senin… insanlara zarar vermemen gerek. Sana yapıyorsun demiyorum, yapmıyor da olabilirsin elbette… ama bilincin dışında da hareket etme ihtimalin var.”
“Güç bir volkan gibidir, yerli yersiz patlama eğilimi gösterir,” dedi Murat sertçe. “Yaşadığın sıçrayışlar hangi seviyede bunu görmem gerek. Ve Hera, unutma, ben yalanı Asil’den daha net görürüm.”
“Benimle suçlayıcı tonlamalar kullanarak konuşma,” diye hırladığımda, Araf Murat sinsi bir gülüşle gözlerini kısarak başını eğip bana alayla baktı.
“Peki ya Hemera’ysa” diye sordum kendimi tutamadan. “Ya kız kardeşim bilinci dışında şu salağın dediği gibi bir sıçrayış yaşıyorsa?”
“Salak mı? Teesüf ederim, ben kocam demeni tercih ederim.” Murat öksürüp Noyan’a döndü. “Cesetler ikizinki gibi hissettirmiyordu. Ayrıca ikizi gözlemledim, ölüm saatlerinin tamamında odasında insanları keklemekle meşguldü.”
“Biz tek yumurta ikiziyiz. Nasıl aynı hissettirmez ya?”
“İkizinin saçları soba borusunun içinden geçmiş gibi kapkara, seninki de eğer boya değilse -lütfen boya değil de kalbim bu kadarını kaldıramaz, sen çakma sarışın olmamalısın hayatımın kadını- civciv gibi sarı, nasıl tek yumurta oluyorsunuz ya?”
“Olabiliyor salak,” dedi Reagan, Murat ona hırladı ama Reagan gözlerini devirip orta parmak göstermekle yetindi.
“Yine de kız kardeşimi de inceleyeceğim,” dedim sert bir sesle. “Bilmesi gerektiğinden fazlasını biliyor.”
“Erebos Kapanı’ndan bahsediyorsun, değil mi?” diye sordu Noyan, başını salladıktan sonra, “Çok meraklı bir ikizin var, uzun zamandır onun adımlarını takip ediyordum,” dedi keskin bir sesle. “Şunu göz önünde bulundur Murat, katil Hera ve Hemera’nın sancılı uyanışlarını fırsat bilip ikisinden biri gibi davranıyor, onların dokusunu kopyalıyor olabilir.”
Araf, bu düşünceye karşı çıkmak istemesine rağmen, yalnızca, “Doğru,” demekle yetindi.
Noyan’ın gözleri sessiz güzelliği taşıyan bedene çevrildiğinde, benim de gözlerim ikisi arasında bir köprü kurdu. “Ayevi,” dedi Noyan nazik bir sesle. “Katılım çağrıma kulak verdiğin için teşekkür ederim. Gelmemen çok üzücü olurdu.”
Ayevi’nin dudaklarında ay ışığı renginde bir duruluk dalgalandı, gülümsemesi yüzeyi buzlarla kaplı Mavi Yaka Ay’ı gibiydi. Noyan uzun uzun o gülümsemeyi izledikten sonra derin bir nefes alıp gözlerini bana çevirdi. “Araf seni eve bıraksın, eğer uygunsan, yarın akşam Velencosoların konağındaki yemeğe katıl lütfen. Hemera’yı da aramızda görmekten şeref duyarız.”
“Beni kimsenin bırakmasına ihtiyacım yok,” diyerek oturduğum yerden kalktım. Rose, bana doğru bir adım attı ama aramızdaki sır, kalbimi kırsın ya da kırmasın, o anın getirdiği yoğunlukla beni onu durdurmanın eşiğine sürükledi. Elimi kaldırıp durmasını isterken solgun nefesler alıyordum, dudaklarım kupkuruydu. Tüm bunların bir rüya olmasının imkanı yoktu, bunlar uzun süredir hayatımın üzerine çökeceğinin belirtilerini bana gösteren karanlığın üzerimdeki ilk etkileriydi.
Noyan, “Hera, lütfen,” dedi. “Eğer biri seni ya da kardeşini kopyalıyorsa, tehlikede olabilirsiniz.”
“Ya da bilincimin içinden sıçrarım ve hepinizin karnını deşerim,” dediğimde, Noyan’ın beti benzi attı. “Ben katil değilim. İçten içe hepinizin bir katile baktığınızı düşündüğünüzü bilmek için sizin hafızanızın sesini duyabilmeme gerek bile yok.”
Araf’ın önce sesini hissettim, ardından parmak uçlarını yavaşça bel boşluğuma dokundurdu, çok ilerideki benzin istasyonunda yanan lambaların voltajı düştü ama hiçbiri patlamadı. Dokunuşu derinleşti, bel boşluğumdaki parmaklarının baskısı her nasılsa ruhuma bir yağmur gibi yağmaya başladı. Geri çekilmedim, tepki vermedim, beni izleyen kalabalığa meydan okuyan gözlerle bakarken Araf Murat’ın dokunuşlarını tenimden silmek istemedim.
“Yalan söylemiyor,” dedi Araf. “Bilincinin dışına sıçrıyorsa bile haberi yok. O masum.” Beni belimden yavaşça iterek kapıya yöneltince dönüp ona hırlamak yerine sakin adımlarla kapıya yöneldim. “Beni kovsun ya da kovmasın, bu gece onun kapısında nöbet tutacağım. Merak etmeyin. İyi geceler.”
Dudaklarımı aralayıp tek kelime etmeden odadan çıkıp, karanlığın yoğunlaştığı koridorda yanımda Araf Murat ile birlikte ilerlemeye başladım. Polis merkezinden çıkmadan hemen önce Meriç’in yanına uğramıştım, yüzümdeki renk kaybını fark etmemişti ya da ben gerçekten iyi rol yapıyordum.
Arabama doğru yürümeye başladığımda arkamdan geldiğini biliyordum; arkamda kalmıştı çünkü kapıdaki polislerden biriyle konuşmuştu. Arabamın uzaktan kumandasını çıkardığım an, “Doğrudan eve mi gidiyorsun?” diye sordu ama cevap yerine omzumun üzerinden ona uzanan zehirli yılan bakışlarımdan birini aldı. “Sana yardım etmeye çalışıyorum Hera. Sana inansam da inanmasam da yardım etmek zorunda hissediyorum.” Ona neden diye sormadım, sadece gözlerine, gecenin karanlığında bile cam gibi parıltılar saçan yeşillerine baktım.
“Doğrudan eve gidiyorum.”
“Güzel. Ben de,” dedi, tek kaşımı kaldırmam onu gülümsetti ama bu kez gülümsemesi zayıftı, ruhsuz bakan gözleriyle bütünleşmiş, nabzı var olmayan bir gülümsemeydi.
Ellerini deri ceketinin ceplerine soktu ve bana doğru kararlı adımlarla ilerlemeye başladı. Her bir adımında gözlerimizin birbirine olan sınırı biraz daha kalkıyor, şehrin bir noktasında tüm ışıkların voltajı hızla düşüp tekrar patlama yaratacak bir gürlükle yanıyordu. “Unutma, seninle komşuyuz taş bebek.”
Tam yanımdan geçti, hemen birkaç metre ileride, koruluğa sırt veren 4×4’ün yanında durduğunda, camları da dahil olmak üzere tamamen karanlığa gömülü cipe ve ona baktım. O daha çok spor arabalara binen bir paralı serseriye benziyordu, bu cip onun için çok karamsar görünüyordu; hoş, eğer konuşmadan öylece duruyor olsa, onun da karamsar bir yüze sahip olduğunu düşünürdüm ama konuştuğunda işler değişiyordu.
Cipin kapısını açtıktan sonra omzunun üzerinden bana baktı.
“Üstü açık, jantları yere sürtünen bir spor araba bekliyordun değil mi?” Sivri köpek dişlerini göstererek sırıttı. “Çok beklersin.”
“Senden bir şey bekleyecek salaklıkta bir kadın olduğumu da düşünmezsin ya,” dedim ona boş boş baktıktan sonra arabamın kilidini kaldırarak. Kapım bir kanat gibi yukarı kalktı ve arabama bindim ama kaşlarımın ortasında beliren yarık birden öyle çok derinleşti ki, direksiyonu sökecektim. Motordan bir kedi mırıltısı bile gelmiyordu. Üç, dört denemenin sonunda arabadan inip hala bir kanat gibi açık duran kapıyı kapatmadan arabanın arkasına doğru yürümeye başladığımda, Murat kollarını göğsünün üzerine toplamış keyifle beni izliyordu.
“Sen gitsene.”
“Seni yaya mı bırakayım?”
“Hallederim,” dedim. “Motordan anlıyorum. Yani süper kahramana dönüşmeyeceksin, kaybol.”
“O motoru susturan kişi olarak söylüyorum ki, o iş zor,” dedi sırıtarak.
Öfke, bir baş gibi yavaşça yukarı kalkıp, ateş gibi parlayan gözlerini açtığında, kasılan damarlarımla, “Ne yaptım dedin sen” diye tısladım, tıslamam onu duraksatsa da pek gözdağı vermemiş olacak, sırıtışı küçüldü ve daha sinsi bir hal aldı.
“Siyah pençelerini gördüm. Oradayken. Her yeri kızıl görüşe geçen vahşi gözlerinle izleyip ellerindeki değişimi izliyordun. O pençelerle birini sadece dokunarak şişleyebilirsin. Yani Freddy Krueger, benimle geliyorsun.”
“Anonim eser saçma korku filmleri izlediğini bilmiyordum.” Ellerimle ilgili hayal görmediğimden emin olmama neden olan cümlesi zihnimi eşeleyip öfkemi dondursa da gözlerimdeki ateşi silmeden ona baktım. “Arabama tam olarak ne yaptın?”
“Onunla konuşmaya çalıştım Hera,” dedi ciddi bir sesle. “Durdum ve ona benimle gelmen gerektiğini, zor çıkarmaması gerektiğini söyledim ama o canavar beni dinlemedi. Güçlü bir beygir gibi homurdanarak seni kendisinin götüreceğini söyledi.” Cipinin arka kapısını açıp siyah, kare şeklinde bir kutuyu çıkarıp havaya kaldırdı. “Ben de onun sesini kestim.”
“Akümü mü söktün lan sen?” diye bağırdığımda, dudaklarını öne uzattı, “Cezalandır beni annecik,” diye şakıdı.
“Umarım ben bir karındeşensem ve bilincim zihnimi parçalayıp çıkıyorsa, doğrudan seni deşmek için ensene biner.” Ona doğru bir adım atıp parmağımı kaldırarak salladım. “Bunun bedelini ödeyeceksin buzağı kafalı.”
“Ne kafalı?”
“Buzağı.”
“Buzağılar çok iyi yalarmış.”
“Siktir git.” Arkamı dönüp sinirle arabama doğru yürümeye başladığımda kollarını indirdiğini hissettim.
“Yani tabii eğer istiyorsan, yaparsın ama seni almadan gitmem,” dedi, başta ne dediğini anlayamasam da sonunda gözlerimi devirerek, “Pasifsin yani?” diye sordum.
“Oldukça aktifim ama beline bir strapon bağladığını görmek Hera… ah Tanrım…” Gözlerini yukarı kaldırdı. “Görülmeye değer bir manzara olurdu.”
“İnanılmaz edepsizsin ya.” Ona cins cins baktım.
“Bana siktir git derken sen Mavi Yaka Tapınakları rahibesiydin herhalde. Baban da papazdır, eminim hademeyle düzüşen deli kardeşin ve muhtemelen şu an kendisinden on yedi yaş büyük olan profesörlerinden birini masaya dayayan yirmi dörtlük abin de başrahibe ve papaz yardımcılarıdır.” Bana doğru yürürken elinde hala arabama ait o kalp görevi gören parça vardı. “Senin için bedavaya tamir edeceğim. Ama önce seni buradan götürmeliyim.”
“Tüm masrafları üstleneceksin.”
“Tamir ederim.”
“Sana güvenmiyorum.”
“Elimde arabanın kalbini tutuyorum,” dedi parçayı havaya kaldırarak. “Ustaca çıkardım onu. Kardiyoloji uzmanı gibiydim, yemin ederim. Temiz çalıştım.”
“Artık gidebilir miyiz?” Arabanın kapısını indirip kilitlerken burnumdan soluyordum. “Allah’ın cezası,” diye mırıldandım kendi kendime. “Gidip ormanda saklanması, bir şeyler avlaması gerekmiyor mu bu hayvanın?”
“Kar Leoparları çok iyi duyar,” dedi. “Kalbim kırılınca bir fil gibi öldüğümü düşünsene, fillerin kalpleri kırılınca ölür, ya benim de kalbim kırıldığında ölüyor olsaydım? Çünkü bilmelisin ki şu an kırıldım.”
“Geber.”
“Beş harfin ölümcül bir ok görevi göreceğine kim inanırdı ki?”
Ona aldırış bile etmedim. Aklım Hemera’daydı, bir şekilde o binadaydı, yalnızdı, benim gibi olsa bile savunmasızdı. İçimde kıprayan kötü hissi bastırmaya çalışırken cipin ön yolcu koltuğunda oturuyordum. Emniyet kemerimi bağlarken gözlerim bir noktaya takıldı ve uzun süre o noktayı izledim. Araf cipi çalıştırdığında motordan gelen güçlü ses ve önümüzü aydınlığa boyayan far ışığıyla beraber sırtımı koltuğa yaslayarak derin bir nefes aldım. Gözlerinin bana dokunup geri çekildiğini hissetsem de o his öyle kuvvetliydi ki, dönüp ona bakamadım ya da bana sataşır gibi mırlamasına aldırış edemedim.
Araf Murat ormanı ikiye ayıran dar yolda ilerlediğimiz sırada göz ucuyla bana bakınca yüzüme düşen saçımı kulağımın arkasına iterek beni görmesini sağladım. Zihnini duyamasam da bir şeyler söyleyeceğini biliyordum.
“Neden hiç yadırgamadın?” Sorusunun kökünün nereden fışkırdığını bilsem de sakin geçen birkaç saniyeyi sessizlikle taçlandırıp sorusunun havada asılı bıraktım.
“Neyi?”
“Bizim o tarz şeyler olmamızı,” dedi, ne olduklarından bahsetmedi, cümlenin üzerini sanki gocunduğu bir şeyden bahsediyormuş gibi ona uymayacak şekilde örttü.
“Ben de öyle bir şeyim.”
“Öyle bile olsa yadırgaman gerekmez miydi? Asil’in kanatlarını ve boynuzlarını gördün. Aynı zamanda normal bir insan gibi görünen Noyan’ın kanatlarını da gördün.”
Sorusuyla beraber içime çöken tedirginlik anlık olarak kayboldu. Düşüncelerim ona doğru hareket etmeye başladı. “Bazen uğursuzluğu hatırlatan kuş sürüleri görüyordum,” dedim, ilk kez kendimi birine açıyor olmanın getirdiği gerginliği omuzlarımı silkerek geriye doğru düşürmeye çabalasam da gerginlik düşmeyi, pençelerini omuzlarıma sapladı ve orada kaldı. “Sesler duyuyordum. İnsan ve…”
“Ve?”
“Ölüm sesleri.”
Bir an cip sağa doğru yalpaladı ve direksiyon hakimiyetini kaybeden Araf’a dehşetle örülmüş bakışlarımı çevirdiğimde, kireç gibi beyazlamış bir yüzle karşılaştım. Çehresini büyük bir hızla kaplayan dehşet, yine büyük bir hızla geri çekildi ve Araf gözlerini benden çevirerek direksiyonu sıkıp yolun ortasına doğru dengeleyip cipi sürmeye devam etti.
“Az önce ne düşündün?”
“Duymamak kötü değil mi?”
“Evet,” diye itiraf ettim. “Ne düşündün?”
“Birbirimize benzediğmizi,” dedi bana bakmadan buğulu, kalın bir sesle.
“O tür sesler mi duyuyorsun?”
Cevap vermek yerine, “Ellerini ilk kez o zaman mı fark etmiştin?” diye sordu. “Çok şaşırmış gibi görünüyordun.”
“Evet,” diye mırıldandım gözlerimi yola çevirirken, içimdeki o kademsiz his bir kalp gibi atıp genişledi. “Daha önce bedenimde bu tarz bir şey görmemiştim ama rüyalarımda görüyordum. Yani rüyalarımda kendimin karşısında duruyordum ve bana pek benzemiyordum.”
“Kabuğundan yeni çıkıyorsun. Cinayetlerin de birdenbire başlaması, okları elbette senin ve hademe bükücü kardeşinin üzerine doğrultacaktı elbette.” Bana inanıyor gibi konuşmuştu ama hemen ardından gelen soru kalbimi büktü. “Bana Hemera’dan şüpheleniyormuşsun gibi geldi. Yani orada, Noyan’ın karşısında kendini savunurken. İsteyerek yaptığın bir şey değil gibiydi ama bir yanın Hemera’yı suçluyor gibiydi.”
Bir başkasının günahıyla cehenneme gitmekten daha acısı, bir başkasının üzerine yıktığın günahın geride bıraktığı boşlukla cennete kabul edilmekti.
Pişmanlık, girdiği zihni kurutana kadar bırakmazdı. İçimde, sebebini bilmediğim o çaresiz suçluluk hissiyle, “Bilmiyorum,” diyebildim.
“Biliyor gibiydin.”
“Bir suçlu arıyordum. Kendime en çok benzeyeni seçtim.”
“Yani suçlu sen misin?”
“Hayır,” diye mırıldandıktan sonra, “Bilemiyorum,” diye devam ettirdim. “Neden yirmi dört yaşındaki kadınları öldüreyim ki?” Tiksintiyle yüzümü buruşturdum. “Bir kadına zarar verebilecek biri değilim.”
“Bilinçaltında ne gizleniyorsa, ona yönelirsin,” dedi. “Bir bilinçaltı sıçraması yaşıyorsan, belki de yirmi dörtle alakalı bir durum vardır. Belki de kadın figürü ve yirmi dört bir şeyi ifade ediyordur, bilemezsin.”
“Bu çok korkunç olurdu.”
“Bence de,” dedi sertçe. “Eğer sensen, kendin olduğunu bilmiyorsan bile bilmeni istiyorum, en büyük düşmanın ben olacağım.”
“Beni öldürmenize bile razıyım,” demekle yetindim ve yolculuğun geri kalanında, içimi deşen o merak ve kuşkunun ruhumda ur gibi büyümesine izin verdim.
Binanın otoparkına girdiğimizde ve motor durduğunda, sessizlik de bizimle geldi.
Murat binanın girişine dek bana eşlik etti, gitmesini istesem de gitmedi. Bozulan asansörlere lanet okuyarak merdivenlere yöneldiğimde hemen arkamdan geliyordu. “Artık gidebilirsin,” diye mırıldanırken merdiven boşluğunun ortasında dikilmiştim. Kafamı kaldırıp döne döne yükselen merdivenlerin ortasında uzayan hortumu anımsatan boşluğa baktım. Kalbimin atışları hızlandı, göğsüm öyle çok genişledi ki, ruhumu kusacağımı sandım.
“Hera?”
Murat’a cevap vermedim.
Bir çığlık. Kimsenin değil, benim duyduğum, birkaç dakika önceye ait, geçmişte yaşayan ve yeniden benim için var olan bir çığlık… İrkilerek kafamı iyice kaldırdım ve o yükselen boşluğa bakmaya devam ettim.
Her şey anlıktı.
Korkuluktan bir rüzgarın gücüyle itilen bedeni gördüğümde, kan o bedenden daha hızlı bir şekilde yüzüme iki büyük gözyaşı çizerek aktı. Siyah saçları dalgalandı ve havada asılı kaldığı o birkaç saliselik anı hafızama kazıdım.
İkarus düşüyordu.
Ama bu kez tablodaki İkarus değildi, ikizimdi, benim Hemera’mdı.
Hemera’m düşüyordu.
Karnında bir yarıkla, kız kardeşim düşüyordu.
Her şey anlıktı.
Önce her yer kızıla boyandı, sonra aşağıya doğru boşalan ellerimdeki hissizleşen parmaklar uzadı, kaburga kemiklerimden omurgama uzanan acı tüm kemiklerimde uğuldadı.
Rüzgarın sesini var eden, sırtımın iki yanından hızla dışarı fırlayan uzun, siyah kanatlardı.
Kanatlarımın içeri katlanmasıyla, hızla yukarı doğru havalanmam bir oldu.
Saliseler, sadece saliseler aldı.
Kız kardeşim İkarus gibi düşerken, kanı yüzüme gözyaşları çizmişken, onu belinden kavrayarak son hızla yukarı doğru uçmaya devam ettim.
Hiç durmadım.
İkarus’umun düşmesine izin vermedim.
🎧: Epica, Cry ort he Moon
🎧: Nightmare, Ikarus
Güneşe aşık bir adamın balmumu kanatlarını eriten aşk, onun düşüşü ve ölümüyle sonuçlanırdı.