🎧: Blue Stahli; Obsidian
Âdem ve Havva’nın yasak meyveden bir ısırık alabilmek için cenneti yaktıkları ve büyüttükleri alevler hâlâ sönmemişken cennetten sürülerek dünyaya gönderildikleri o gün Lilith’in hissettiği zafer miydi?
Peki o yılan, Lilith’e olan bağlılığını göstermek için o elmayı Havva ile Âdem’e sunarken kendisinin ve devam edecek tüm soyunun bir daha bacaklarının olmayacağı ihtimalini hiç düşünmüş müydü?
Tanrı bunu onun yanına öylece bırakmayacaktı.
Tanrı, hiçbir şeyi, hiç kimsenin yanına bırakmazdı.
Lilith, şeytanın geniş omuzlarından birine çenesini yaslamış yangın yerine çevirdiği cennetten kovulan tüm melekleri izlerken, şeytan onun dalga dalga tenine dökülen kızıl saçlarını okşamış mıydı?
Cesede ait görüntü, cesedi göremeyeceğim bir noktada durmuş cesedin bulunmasını beklerken bile hâlâ gözlerimin önündeydi. Araf’ın enseme çarpan nefesini hissediyordum. Sol omzumun üzerine attığım saçlarımı geriye doğru atarak ensemi örtmek, o sıcak ve ısrarcı nefesten kurtulmak istedim. Mahzendeki üç metrelik rafların birinin arkasında duruyorduk. Bunaltıcı kan kokusu dört koldan içime sızmış sanki kanın tadı dilimin ucundaymış gibi içimi bulandırmıştı.
“Şu nefesini enseme bırakıp durma,” dedim sonunda öfkelenerek. “Ne zaman birileri gelecek?”
“Hemera’dan insanlardan birinin zihniyle oynayıp yukarı gelmesini sağlamasını istemedin mi?” diye sordu az önceki telefon konuşmasını irdeler gibi. “Eğer yakışıklı damızlıklardan birine kancayı takmadıysa şu an muhtemelen birinin zihninde dolaşıyordur.”
“Ailem ve benimle ilgili bilmediğin bir şey yok bakıyorum da.”
“Evet yok,” dedi, nefesi tekrar enseme akınca rahatsızlığım arttı ve bir adım öne gitmeye çalıştım, önümde büyük bir raf olduğu için tam ilerleyemedim. Araf kolunu belime sardı, beni kendine çekti ve vücutlarımız birbirine yaslanınca dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Ama bu onu göremedi. Bedenim bedeninin şeklini alırken tam ağzımı açıp ona sert bir tehdit savuracaktım ki demir kapının aralanırken yağlanmak için çıkardığı o çığlığı anımsatan ses duyuldu. Yutkunup sustum, Araf’ın nefesi ve vücudu aynı anda bana yüklenmişken, ona ait bir saldırının tam merkezinde duruyorken öylece durdum.
Topuklu ayakkabının yere bıraktığı izlerin sesi yavaşça mahzenin içini doldurdu. Hemera akıllılık yapıp yukarı bir kadını göndermişti çünkü muhtemelen fiziksel olarak bir kadın, birini kucaklayıp bir kazığa oturtamaz, sonra da karnını deşemezdi; ya da önce… Nefesimi tuttum ama Araf tutmadı, sıcak nefesi ensemden yavaşça elbisenin açıkta bıraktığı sırtıma kadar aktı. İçgüdülerimin paslanmış kapıları gıcırdadı ama açılmadı. Onun gibi bir salakla olmazdı.
Önce kızın neden burada olduğunu sorgular gibi bir mırıltı çıkardığını duydum, sonra hafızası iplerinden kurtuldu ve zihnim soruyla doldu. Neden birden buraya gelmeye karar verdiğini düşünüyor, korkuyordu; bir az sonra kanın kokusunu alınca panikledi ve ayakkabılarının altına bulaşan kanı fark edince zihnindeki düşünceler dışarıya koca bir çığlık olarak yansıdı.
Her şey anlıktı. Kızın çığlığı mekâna kolayca yayılmadı ama Hemera birkaç kişinin daha hafızasını dürtünce, bazıları kızı duymasa da duyduğunu sanıp yukarı doğru koşmaya başladı. Topluluğa kolayca uyum sağlayan kalabalık da birazdan yukarı doğru koşuyordu. Murat beni bileğimden kavradı; çoğalan zihin sesleri kafamın içini patlatacak gibi zonklatırken önümden ilerleyerek bileğimi bir an olsun bırakmadan beni yangın merdivenlerine doğru çıkardı. Binanın çıkmaz sokağa bakan yangın merdivenlerini büyük bir hızla inmeye başladık. Birkaç saniye sonra mekânın arka kapısından içeri girmiş, dans pistine doğru giderken birbirimizden ayrılmıştık.
“Ceset!” diye bağırıyordu merdivenlerden sarkan biri, aşağıda kalan azınlık ise korkuyla çığlık atmaya başlamıştı. Zihinlerin içime akmasına engel olmaya çalışırken ellerim titriyordu; daha önce bu kadar yoğun bir gürültüyü aynı anda kafamın içinde ağırlamamıştım. Araf bunu fark etmiş gibi avucunu belime bastırıp beni kalabalıktan biraz daha uzağa yürüttü. Hemera ile Rose’un bize baktığını gördüm, Donovan ise şok içinde yukarı doğru koşanlar kervanına katılmıştı.
Rose hızla bana doğru gelerek, “O burada mı?” diye sordu, o ana kadar onun tatlı kahverengi gözlerinin içinde hiç kıvılcım görmemiştim. O kıvılcım büyüdü ve bir ateşe dönüştü, göz bebeklerinin içinde yanan alevi görünce duraksadım; Rose’un elmacık kemiklerinden yukarı üçer büyük pençe izi belirdi, pençe izinin içinde ateşin yandığını gördüm ve arkadaki insanları hesaba katarak hızla yüzünü ellerimin içine aldım.
“Neye dönüşüyorsun bilmiyorum ama hemen kes şunu,” dedim soğuk bir sesle.
Gözlerindeki ateş anlık olarak gözünün beyazına kadar püskürüp gözlerini kapladı ama sonra uysal bir kıvılcım gibi sönüp küçük bir köz parçasına dönüştü.
“Cehennem Perisi,” dedi Araf soğuk bir sesle. “Bir defa daha etrafta insanlar varken cildinde böyle bir deformasyon yaratırsan Noyan’a anlatırım ve bu siciline kötü yansır.”
Rose hırıldadı. “Önüne geçebildiğim bir şey değil. Ben senin gibi uzun yıllardır dönüşümle tanışık değilim.”
Gözlerim Murat’a doğru çevrildi ama beklediğim tepkiyi değil, yükselerek yüzünü yutan tepkisizliği gördüm. Ne zamandan beri dönüşüyordu? Ne zamandan beri bu hayatın içinde kökleri vardı ve kökleri ne kadar yaşlıydı? Belki de doğduğu ilk günden bu yana böyleydi. Keşfettiği bir dönem olmamıştı; o direkt bu olarak doğmuştu.
Ölüm sessizliğini taşıyan gözler Rose’dan ayrılmadı ama bakışlarımın onun üzerinde olduğunu biliyordu. Sadece karşılık vermedi. Polis sirenleri şehri yutmak isteyen bir dalga gibi yükselerek tüm sokaklara ışıklarını çarpa çarpa ilerledi ve sonunda olduğumuz yere vurarak yerini mekânın içine çöken ışıklara bıraktı. Birkaç saniye sonra kalabalık polis ekipleri tarafından dağıtılıyordu. Donovan’ın bize doğru koşarak geldiğini gördüm, kustuğu yüzünün bembeyaz olmasından belli oluyordu; zihnine odaklandığım an dehşetle yüklü görüntüler kelimelerin içine dolarak hafızama döküldü.
Donovan cesedi görmüştü ve cesetlerle pantomim yapmasına rağmen bu görüntü onun midesini allak bullak etmişti. Demir merdivenlerden panik hâlinde indirilen kalabalığı büyük bir tepkisizlikle izledim. Sağlık görevlileri yukarı giderken polisler etrafı sarmış, olayı yeri incelemenin anında çektiği sarı şerit mekânın etrafına ucuz bir kurdele gibi dolanmıştı.
“O lanet cesedi gördüm,” dedi elini ağzına götürürken. “Onun içinde bir kazık vardı. Kızıl Cadıların olduğu efsanede cadıları kazıklayıp yaktıkları gibi adamın içinden kazıp geçirmişler.” Hemera sakin gözlerle bana bakınca ben de ona baktım, Donovan dehşetle olup biteni anlatıyor, polisler gençleri olay yerinden uzaklaştırsa da mekânı terk etmemeleri konusunda uyarıyordu.
“Meriç burada,” dedim ellerimi kaldırıp Nova’yı yatıştırmaya çalışırken.
“Şehirdeki kadınlara yapıldığı gibi, onun da karnı deşilmişti Hera,” dedi Donovan dehşet içinde. “O psikopat katil burada bir yerde, içimizde.”
Noyan’ın siyah deri ceketinin içinde, sırtından çıkan kanatlar yokken ve tamamen bir insan erkeğine benziyorken gördüm. Kalabalığı aşarak rozetini kaldırdı ve “Mavi Yaka dedektifi,” diyerek kalabalığı aşıp bize doğru gelmeye başladı.
Hemera, “İnsanken kesinlikle daha seksi,” deyince dirseğimi karnına sertçe geçirdim ve inleyerek farklı yöne dönüp homurdandı.
“Cesedi hemen incelemem lazım,” dedi Noyan rozeti deri ceketinin iç cebine katlayarak koyarken. “Hem de hemen. Bir şekilde sağlık görevlilerini uzaklaştırmamız lazım.” Gözleri Araf’a çevrildi. “Farah’ın gelmesi gerek. Ama iki ayağının üzerinde yetişemez, mümkünse dört ayak.”
Araf dudağının kenarında yamuk bir tebessüm şekil bulurken, “Farah seni iki ayağının üzerindeyken bile becerebilir,” dedi. “Farah’ı hallederim. Sen bu insanlardan nasıl kurtulacağını düşün.”
“Unuttun sanırım, ben bir dedektifim,” dedi büyüklük taslayarak.
Noyan’ın dediğini yapması çok uzun sürmedi. Meriç’e Farah’ın geleceğini ve olayın ciddi olabileceğini diretmeler sonucu nihayet empoze edebildiğinde, içinde bir kazıkla bekleyen o deşilmiş ceset, bir saat öncesine kadar kız kardeşim kurlaştığı barmenin tezgâhının üzerinde yatıyor, kızıl ışık cesedin üzerine bulanmış kanı sanki basit bir ıslaklıkmış gibi kamufle ediyordu. Donovan’ın dehşet içinde tezgâhtan uzaktaki dans pistinin çaprazında olan masalardan birine oturduğunu gördüm. Kireç gibi bir yüzle olup biteni izliyordu.
“Bu insan çocuğun burada olması hiç etik değil,” dedi Noyan cesedin ağzından çıkan kazığa hoşnutsuz gözlerle bakarken. Farah mekândan girdiği an önlüğünü kollarına geçirmiş, çantasını açıp bar taburelerinden birinin üzerine bırakmıştı. Kimseyle göz kontağı kurmadan doğrudan Meriç ile Noyan’ın emirleriyle alt kata indirilmiş, tezgâhın üzerine kurbanlık gibi serilmiş cesede doğru ilerlemişti. Meriç’in burada olması işleri tamamen zorlaştırıyorken, bir de Donova’nın burada olması olayı tamamen çıkmaza sokabilirdi.
“Donovan Farah’ın öğrencisi, bu işi yapıyor, onu kapı dışarı etseydik o zaman şüphelenirdi,” dedi Araf, gözünü bile kırpmadan cansız bedeni izlemesi dikkatimden kaçmamıştı. Hemera ve Rose da sanki bu çok normal bir manzaraymış gibi sakince olup biteni izliyorlardı.
Meriç, “Bu yaptığımız büyük bir suç,” dedi sonunda konuştuğunda; yaklaşık on dakikadır dans pistinin ortasında volta atıyordu. Gergindi, suçluluk hissediyordu, görevini kötüye kullandığını düşünüyordu. Düşünceleri birbirine girmiş aynı renkte ama farklı makaraya sahip ipler gibiydi. “Neden götürüp daha yasal bir ortamda yapmıyorsun bunu?” Bağırarak bu soruyu sormasına neden olan şey, Farah’ın maktulün ağzından dışarı uzanan ahşaptan cımbızla bir parça koparmasıydı. Farah ona sinir bozucu bir şeye bakıyormuş gibi bakınca, Meriç dişlerini gıcırdatarak cevap bekleyen gözlerle Farah’a baktı.
“Kırmızı bülten geçip tüm şehri ayaklandırmanız gereken vakaları örtbas ederek şehrin isminin önünden kötü olan her şeyi kazıyıp atarken her şey çok etik, görevinizi yerli yerinde kullanıyorsunuz, fakat kanıtları böyle bir ortamda toplamak etik değil, öyle mi Komiser?” diye sordu sert bir sesle. “İşler senin her şeyi bildiğini sanan egonun yaptığı gölgeden dolayı seçemeyeceğin kadar karanlık bir boyuta ulaştı Meriç. Lütfen bana etikten ve mesleki ahlak kurallarından bahsetme. Ağzımı açarsam ateş püskürürüm ve bunu yapmam için bir ejderha olmama gerek yok.”
“Neler döndüğünü biliyor gibi konuşuyorsun. Tek yaptığın ceset artığı toparlamak,” dedi Meriç sertçe. “İnsanlar öldürülüyor, elimizden bir şey gelmiyor bu doğru. Ama deniyoruz. Çözmek için uğraşıyoruz.”
“Ceset artıklarının olduğu bir çöplükte son nefesini hırlayarak vermek istemiyorsan onunla konuşurken ses tonuna ve kurduğun cümlelere dikkat et,” dedi Araf sakince, ardından cesede doğru kuğu gibi bir adım atıp maktulün soğumaya başlayan tenine dokundu. “Bak Komiser,” dedi kısık sesle. “Hangi insanın öldürdüğü bir diğer insan bu kadar kısa sürede kaskatı kesilir?”
“Ne demek istiyorsun sen?”
Donovan, “Bir ha- hayvan mı?” diye kekeledi korkuyla.
“Hiçbir hayvan bir insanı çöp şişe çeviremez bro,” dedi Araf yamuk bir sırıtışla.
“Aman Tanrım sanırım kusacağım,” dedi Donovan benzetmeden ve tezgâhta yatan maktulden dolayı allak bullak olmuş bir şekilde.
“Şu salağa kova getirin,” dedi Hemera yüzünü buruşturarak. “Kusacak olursa ben de kusarım. Kısır döngüye girip sabaha dek birlikte kusarız.” Fısıldadı: “Bu onun için romantik olabilir ama ayy sanırım hayal gücüm hızlı çalıştı ve kusmak üzereyim.”
“Bilek içleri ve damarlarda ezilme,” dedi Farah. “Yani kendisinden katbekat güçlü bir şeymiş karşısındaki. Boğuşma izleri var.” Araf’ın arkasından yaklaşarak kolunun kenarından maktule baktım. Farah onu yatırdığı tezgâhın üzerinde tüm ayrıntılarına inerek inceliyordu. “Kapıldığı dehşetten dolayı vücudunun kimyasında ciddi bozulmalar görüyorum ama tabii ki test yapmadan net bir sonuca ulaşamam.”
“Ne demek oluyor bu karşısındaki bir halterci falan mı?” diye sordu sonunda Meriç, “iğrenç görünüyor, sikeyim.” Kafasını farklı yöne çevirip elindeki silahla dizine vurup derin bir nefes aldı. “İçeride hiç de halterci kılıklı genç yoktu. Neyse ki hepsinin ifadesi alınacak.”
“Cidden,” dedi Farah ve hızla Meriç’e doğru döndü. “Gerçekten hâlâ burada yatan adamı bir insanın öldürdüğüne mi inanıyorsun sen? Ya da bir hayvan? Ne? Dağ aslanı mı? Ayı mı? İçeriye bir dağ aslanı ya da ayı girebilir mi sence? Ya da girse onu kimse görmez mi?” Meriç, Farah’a değil, zemine bakıyor, bir şeyleri anlamlandırmak için çabalıyor gibi görünüyordu. “Meriç, seni uzun zamandır tanıyorum. Ve uzun zamandır bir aptal olmadığını biliyorum.”
Farah maktule doğru döndü. “İkinci vakadan sonra bu şeyin ne bir insan ne de bir hayvan olmadığını sen de biliyordun. Bundan sonrası senin senaryo geliştirme yeteneğine kalmış. Kim bilir, belki de haklısındır. Ortalama seksen kilo olan gençlerden biri müthiş bir ilaçla inanılmaz derecede güçlenip eline kan bulaştırmadan bu adamı deşip, sonra da onu kazığa oturtmuştur. Veya bir ayı ormanda çok sıkılmıştır ve eğlencenin sesine kulak verip buraya kadar gelmiş, kimse görmeden içeri sızmış, bir de üzerine birini kazığa çakmak gibi keyifli bir aktivite yaptıktan sonra onu yemeden çıkıp gitmiştir.”
“Farah, biraz daha konuşursan şehirde bir canavar gezdiğine inandığını düşüneceğim,” dedi Meriç sert bir sesle. “Şu işi çabucak halledin sonra da kalan işi etiğe dökelim. Dışarıda sigara içeceğim.”
Meriç mekândan çıkınca, Noyan’a yaklaşıp, Donovan’ın duyamayacağı bir tonlamayla “Yaralandığında kan değil pas akıtıyor,” dedim, Noyan beni duyduğunu belli eder gibi başını aşağı yukarı salladı.
“Yalnız olmadığına eminim,” dedi Noyan sessizce, ardından bakışları bana çevrildi. “Sen ve Araf,” diye girdi söze. “Acilen Cennet Perisi’ni bulmalısınız. Şehirde olduğuna dair bir duyum aldım. Uyandı mı yoksa uyanışını henüz gerçekleştirmedi mi bilmiyorum ama yoğun bir şekilde enerjisini hissediyorum. Ben de Tulpar’ın peşinden gideceğim.”
“Cennet Perisi de ne ya?” diye sordum sertçe. “Kim olduğu belli bile değil, onu nasıl bulacağım?”
“Grupta senin ve kardeşlerinin güvenleri kazanması için tüm soru işaretleri yok etmen gerek,” dedi Noyan sessizce, öfkem birden hiddetlendi ama Noyan anlayışla gülümseyince dilimin ucunu uyuşturan küfürlerin tümünü yutmak zorunda kaldım. “Biliyorum,” dedi başını sallayarak. “Kızgınsın. Ve yine biliyorum, güvenimizi kazanmak umurunda bile değil ama…” Sustu ve bakışlarını maktule çevirdi. “Sadece kadınlar olmasının altında bir anlam olduğunu düşünüyordum fakat bugün bir erkeği de hedef aldı. Neyin peşinde bilmiyorum ama bir sonraki hedefi bir çocuk ya da bir yaşlı olabilir. Durdurulması gerek. Durdurulması için de bir araya gelmemiz gerek. Sana da ihtiyacımız var.”
“Bana ihtiyacınız varsa ajanmışım gibi davranmayı bırakın, çünkü kimse ihtiyaç duyduğu birine bir sahtekarmış gibi davranıp ondan kendisini kanıtlamasını istemez.” Kahverengi topazlarında anlayış parıldadı ama bu defa hiddetimi kesmedi. “Daha bana ne olduğunu bile bilmiyorum, şimdi gidip şu salakla bir peri aramam gerektiğini söylüyorsun. Perilerin genel özellikleri hakkında oldukça kapsamlı bir ansiklopedi yemedim.”
Noyan gülümsedi. “En yakın arkadaşın bir peri,” dedi. “Ve periler, mitlerde anlatıldıkları gibi değillerdir.” Gözleri Rose’a kaydı. “Rose’un gücü aktif hâle geldiğinde vücudunda çok sayıda ateş yarığı açılır, bunu cehennemden miras getirdi. “İstediği takdirde yangınlar çıkarabilir, küçük orman yangınlarından değil, kıtalar arası yayılarak küresel bir felakete dönüşecek türden yangınlardan bahsediyorum. Unutma, yeryüzüne cehennemden bir damla ateş düşerse, bu ateş yeryüzünü küle çevirmeye yeter.”
Donovan’a doğru baktım, Rose yanına oturmuş onu sakinleştirmek ister gibi elini tutuyor, endişeli görünüyordu. Donovan bu tarafa hiç bakmıyor, gözleri kapalı hâlde bir şeyler mırıldanarak Rose’a kısa cevaplar veriyordu. Farah ona hiç ihtiyaç duymadı, kendi işini kendisi görüyordu. Maktulün üzerindeki araştırmalarını izlemeyi tercih etmedim, o şeye biraz daha bakacak hâlde değildim. Hemera, maktulün cüzdanını karıştırıyordu ama Noyan buna pek aldırış etmemişti; meraklı kardeşimin maktulün kim olduğunu öğrenmesinde bir sakınca görmediği belliydi. Aslında Noyan diğerlerinin aksine bize güveniyor gibiydi.
“Bulmam gereken perinin genel özellikleri ne?” Gözlerimi Rose’a değdirip çektim. “Görüntü olarak Rose’a benziyor mu? Havva ve Lilith, biri cennetin bir cehennemin ama birbirlerinin görsel ikizleri. Belki aralarında görsel bir benzerlik söz konusudur.”
“Sanmam. Rose çekici bir kadın ve baktığında dış görüntüsü onu cehenneme benzetmeye yetiyor,” dedi Noyan ölçülü bir sesle. “Muhtemelen Cennet Perisi de su gibi görünmeli, Rose da fiziksel olarak gördüğün her şeyin tam tersini düşün. Güzel ama tam ters güzellikte.”
“Ya, doğru tabii. Prensesler ve periler her zaman güzel olmak zorundaydı değil mi?” diye sorduğumda gülümsemesi genişledi. Gözlerimi devirdim. “Araf’a yardımcı olmaya çalışırım ama fazlasını yapmam,” dedim sertçe. “Üstelik Hermes’le konuşmam gerek. Onu dindirilmesi zaman alacak bir kaosun ortasına sıfır açıklamayla öylece fırlattım.”
“Emin ol, Velencoso kardeşlerle iyi vakit geçiriyordur.”
Derin bir nefes alarak, “O insanların beslenme şekli…” diye fısıldadım ve Noyan, “Abini yemezler, uzun zamandır o soy insan etiyle beslenmiyor, emin olabilirsin,” diye güvence verdi. “Üstelik beslenme alışkanlıkları oldukça farklıdır. Öldürmezler, hatta her zaman bonkörlerdir.”
“İsmi Sinan,” dedi Hemera esneyerek. “Yirmi dört yaşında, erkek.” Kimliğini salladığını gördüm. “Bu kadar drama yeterli, sanırım biraz üzgün hissediyorum, çünkü çok gençmiş. Öte yandan yaşadığı dehşetin nasıl olduğunu bi-“
Gözlerimi irice açmamla sustu, gözleri Donovan’a kaydı ama rengi benzi atmış Nova’nın onu duyduğu yoktu.
“Araf, Hera,” dedi Noyan, “şehrin batısına doğru yola çıksanız iyi olabilir çocuklar.” Noyan bakışlarını Farah’a çevirdi. “Sanırım asıl işlemleri başlatmamız gerekecek. Meriç haklı.”
“O dili dışarıda sinek kovalayan kurbağanın haklı olması umurumda bile değil ama tamam,” diye kabullendi Farah.
Kafamda kalp gibi atan bir gürültüyle kendimi karanlık sokağa saldığımda, ruhum da tıpkı bedenim gibi salınarak içimden çekip gitmek istedi. Ama yapamadı. İçime tutundu, tırnaklarını bana batırdı ve canım acıyorsa senin de canın acıyacak diye haykırıp intikam yeminleri ederek beni tırmaladı. Tutundu, tutunduğu yeri parçaladı ama yine de tutundu. Rüzgâr saçlarımın arasından geçip gittiği sırada gözümün önünden ölümleri silmek için ağırlaşan üst kirpiklerimin gözlerimin altındaki çukurlara serilmesine izin verdim. Araf’ın ağır adımları kaldırıma düşerken nefesi de içinde yaşamı okşadığım havaya karışıyordu. Çıplak kollarımı birbirine sardığımda aslında üşümüyordum, bedenim üşümeyi yine reddediyordu; yine de Araf deri ceketini çıkarıp omuzlarıma bırakınca ona göz ucuyla baktım ve içimde bir noktaya tam olarak sentezlenemeyen bir minnet duydum.
“Kızıl Yaka büyüktür,” dedi düşünceli bir sesle. “En Batı’ya varmamız uzun sürer. Üstelik orada ne kadar oyalanacağımızı da bilmiyoruz.” Ellerini kotunun ceplerine soktuğunu gördüm, dudaklarından soğuğun buharı dökülerek geceye karışıyordu. Sessiz kaldım ve akabinde karşılamak zorunda olduğum cümlelerin gelişine hazırlandım. “Birkaç günlüğüne Batı’da kalabiliriz,” dedi. Karşı çıkmamam onu şaşırtmış olacak ki gözleri bana kaydı, gözleri yine anlamsız bir gürlükle parıldıyordu; yıldız gibi.
Bunun nedenini ona sormak istesem de sormadım. Belki de bir doğaüstü yeteneğiydi. Gözleri gece bile net bir biçimde görsün diye ona verilmiş bir armağan bile olabilirdi. Yine de o gözlerdeki parıltının esrarı bir duman gibi içime dolsun ve başımı döndürsün istedim; merak kanımı bile yaralayan bir hastalıktı. Aslında bir şeyleri hemen merak eden biri değildim ama bir şey ilgimi çektiğinde merakım da o yöne kayıyordu. Bilgi açlığı ruhumda her zaman inim inim inleyen yaramaz, ısrarcı bir çocuk gibiydi.
Ne yani? Bu aptal sadece onu saran deri güzel diye ilgimi mi çekiyordu? Karakteri bana biraz bile uymuyordu. Onu yatağa atmama yetecek kadar çekici değildi; ki burada bahsettiğim görüntüsü değildi. Görüntüsü seksi ve esrarengizdi ama karakterini önüme serdiğinde yatağımda ya da hayatımda varlığına tahammül edemeyeceğim biriydi.
Bu düşünce hızla kafamdan silinirken, “Nerede kalacağız orada?” diye sordum çatık kaşlarla.
“Ben de agresif taş bebek nereye kayboldu, neden götümü tekmeleyecek diye merak etmeye başlamıştım,” dedi elleri ceplerindeyken. “Bir pansiyonda kalırız. Şansımız varsa günlük daire de kiralayabiliriz ama bu dönem o daireler çok rağbet gördüğünden bulma şansımız var diyemem. Şans tabii. Sen içini ferah tut…”
“Önce eve gitmem gerek o zaman,” dedim derin bir nefes alıp şakaklarımı ovarak. “Birkaç parça kıyafet almalıyım ve şu üzerimdekilerden kurtulmalıyım.”
“Daha büyük zorluklar çıkarırsın diye düşünmüştüm,” dedi keyifli bir sesle. Ardından mekânın karşısındaki kaldırımda park hâlinde duran cipine doğru yürümeye başladı. Bir süre olduğum yerde ona baksam da sonunda deri ceketinin altındaki omuzlarımı dikleştirip, kollarımı bedenime daha sıkı sararak arkasından gittim. Topuklu ayakkabılarımın yere iz gibi bıraktığı sesler gecenin içinde kaybolmaya başladığında artık cipin içindeydim. O da üşümüyor olacak ki ısıtıcıyı açmadı, tavan lambası da yanmıyordu; karanlık sayesinde biraz olsun dingin hissedebildim.
“Arabamı tamir edeceksin, bunu unutmadım,” dedim önümüzde akıp giden boş caddeyi seyrederken. İleride çevirme vardı ama polisler bizi durdurmadı; yüzümü boyayıp silinen polis ışıklarının arasından geçip gittik.
“Akü konusunda hâlâ kızgın olmalısın…”
“Kafanı parçalamadığıma dua et,” dedim ona bakmadan. “Seni nasıl hâlâ gırtlaklamadığıma inan ben bile anlam veremiyorum.”
“Belki de bana âşık oluyorsundur,” diye alay etti ama ona aldırış etmedim. “Hatamı telafi edeceğim,” dedi. “Ama eğer akünü sökmemiş olsaydım arabama binmeyi kesinlikle kabul etmezdin. Bana başka çare bırakmayan sendin.”
“Bir de konuşuyor…”
“Konuştuğumda çok seksi olduğumu söylerler,” dedi. “Sadece konuşarak bile arka arkaya üç orgazm yaşatabiliyormuşum biliyor musun?” Gözlerimi devirdiğimde güldüğünü hissettim; bakışları profilimde bir bıçak gibi kayıyor ama batıp canımı yakmıyordu. Sadece oradaydı, hissediyordum.
Siteye girene kadar aramızda başka bir konu konuşulmadı. Ben çok yorgundum hem zihinsel hem de fiziksel olarak. O da çok sessizdi, sanki beni anlıyor ve bu sessizliğin bana biraz da olsa iyi gelmesini istiyor gibi. Gerçi önemsemese de hiç sorun değildi. Çünkü benim de onu ya da bir başkasını önemsediğim yoktu. Sadece Hemera ve Hermes’i önemsiyordum. Onlar dışında hiçbiri umurumda değildi.
Asansörün aynasından beni izlediğini hissettiğimde de ona bakmadım, arkamdan daireme geldiğini fark ettiğimde de dönüp ona bakmadım. Kapı hem anahtarla hem de güvenlik kartıyla açılıyordu, yanımda sadece kart olduğu için kapıyı açtım ve onu davet etmemi beklemeden benim arkamdan içeri girdi. Holde bizi ağırlayan karanlık, salondaki boydan camdan yansıyan şehir ışıklarıyla bir nebze olsun yumuşuyordu.
“Evin senin gibi kokuyor,” dedi, ona soru sormasam da kafamın içinde bu konuya dair bir soru oluşmuştu. Zihnimin duvarlarına tosladığından hiçbir şey duymadı; ne dudaklarımdan ne de hafızamdan almak istediği hiçbir şeyi alamadı ama kapıları zorlama gereği de duymadı.
“Salonda bekle istersen,” dedim odama doğru giden hole kıvrılırken.
“Yatak odanı görmeyi daha çok isterdim,” diye homurdandı ama ona aldırış etmedim, karanlığın içinde akisler çizen düşüncelerin yansıması ayaklarıma düşerken ondan uzaklaştım ve odama girdim. Kahverengi deri bir çantaya birkaç parça kıyafet, kredi kartlarım ve biraz nakit koyduktan sonra odanın ışığını açma gereği duymadan kapıya doğru döndüm; o an Araf’ı odamın açık kapısında durmuş beni izlerken gördüğüm andı. Omzunu kapının kirişine yaslamış, görmekten keyif duyduğu bir şeye bakıyor gibi merakla, gözleri buzullar gibi parlarken büyük bir dikkatle beni izliyordu.
“Sen ne yapıyorsun burada? Sana salonda bekle demedim mi?” diye sordum şaşkınlık ikinci sıraya geçerek önceliği öfkeye bıraktığında.
“Durup seni izlemenin keyfini çıkarıyordum sadece,” dedi, sinirlerimi bozsa da yorum yapmadan deri çantanın fermuarını çektim. Başını omzuna yatırdığını hissettim ama ona bakmadım.
Karşımdaki aynaya kendi yansımam düşüyordu. Üzerimdeki elbiseden kurtulmuştum. Şimdi üzerimde beyaz kısa kollu bir crop, ona ait bir deri ceket, altımda da deri tayt vardı. Kalın topuk botlarım rahattı, bunlarla bataklığa bile girebilirdim.
Dalgalar hâlinde aşağı doğru düşen sarı saçlarımı geriye iterek, “Ceketin bende kalsın,” dedim. “Fena değilmiş.”
“Ne kadar süre istersen, o kadar süre sende kalabilir,” dedi, sesi pürüzsüzdü; soğuk geliyordu ama bir yandan da içinde cehennemde bir köşeye çekilmiş alayların fokurdadığını duyabiliyordum.
Yerde biri yan yatmış duran altın rengi topuklularıma ve hemen yanına yığılarak uzanmış kırmızı elbiseme ikinci kez bakmadım ama Araf’ın onlara da baktığını hissettim. İç çekerek, “Ne erotik bir görüntü,” dedi, “dışarıdan bize bakan biri, bu odaya öpüşürken girdiğimizi ve üzerindeki her şey yavaşça yere dökülürken yatağa devrildiğimizi düşünürdü. Çünkü ben de bunu düşündüm.”
“Hayal kurmayı bırak da yürü,” diyerek onu ittim ve deri çantayı koluma taktım. “Senin alacak bir şeylerin yok mu?”
“Arabamda her zaman bir deprem çantası saklarım,” dedi eğlenir gibi.
“Ciddi bir soru sordum.”
“Ciddi bir cevap vermiştim,” diye homurdandı.
Evden çıkarken, “Birkaç gün sürebileceğini söyledin,” dedim düşünceli bir hâlde. “Peki biz yokken Hemera ve Hermes’e ne olacak?”
“Onların ablası mısın?”
Gözlerimi devirdim. “Birinin ikizi, diğerinin kardeşiyim.”
“Başlarının çaresine bakabilirler. Artık birçok şeye hâkim olduklarını düşünürsek, bu çok da zor değil. Velecosolar onlara destek olacaktır. Özellikle Ramon Velencoso çok saygın bir şahsiyettir, emin ol o gece yaşanan olaydan dolayı hâlâ mahcup hissediyor. Bu yüzden kız kardeşine ve abine sandığından daha iyi bir koruma olacaktır.”
“Ramon Velencoso’ya güvenmiyorum.”
“Ne yapabilirim? Onlar da sana güveniyor değil…”
Asansörlere ilerlerken kızıl ışıkların altında saçlarının parladığını fark ettim ama çok üzerinde durmadım. “Ama bu bana gebe oldukları gerçeğini değiştirmez.”
“Evet,” dedi. “Ama tabii şu an sen de onlara gebe sayılırsın bence…” Ona ters ters baktım. “Ne? Özgür irademle bir yorum yaptım sadece…”
Asansörün düğmesine basıp, “Yorumlarını kendine sakla,” dedim. “Şu periyi nasıl bulacağımıza dair bir fikrin var mı senin?”
“Rose’un tam tersi biri görüntü olarak,” dedi ve açılan asansör kapılarından içeri girip bana doğru döndü. “Yani muhtemelen ya sarışın ya da siyahi. Onun Asya bölgesinden geldiğini hesaba katarsak…”
“Karakter olarak da tam tersi midir?” Asansörün düğmesine bastım ve kayan kapılar son kez kızıl koridoru gözler önüne serdi. Sonra metal kapılar birbirine dokundu; yaslandı. Asansör aşağıya doğru inmeye başladı.
“Bilmem. Cennete ait bir şeyin nasıl olacağını hiç düşünmedim.”
“Çok romantik bir cümleydi, kızı görünce âşık olup bayılırsan çok gülerim,” dedim alayla.
“Gülümsemeni görmem için birine âşık olup baygıntı geçirmem gerekiyorsa, neden olmasın?”
Metal duvara yaslandım. “Tam bir zevzeksin.”
“Biliyorum ama bir gün bana zevzek değil, zevk diyeceksin çünkü zevk olarak gördüğün her şeyi sana ben vereceğim,” dedi, gözünü bile kırpmadan böyle bir şey söylemesi beni şaşırtsa da dönüp ona bakmadım ve asansör nihayet alt kata indiğinde ondan önce asansörün demir kapıları arasından süzülerek çıktım. Arkamdan geldiğini hissettim ama ona bakmamaya devam ettim.
Deri çantayı cipin arka koltuğuna atıp ön yolcu koltuğuna yerleştiğimde bir kadın otoparkın kolonları arasında gözden kayboldu. Başka bir araç otoparka girdi, ışığı gözlerimi alırken emniyet kemerimi bağlıyordum. Araf arabayı çalıştırınca içimdeki huzursuzluk yerini daha sakin bir duyguya takip etti. Ne kadar onları tanımasam da Hemera ve Hermes, Velencoso ailesiyleyken güvende olurmuş gibi hissediyordum.
Yola çıktığımızda artık kafamda soru işaretleri yoktu. Gittiğimiz yerde bulacaklarımızdan da bulmayacaklarımızdan da korkmuyordum. Araf’ın deri ceketine sinmiş kokusunu solurken başımı cama yaslayıp yol kenarına birbirine belli mesafede aralıklarla yerleştirilmiş sokak lambalarını ve karanlığı yutup kendine katmış gibi görünen uzun boylu, ince ağaçları izliyordum. Şehrin bulunduğumuz noktasından çıkmamız çok uzun sürmedi. Bir dağ yolunu aşarak merkeze kadar indik ve daha sonra merkezin çatallanan yollarından birine saparak ürkütücü sokaklara girdik.
Ama hiçbir şey, yaşadıklarım kadar ürkütücü olamazdı.
Terk edilmiş sokaklar, karanlığın üzerine yığıldığı kaldırımlar, kimlerin ölümüne sahne olduğunu bilmediğim kırık dökük, boyası kavlamış duvarlar bana ürkütücü gelmiyordu. Hatta zihnimin içini hesaba katarsak, burası benim için güvenli ve huzurlu görünüyor bile diyebilirdim.
Şafak henüz sökmemişti ama gün kızıla dönüyordu, geceyi gölgeleyen siyahlar kızılın içinde kendi kanının içinde boğulan bir insan gibi boğuluyor, sonunda kan bir nehre dönüşmeye başladığında o insan artık kendi kanının içinde kayboluyordu. Üzerinden geçtiğimiz rampa bedenimi yavaşça yukarı aşağı hareket ettirdi ve düşünceli bakışlarımı Araf’a çevirdim. Dakikalar, hatta dakikaların birleşerek yarattığı saatler önümüzde uzayıp gidiyordu ama hiç konuşmamıştı. Geveze ve sevimsiz biri olması göz önünde bulundurulduğunda, bu kadar sessiz kalması tuhafıma gitmişti. Düşünceli miydi? Neyi düşünüyordu? İleride bizi bekleyen o karanlığın koyuluğunu mu? Labirentin sonunu asla bulamayacağımızı mı?
Bilmediğim milyarlarca şey biliyordu; benim bildiklerim ise sınırlıydı. Bunu düşünecek olursam, sanırım bu kadar düşünceli ve sessiz görünmesinin nedenini bilmeden de kavrayabilirdim.
Yine de merak duygusu bir tomurcukken yavaşça yapraklarını açarak dikenli bir güle dönüştü.
“Mesleğin ne?” diye sordum sonunda, sessizlik zihnimdeki gürültülerin çoğalmasına neden oluyordu.
“Hangi birinden bahsedeyim ki?”
“Ablanla mı çalışıyorsun?”
“Cesetlerle oyun oynamayı sevmem, sadece yardımcı oluyorum, tabii bu uzman olduğum gerçeğini değiştirmiyor.”
“Ne iş yapıyorsun?”
“Beni mi merak edesin geldi senin?”
“Uzun yolculuklarda kolayca sıkılıyorum,” dediğimde yan gözle bana baktı. “Ne? Sıkılamaz mıyım?” Direten gözlerle ona bakmaya devam ettim. “Ne iş yaptığını söyle.”
“Söylemektense görmeni tercih ederim.”
“Porno starmışsın gibi söyledin,” dedim yüzümü buruşturarak.
Hoş bir kahkaha atıp, “Böyle olmasını tercih edermişsin gibi geldi,” diye mırıldandı muzip bir sesle. “Bu arada ciddiyim, söylemektense görmeni tercih ederim.”
“Çıplak modellik?” diye sordum ona katılarak, bu kez gerçekten uzun uzun gülüp, “Sen şaka da yapabiliyorsun demek,” dedi.
“Sadece zevzek değilim.”
“Teşekkür ederim, yine bir el bombası tam zamanında senin elinden bana doğru pimi çekilmiş vaziyette fırlatıldı.”
Biraz olsun rahatlamıştım, radyoya uzanıp bir şarkı açtığımda şarkının kısık melodisi aracın içini doldurdu. “Perilerle ilgili neler biliyorsun?” diye sordum, “yani daha önce Rose dışında bir periyle karşılaştın mı?”
“Cinlerle karşılaştım,” dedi, diğer şeride geçip cipi biraz daha hızlandırdı ve karanlık bir koruluğun kalbini çizen yolda ilerlediğimizi fark ettim. “Güçlü kabilelerden cinlerdi. Nadir olarak yalnız olan cinler de var.”
“Görüntüleri bizim gibi mi?”
“İnsan gibi görünüyorlar, cin gibi de görünüyorlar,” diye açıklamada bulundu. Doğru ya, konakta bir ateş cininden bahsetmişlerdi. “Yakın zamanda ziyaret etmek zorunda kalacağımızı hissettiğim bir cin tanıyorum, oldukça güzel bir kadın.” Bana baktı. “Elbette senin güzelliğinle mukayese bile edilemez.” Tekrar yola çevirdi camgöbeği yeşili gözlerini. “Bir ateş cini. Kabilesi katledilmiş, bir insan olarak insanların içinde yaşamayı seçmiş ama elbette özel günlerde asıl evine dönüp esas şeklini alıyor.”
“Onu bir insandan ayıran özellikleri ne?”
“Ateş cinleri de tıpkı cehennem perileri gibi cehennemin ateşinden yaratılıyor bildiğim kadarıyla. Kabilesi cehennem soylulardandı. Rose kadar büyük yangınlar çıkaramasa da o da Kızıl Yaka’yı birkaç saat içinde küle çevirebilecek güçte bir cin. Ayrıca bildiğim kadarıyla birkaç asırdır da hayatta. Ramon’un babasından bile büyük olduğunu duymuştum ama kadınları bilirsin, yaşları sorulduğu zaman bir anda cehenneme ait bir tırmıkla eziyet görmeye başlıyorsun. Bir an olsun gaflete düşüp de ona yaşını sormadım. Hâlâ oldukça genç ve yakışıklıyım. Bir cinin tırnakları yüzümde kalıcı hasar bıraksın istemem.”
“İnanılmaz hızlı ve çok konuşuyorsun,” dediğimde sırıtarak bana baktı. “Bana değil, yola bak. Uçmayalım.”
“Uçsak bile öleceğimizi sanıyorsan, sana bunun tam tersi olacağını deneyimlendirebilirim.”
“Ateş cininden bahsediyordun.”
“Hah, Lisa Cascales,” dedi başıyla onaylayarak. “Muhteşem İspanyolca konuşur.”
“İnsansı özelliklerinden bahsetmemiştim.”
“Tılsım kırabiliyor,” dedi. “Her şeyi normal karşılayıp büyüleri garipsemezsin umarım. Bu dünya büyülerle dolu bir bok çukuru. İnan bana tarihte şöyle bir yüz yıl öncesine kadar gidecek olursak, o zamanlar insanlar bile büyü yapıyormuş. Tabii hâlâ yapanlar var. Büyüyü Beyaz Cadılar öğretmiş, tamamen iyi niyetle öğretmişler ama insanoğluna iyi bir şeyi ver ve onu kötü bir şeye dönüştürüşünü izle demişler.” Başını iki yana salladı. “Tılsım kırmak günümüzde pek bir meziyet gibi görünmese de Lisa çok güçlü tılsımlar kırabiliyor. Bu da düşmanın üzerinde bir korunma tılsımı varsa, otomatik olarak ondan kurtuluyoruz demek oluyor. Yani olası bir savaşta Lisa karşımızda değil, yanımızda olmalı.”
“Olası bir savaş?”
Şaşkınlığımın derinlerime kadar işlemesine fırsat vermeden, “Neden böyle bir ekip kurduğumuzu sanıyorsun?” diye sordu. “Eni sonu olacak olan bu. Noyan’a göre benimkisi sadece bir komplo teorisi ama gerçeği o da biliyor. Şu emarelere bakarak bile ileride bizi bekleyen zorlayıcı savaşı görebilirsin. Boşuna mı hem bir gelecek gören hem senin gibi zihin duyan hem de kardeşin gibi zihin değiştirene ihtiyacı vardı? Dahası Hemera ve senin ne olduğunuz bile belli değil. Çok güçlü olabilirsiniz, kaldı ki beni bile zihninden püskürtebiliyorsan elbette çok güçlüsün. Noyan klanına güçlüleri topluyor. Sen ve ben Hera, doğaüstüler arasında en güçlülerdeniz. Bu ekip en güçlülerden var olacak. Çünkü Noyan farkında, bizi sakinleştirmeye çalışsa da savaş kapıda.”
“Şu kan akan çeşmeyle mi alakalı olacak?”
“Hem evet hem hayır. Çeşmeden kan her zaman akabilir, güçlüler hep gelir; sen ve ben yani bizim gibiler daha güçlü olarak onları her zaman yenmeliyiz.”
“Sonsuz döngüden bahsediyor gibi konuştun.”
“Kim bilir belki de tam da böyle bir paradoksun ortasındayızdır Heracığım.”
Bir şey söylemedim. Hislerim de buna benzer şeyler fısıldıyordu ama duymazdan gelmeyi tercih ettim. Batı’ya şafak sökerken varabildik, ucuz pansiyonların olduğu karanlık bir sokakta park ettiğinde kaşlarımın ortasındaki yarıktan memnuniyetsizliğim damlıyordu.
Araf emniyet kemerini çözerken, “En uygun pansiyonlar bu sokaktaydı,” dedi memnuniyetsizliğimin farkındaymış gibi açıklama ihtiyacı duyarak. “Pahalı otellerde konaklamayı sevmiyorum, sen lüksü seviyor olabilirsin, kaldı ki senin yüzünden taşındığım daireye bakınca da senin lüksü sevdiğini söylemek gayet mümkün.” Sırıttığını hissettim ama ona bakmadan ön camdan dışarı, tekinsiz duran sokağa bakmaya devam ettim. “Barakaları, kulübeleri falan daha çok seviyorum. Tek sevdiğim lüks mekân ahşap ya da taştan olan dağ evleri. O da çok büyük olmamak şartıyla. Tabii sen casinosunda güzel oyunlar dönen bir otel bekliyordun muhtemelen.”
“Elbette öyle bir şey beklemiyordum ama bu kadar varoş bir yeri de beklediğim söylenemezdi,” dedim derin bir nefes alarak. Neyse ki sorun değildi, bir fare deliğinde kaldığım da olmuştu. Hemen yan tarafımda, aramızda bir paravan varken kolu diri diri dikilen askerleri dinleyerek uykuya dalmaya çalıştığım o küçük gıcırdayan ranzadan daha kötü bir yer yeryüzünde varsa bile henüz ben görmemiştim.
“Orduda daha kötülerini görmüş olmalısın,” dedi, bu kez sesinde alay yoktu; bakışlarım ona çevrilince gözlerinin de tıpkı ciddi duyulan sesi gibi ciddi baktığını gördüm.
“Evet,” dedim ve kemerimi çözüp elimi kapıya uzattım ama Araf birden tüm kapıları kitleyince, çıkan sesle beraber gerilerek ona doğru döndüm. “Bir daha böyle bir şey yapayım deme.”
“Sen de pervasızca sokağa atlama o zaman,” dedi ve cümlesi henüz bitmemişken arabanın benim olduğum tarafından son derece yakın ve hızlı bir şekilde bir kamyon geçti. Dar sokakta hızını alamadan makaslar atan kamyon bir başka sokağa hızlı bir virajla beraber girdi ve rahatsız edici sesler duyuldu. Gözlerimiz birbirinden bir an olsun kopmadı. Gözleri gözlerime anlamları taşıdı.
“Seni korumak zorunda kalacağımı düşünmemiştim,” dedi ciddiyetle. “Ama madem öyle gerekecek, seve seve korurum.”
“Korunmaya ihtiyacım yok. Dikkatsizlik ve zayıflık aynı şeyler değil.” Dalgındım, sadece buydu. Onun yardımına, korumasına ihtiyaç duymuyordum. Kafamızın üzerinde yarasa kanatları olan sekiz metrelik bir insan bile uçuyor olsa, onun arkasına saklanmayacaktım.
Bir şey söylemek yerine yamuk bir gülümsemeyle yüzüme bakarak eğilip bir düğmeye bastı; cipin kilitleri açıldı.
“Hangi pansiyonda kalacağız?”
“Silver,” dedi ve kapısını açıp şafağın soğuğunun içeri akmasını sağladı. Beklentiyle baktığını görünce ben de kapıyı açtım ve kızıl renkteki şafak teninin üzerine gölge gibi çöktüğünde kapısının üzerinde harflerdeki çoğu ışığın yanmadığı tabelaya baktım; Silver… Çift katlı, ahşap kapıları ve pencereleri olan yana doğru uzayan bir pansiyondu. Hemen iki üç sokak ötedeki eğlencenin sesi hâlâ gürdü; hiç hız kesmemiş gibiydi. Şarkının sesini duyuyordum. Aşktan daha farklı duyguların gezindiği bu sokakta ellerimi Araf’ın deri ceketinin geniş ceplerine sokarak yürümeye başladım.
Ceketinin cebinde bir şey vardı, avucuma gelince tereddüt ettim ve bırakmayı düşündüm. Araf hemen önümde ilerliyordu, Silver’ın gişesine doğru ilerledi, gişe penceresini tıklattı ve ağzında sakız olan siyahi, yaşlı ve tombul bir kadın camı kaldırıp İngilizce bir küfrün ardından bozuk bir aksanla bizim dilimizi konuşmaya başladı. Ceketin cebinde elime gelen kartviziti çıkarıp avucumun içinde gizleyerek yüzüme doğru çevirdim.
Önce fotoğrafı dikkatimi çekti. Camgöbeği gözler kesintisiz bir ciddiyetle kameranın merceğine bakıyordu; beyaz bir yüzü, ince sayılabilecek büyüklükte dudakları, yüzüne göre kemikli ama hoş görünen burnu, içi iri fakat bakışları oldukça kısık gözleri vardı.
Bu bir kimlik kartıydı.
İsmine baktım. Araf Murat, soyadı Akalan. Tarihe bakılacak olursa gerçekten de yirmi yedi yaşındaydı. Neden kimliğini ceketin cebine koyup ceketi bana vermişti? Kaşlarımı çatarak sırtı bana dönük uzun boylu adama baktım. Yabancı kadınla bir anlaşmanın tam ortasında gibiydi. Muhtemelen bana kendini kanıtlıyordu. Hayatında bir yalan olmadığını, gerçekten Farah’ın kardeşi olduğunu -soyadları aynıydı- ve hatta söylediği gibi isminin Araf Murat, yaşının ise yirmi yedi olduğunu…
Ona güvenmemi mi istiyordu?
Sadece kişisel bilgilerini doğru bir şekilde aktardığı için ona güveneceğimi düşünecek kadar aptal olmadığını biliyordum. Çatık kaşlarla kimliği cebine geri bırakıp yüzüme düşen dalgalı sarı saçlarımı arkaya doğru attım. Siyahi tatlı kadının gözleri şimdi bendeydi.
Farklı bir dilde, “Pansiyonumda düzüşmenin ekstra ücretleri vardır ve bence evli değilsiniz,” diye homurdandı.
Araf önce bizim dilimizde, “Keşke,” dedi ve sonra kadına onun dilini kullanarak, “O ve ben evliyiz,” dedi sertçe. “Bize tek bir oda vermelisin.”
“Evlilik belgenizi görmek istiyorum.” Kadın elini salladı. “Göster onu bana.”
“Bu lanet otel beş yıldızlıymış ve her an ahlak şube baskınına uğrayabilirmiş gibi davranmaktan vazgeç,” dedi Araf gözlerini devirerek. Kadın dilimizi bildiği için tek bir oda olayına karşı çıkmak yerine tek kaşımı kaldırıp ne halt ettiğini anlamak için Araf’ı izlemeye devam ettim. “O benim karım. Belki yasal olarak değildir, doğru olabilir ama Tanrı bizim nikâhımızı kıymış gibi hissediyorum bilirsin…” Kadının yaka kartına baktı. “Bilirsin işte Alberta. O ve ben Tanrı’nın birbiri için seçtiği eşleriz. O benim hayatımın kadını.”
“Seni yalancı romantik,” dedi Alberta ona pis pis bakarak. “Bir bardağım var, aynı duvara yaslarım ve tüm odaların sesi kulağıma dolar. Haberin olsun pislik. Umduğum şeyleri yaparsan seni çok fena benzetirim.” Tekrar bana baktı. “Şuna da bakın ne kadar güzel bir kız. Bunun gibi bir hıyarla ne yapmaya çalışıyor? Amma da yazık etmiş kendine.”
“Alberta, bence sen ya hiç evlenmedin ya da dulsun,” dedi Araf, “evet evet karadul örümceği gibi kocanı yedin.”
“Siktir git.” Kadın anahtarı gişenin tezgâhına koyup camı sertçe indirdi. Araf zaferle sırıtıyordu.
“Çantalarımızı alalım taş bebek,” dedi Araf cipe doğru yürürken.
“Neden tek bir oda tuttun?”
“Kaç gün kalacağımız belli değilken iki kat fiyat ödeyecek kadar enayi olduğumu düşünmüyordun herhalde canım?”
“Kendi odamı ben öderdim.”
“O zaman baş başa kalmamızın ne anlamı kalırdı ki?”
“Ne?”
“Seni buraya kendi isteğinle değil, bir görev uğruna getirdim. O yüzden her şeyi ben ısmarlamak zorundayım.”
“Buna bana ayrı bir oda tutmakla başlayabilirdin.”
“Müsrif kız seni…”
Pansiyonun koridoru karanlık ve dardı; duvarlarda oldukça eski tarihlerin yazdığı afişler, yırtılmış broşürler vardı. İçerisi rutubet kokuyordu. Araf, koridorun sonundaki balkon kapısından dışarı çıkınca kaşlarım çatıldı. Şimdi pansiyonun arka tarafındaydık. Işıldayan yıldızların altında metal bir zeminde yürüdük. Odaların kapılarının önünden geçtiğimiz sırada, “Dışarıya bağlı odalar daha pahalı olur,” dedim. “Bunu tutacağına direkt içeriden iki oda tutabilirdin.”
“Hiç romantik değilsin, bununla ne yapacağız hiç bilmiyorum,” diye homurdandı.
Numaraları silik bir odanın kapısının önünde durup anahtarı kapı deliğine soktuğu sırada omzumun arkasından demir tırabzanların ardında kalan karanlık ormana baktım. Ladin ağaçları ve köknarlar birbirlerine yaslanarak bir insanın ilerleyebileceği kadar bile aralık bırakmadan ormanı kuşatmışlardı. Odanın karanlığı kapının ardından bizi telaşla karşıladı; kanıma sinen garip bir duyguyla odaya doğru baktım ve Araf’ın içeri girmesini bekledim.
Araf odanın kapısının çaprazındaki lambaderin ipini çekince lambaderin ışığı titreşerek yandı ve tıpkı gündüzleri gökyüzünü boyayan kızıllık gibi kanı anımsatan bir renk odanın içine bize ait gölgelerle beraber soğuk aydınlıklar çizdi.
Araf kendi çantasını kapıdan iki metre kadar uzaktaki tekli yatağın üzerine attı, yatağın hemen diğer tarafında bir tekli yatak daha vardı ve iki yatağı ayıran tam ortalarında duran komodindi. Seyrek bir ışıkla aydınlık kazanan odanın kavlamış boyalarına baktım, sol cepheye bakan duvar rutubetten yosun bağlamaya başlamıştı. Araf yüzümdeki ifadeyi komik buluyormuş gibi kıkırdayınca bakışlarımı ona çevirdim.
Kendini tekli yatağın üzerine atıp, “Gökyüzü kızıla döndü, biraz uyumaya ne dersin prenses?” diye sordu. Yatakta yan şekilde uzanmış, yüzünü avucunun içine alarak kırdığı dirseği yatağa gömmüştü; sırıtışı genişledikçe sinirlerimin daha da tepeme toplandığını hissettim.
Yatağın ucuna oturup ayağımdaki topuklu botları çıkardığım sırada gözleri hâlâ üzerimdeydi. Biri beni izlerken bir şeyler yapmak beni sinirlendiriyordu ama yine de tepkisiz kalmayı başardım. Topuklu botları yatağın kenarına bırakıp yatağın üzerine çıktıktan sonra deri çantayı açtım ve ön gözdeki şarj aparatını çıkardım. Duvar kenarındaki tekli prize makineyi takıp telefonumun ucuna şarj soketini soktum ama şarj göstergesinde oynama olmadı. Araf artık pişmiş kelle gibi sırıtıyordu.
“Prizleri çalışmıyor buranın,” dedim dehşet içinde.
“Velencoso konağında yaşanmış bir sorun olsaydı elbette konağı göz önünde bulundurarak bu duruma ben de şaşırabilirdim ama müziği bırakıp uyuşturucuya başlamış sonra da beş parasız kalmış bir bar şarkıcısının uyumak değil intihar etmek için tuttuğu tarzdan bir odada prizlerin çalışmamasını garipsemen, bu durumun garipliğinden bile daha garip.”
Yatağa yavaşça uzanmamla, sarı saçlarım yatağın yüzeyine güneşe ait ışık saçan kollar gibi yayıldı. Araf’ın hâlâ beni izlediğini hissedebiliyordum. “Merak ediyorum,” dedi sonunda beni izlemekten vazgeçip kelimelerden köprüler kurarak o köprünün üzerinde bana doğru ilerlemeye karar vererek.
“Neyi?” diye cevap verdiğimde gözlerim kapalıydı.
“Son ilişkin ne zamandı?”
“Şu an ilişkim olmadığına çok emin gibi konuştun.”
“Çünkü eminim,” dedi. “Vatandaşlık numaranı bile biliyorum.”
Gözlerim kapalıyken, “Sen gerçek bir sapıksın, biliyorsun değil mi?” diye mırıldandım, kafam o kadar doluydu ki uyuyabileceğimi sanmıyordum ama Araf’ın sesini de duymak istemiyordum. Sessizliğin içinde biraz salınsam olmaz mıydı? Elbette olmazdı. Kafamın içinde başkalarına ait pimi çekilmiş bombalar gibi patlayıp duran düşünceler vardı; insan böyle bir şeye sahipken nasıl sessizliğin tadını bilirdi ki?
“Vatandaşlık numarama kadar ulaşan, geçmiş ilişkilerime de ulaşırdı.” Saçlarımın arasından ona doğru baktım. “Demek ki gerçekten merak etmemişsin. Sana gerçekten merak etmediğin bir şeyin cevabını vermeyeceğim.”
“Gerçekten merak etmemi ister miydin?” diye sordu, bu defa ses tonu muziplikten uzaktı; hatta neredeyse sert ve ciddiydi. Saçlarımın arasından yüzüne baktığım sırada tıpkı benim gibi hâlâ yan yattığını gördüm. Bir müddet birbirimizi izledik, bu soruyu kafamda ölçüp tartmama izin vermiş gibi bir hali vardı. Derin bir nefes aldığımda bakışları yüzümden sıyrılıp dudaklarıma, sonra da dudaklarımın aralığından firar eden nefesle beraber hafifçe uçuşan saçlarıma kaydı. “Çok zor bir soru sormuş olmalıyım Günse,” dedi soğuk ama alaycı bir sesle.
“Sadece ne kadar geveze olduğunu düşünüyordum.” Gülümsemem dikenli tellerle örülüydü, ruhunun ruhuma sürtmek için yaklaştığını ama sürtmeden yaralanarak geri çekilmek zorunda kaldığını hissettim. Sanırım bunu o da hissetmiş olacak ki dudaklarında muzip denebilecek sinsilikte bir tebessüm genişleyerek açık bir kavis kazandı. “Beni izlemekten çok hoşlandığını biliyorum ama yorgunum ve biri beni izlerken kendimi dinlenmiş gibi hissetmem.”
“Ne yazık… Oysa daha saçlarını okşayıp senin için bir ninni çığıranacaktım.”
“Anırmak anlamında diyorsan, zaten beni gördüğün ilk günden beri durmadan karpuz kabuğu görmüş gibi anırıp duruyorsun,” dediğimde bana kötü kötü baktı ve bu beni gülümsetti. Gülümsememe dikkat kesilince durdum, dudaklarımdaki gülümseme de durdu; kaşlarım çatıldı. “Ve saçlarımın okşanmasından hiç hoşlanmam.”
“Hoşlanmaman normal. Henüz hiç saçlarını okşamadım.”
“Okşayabileceğini sanıyorsan, dev yanılıyorsun.” Gerinerek tavana doğru döndüm ve bakışlarım örümcek ağlarıyla kaplı eski tavanda dolaşırken, “Peki senin?” dedim. “Merak ettiğimden değil, uykum gelmediğinden soruyorum. Hayatında biri var mı ya da en son ne zaman ciddi bir ilişkin oldu?”
Hâlâ bana dönük olan bakışlarını göremediğim için ne düşündüğünü bilmiyordum ama bir şeyler düşünmeye başladığına emindim. Aklına birini mi getirmiştim? Bilmiyordum. Pek ilgilendiğim de söylenemezdi ama içimde bir yerlerde bir şey, onun gibi birinin ciddi gördüğü her şeyden köşe bucak kaçtığını söylüyordu.
“Aklından tam şu an ne geçiyor?” diye sordu kısık sesle, soruma soruyla karşılık almayı beklemediğimden afalladım ama sessizliğimi korudum. Soru soran bendim, bir cevap almadan onun yönelteceği hiçbir soruya cevap vermek gibi bir zorunluluğum yoktu. Cevap vermeyeceğimi anladığında, “O kadar sessiz geliyorsun ki bana,” diye mırıldandı sessizce, daha çok kendisiyle konuşuyor gibiydi, “belki de bu yüzden enteresan buluyorum seni. İlginç olduğunu düşünüyorum. Sana bakınca gördüğüm sessizlikten o kadar bocalıyorum ki, seninleyken daha fazla konuşma ihtiyacı duyuyorum. Belki sesimin yankısı sana çarpıp bana geri gelir de, daha az sessizleşmişsin gibi hissederim diye.”
Bu kadar açık bir şekilde benimle alakalı düşüncelerini, hislerini ifade etmesini beklemediğimden duraksadım; tavana kilitli kalan bakışlarım bir milim oynamadı.
“Madem susmayı seçiyorsun, evet sevgililerim oldu, son sevgilimle ne zaman ayrıldık hatırlamıyorum.” Göz ucuyla ona baktığımda, yüzünün hâlâ avucunun içinde, dirseğinin hâlâ kırık bir şekilde yatağa yaslı hâlde olduğunu gördüm. “Ama daha önce birini kalbimi ortaya koyarak sevmedim; çünkü hiçbir zaman tüm birinin kalbiyle sevilmedim.” Beklenmedik itirafı bende şaşkınlığa yol açsa da onun yüzünde büyük, geniş bir tebessüme dönüştü. “Kendime söz verdim Taş Bebek. Birinin beni tüm kalbiyle sevdiğini görmeden, onu kalbimin birazcık parçasıyla, küçük bir kısmıyla bile sevmeyeceğim.”
Yaşamına karşı elinde tuttuğu güçlü kartlar yoktu belki ama o kötü bir eli bile iyi bir şekilde oynayabilecek biri gibi duruyordu. Onu anlamam için cümleleri bir kenara bırakıp susmam gerektiğini hissettim.
Oysa yakındığı şey, benim sessizliğimdi.
Göz kapaklarım uykuyla ağırlaşmaya başladı. Nasıl oldu, nasıl geldi, nasıl bir anda zihnime gömülüp göz kapaklarıma serildi bilmiyordum ama uyku çok hızlı bir şekilde içime yerleşmişti. Ağır ağır kırpıştırdığım göz kapaklarımın arasında bulanıklaşan görüntüsünü son kez izliyormuş gibi, “Bu kadar zevzek olmazsan birçok defa, birçok kadınla şansın olacağını düşünüyorum,” dedim uykulu bir sesle. Onun hakkında böyle düşünmemi kanıksamış gibi gülümsediğini gördüm. Artık gerçekten aldırış etmiyordu. “Fena değilsin, hatta standartları göz önünde bulundurursak, birçok kadının beğeneceği bir tipsin.” Esnedim, artık onu göremiyordum ama hâlâ bana baktığını biliyordum. Ve gülümsediğini de biliyordum.
“Senin beğeneceğin bir tip miyim peki?”
Ciddi miydi yoksa yine zevzeklik mi yapıyordu bilmesem de “Bu kargaşanın ortasında değil de normal bir ortamda tanışmış olsaydık ve dilini konuşmak için değil başka şeyler için kullanıyor olsaydın belki,” dedim homurdanarak. “Şimdi kapat çeneni, uykum geldi. Eğer uykumu kaçırırsan kafandan tuvalet fırçası yaparım. Uzun saplı bir tuvalet fırçası olursun.” Parmağımı kaldırıp dudaklarıma bastırdım. “O yüzden şimdi sus.”
“Her kadına karşı zevzek değilimdir,” dedi ama duymazdan gelip muhtemelen kirli olan yorganı üzerime çekerek yorganın altında kayboldum. Yorgan kötü kokmuyordu, biraz naftaline benzer bir koku solumuştum o kadar. Yumuşatıcı kullanmadıkları yorgana geçirdikleri çarşafın cildimin üzerinde kazık gibi bir his bırakmasından belliydi.
“Hatta,” dediğini duyar gibi oldum uykunun kuyusunun kapağını kapatıp kendimi onun olmadığı bir karanlığa hapsederken, “belki de sadece sana karşı böyleyim.”
Kâbus bir zehir gibi hızla kanıma karıştı. Önce bir arazide, alev gibi yanan kumların üzerinde, çırılçıplak ayaklarım yanarken bir atın yularını tutmuş ilerliyordum; kumlar birden havaya kalkıyor, hortum gibi dönerek beni içine alıyor ve göğe doğru dalgalanarak yükseliyordu; ateşin içinde olduğunu anlıyordum. Biraz sonraysa o alevlerin içinden sağ çıkmıştım, atın yularını bırakmış ateşten kaçar gibi koşuyordum, at da dörtnala arkamdan salınıyor, beni takip ediyordu. Koştukça bedenim eğilip bükülüyor, koştukça tüm kemiklerim kırılıp baştan fakat farklı noktalardan kaynıyordu; koştukça ben, ben olmaktan çıkıyor, bir başkası oluyordum.
Kumların sonunda bir serap gibi beni karşılayan o nehrin önüne geldiğimde bedenimin artık bana ait olmadığını biliyordum. O nehre doğru eğilip kendime baktığımdaysa, aynaya düşer gibi suya düşen yansımam bana o kâbusun zehirli çığlıklarını duyuruyordu; bu çığlıkların tamamı bana aitti ama ağzımı bile açmıyordum. Bir canavardım; ağzından, burnundan, gözlerinden kan akan, sarı saçları sanki kızılmış gibi kana boyanan bir canavardım.
Nehrin içine arınmak ister gibi atlıyordum ve boğularak ölmeyi tadıyordum. Tüm organlarımın patladığını hissediyor, ölümün beni keşfetmeyi bırakarak doğrudan bana sahip olmaya başlamasına izin veriyordum.
Ama sonra birden ölüm geri çekiliyor, bedenim bir yenidoğan gibi pamuklara sarılıyor, ruhum eşsiz bir hafiflemeyle içimde süzülüyor; nefes alıyordum. Ne kadar uzun süre o huzuru hissettim bilmiyorum ama kirpiklerim sonunda uyku hâlinden çıkmam gerektiğini hatırlatan bir bıçak gibi gözlerimin içini eşelediğinde yutkunup göz kapaklarımın hareketlenmesine izin verdim. İlk gördüğüm duvarda hareket eden ışıklar oldu; yeşil, mavi, altın rengi, gümüş renkteki onlarca ışık parçası bir kesik gibi duvarların üzerinden kayıp geçiyor, birbirlerine dokunup karışmadan odayı aydınlatıyordu. İrkilerek doğrulup kalktım ve yaşadığım şaşkınlığı saklama gereği duymadan aralık dudaklarla duvarlara bakmaya başladım. Işık kesikleri bozuk duvarların üzerinde kayıp durdu.
“Araf,” diyerek ona doğru dönmemle, yatağın üzerinde oturan ve beni izleyen o camgöbeği gözlerin sahibini gördüm.
Avucunu yatağının başucundaki duvara yaslamış, elinin üzerinde duvarda gezinen ışıklar ateş gibi yanarak avucunun içinden duvara yayılıyordu. Bir an şokla ona ve sonra yeniden ışığı derisinden dışarı sızdıran eline baktım. Eli hâlâ duvardayken, “Düş Kapanı yapıyordum,” diye fısıldadı, alnındaki boncuk boncuk genişlemiş ter damlalarını görünce, bunu yapmanın onun enerjisini ciddi bir şekilde çektiğini fark etmiştim. “Kâbuslar peşini bırakmıyor gibiydi Günse.”
“Se- sen.” Işıklar yavaşça kaybolmaya başladı ve elini geri çekti.
“Uyandığına göre artık Düş Kapanı’na gerek yok, değil mi?”
“Evet ama…” Duvardan silinen ışıkların gölgesi bile kalmadığında, artık içerisi oldukça karanlıktı. “Ben ne zamandan beri uyuyorum?”
“Kızıllıktan beri.”
“Saat kaç?”
“Akşam dokuz,” dedi ve gülümsedi, “güzel uyudun Taş Bebek.”
“Ne zamandan beri avucunun içiyle duvara böyle bir şey yapıyordun?” diye sordum şaşkınlığı bir kenara bırakıp, neden enerjisini benim kâbuslarım için tükettiğini anlamaya çalışarak.
“Huzursuzluktan dişlerini gıcırdatmaya başladığın andan beri,” diye fısıldadı ve sonra muzip bir sesle, “Diş gıcırdatılmasından hiç hoşlanmam, o yüzden yani,” dedi.
“Bu özel bir yetenek mi? Yoksa herkes yapabiliyor mu?” diye sordum, konuyu değiştirmeye çalışıyor gibi bir hâlim vardı. Yorgunluğunu görmek nedense içime tuhaf bir his yaydı; kendimi kötü mü hissettim yoksa iyi mi tam olarak algılayamadım.
“Sadece bana özel,” dedi. “Kuzey’in tüm ışıklarını ruhumdan aldığını söylerdi büyükbabam.” Göz kırptı. “Ailemizin erkeklerinin ruhu o ışıklardan var edilmiş, tabii bu sadece bir inanış.” Parmağını duvara değdirmesiyle, altın rengi bir sürü ışık kesiği duvarın üzerinde kaydı ve ikinci parmağını da yaslamasıyla, altın rengi kesiklerin yanına yeşil kesikler de eklendi; parıldayarak kaydılar duvarın üzerinde.
“Karanlık düşüncelerle dolu bir zihnin ışık saçan parmak uçları olması ne garip, değil mi Günse?” Derin bir nefes alarak parmaklarını duvardan çekti ve görsel şölen sona erdi. “Artık hazırlanmalısın ve gitmeliyiz.”
“Sen hiç uyumamış gibi görünüyorsun,” dedim, gözlerinin altındaki koyu halkalar belirginleşmişti, güçsüz bir tebessüm doğuran dudaklarına baktım.
“Biraz daha devam edersen benim için endişelendiğini düşünmeye başlayacağım hayatımın kadını.”
“Endişelenmek denemez, mahcup hissetmek daha doğru bir terim gibi geldi.” Bakışları yüzümde asılı kaldı, cevabım onu eğlendirir sanmıştım ama gözlerindeki ifadenin anbean ciddileştiğini gördüğümde hissettiğim yanılgı hızla gelen bir deprem gibi zihnimi sarstı.
“Bu kadar dürüst olmasan da olurdu,” dedi, şimdi sesi alaycıydı ama ne hissettiğini gözlemlesem bile çözümleyemedim. “Hadi hazırlan da çıkalım.”
“Nereye gidiyoruz?”
“Mekânlardan çok fazla enerji alıyorum,” diye açıkladı. “Noyan’ın da düşüncesi mekânlardan birinde olabileceği yönündeydi. Belki sevgilisi falan bu mekânlardan birinin müdavimidir.”
“Kendisi olamazmış gibi konuştun,” dedim, “bu mekânlara sadece sevgilisi oradadır diye geldiğini düşünmen bile saçma ve ataerkil.”
“Sadece bir düşünceydi. Bu tarz yerlerde dolaşmayı isteyeceğini sanmam. Burası tehlikenin ta kendisi.” Beni inceledi. “Hazırlanmayacak mısın? Gerçi böyle de oldukça göz alıcı görünüyorsun. Bana kalırsa bu şekilde çıkabiliriz.”
“Duş almam gerek,” diye homurdandım yorganı tekmeleyerek. “Bu pansiyonda sıcak su olmadığına eminim. Hatta banyosuna temiz girip kirli çıkacağıma da eminim.”
“Ordudayken daha kötüleriyle karşılaşmışsındır.”
“Yatak ve oda olarak evet ama duş konusunda hiç sorun yaşamadım. Oldukça temiz bir kabinde duş alıyordum ve benim için her zaman sıcak su vardı. Diğerlerini bilemem.” Telefonuma baktım, bir cevapsız arama vardı ve şarjım tüm enerji kısıtlama işlemlerini yapmış olmama rağmen epey azalmıştı. Arayan kişinin Hemera olduğunu görünce kaşlarım çatıldı. “Kendine bir telefon edinip dahası kaşla göz arasında numarasını telefonuma mı kaydetti?”
“Senin kız kardeşin bir şeytan,” dedi Araf kimden bahsettiğimden emin bir şekilde. “Beni inanılmaz korkutuyor.”
“Şeytan bile ondan ürkerdi.”
“Asil’in başı belada desene,” dedi gülerek. “Senin için sıcak su olup olmadığını sormaya gidiyorum.”
“Buna gerek yok, soğuk suyla da hallederim.” Odanın sonundaki kapının arkasında bir banyo olduğu kesindi. Anlık olarak kapıya bakarken bir gerginlik hisseder gibi oldum, sonra o his göğüs kafesimdeki boşlukta kaybolup gitti.
“Hasta olman pek de olası olmasa da kendini iyi hissedeceğini sanmıyorum. Yeterince temiz hissettirmez soğuk duş.” Kapıya yöneldi, ben de o sırada deri çantanın fermuarını açıp giyecek bir şeyler aramaya başladım. Sonunda üzerimdekinin tam tersi kırmızı bir crop, beyaz bir kot pantolon çıkardım ve gözüm yatağın ucundaki deri cekete kaydı. Sanırım Araf bu gece de onun ceketini giyecek olmama laf etmezdi. Etse de aldırış edeceğim yoktu. İç çamaşırlarımı, giyeceğim kıyafetleri ve makyaj çantamı alıp banyoya yöneldiğimde Araf artık odadaydı. Sıcak su konusunda bilgi almak için indiğinde gişede duran kadından nasıl bir geri dönül aldıysa burnundan soluyordu. Yine de depoda biraz sıcak su olduğunu öğrenince rahatlamış hissettim.
Eski, tıpkı oda gibi rutubet bağlamış banyoda bir küvet vardı ama küvetin içine girmeye cesaretim yoktu; Araf ne derse desin, tetanoz olma ihtimalini göz önünde bulundurmak zorundaydım. Küvetin içinde ayakta duşumu alıp üzerimden çıkardığım diğer cropla bedenimi kuruladıktan sonra kırmızı crop ile beyaz kot pantolonu üzerime geçirip hafif bir makyaj yaptıktan sonra banyodan çıktım.
Odaya girdiğimde Araf’ı göremedim, daha sonra odanın kapısı açıldı ve Araf, ıslak siyah saçlarını sallayıp tüm su damlalarını tenime kondurarak içeri girdi. Nerede duş aldığını anlamasam da soru sormadım. Dünün aksine üzerinde daha açık renkli bir takım vardı, onu takımla görmek beni afallattı; tarzına pek uymuyor gibi gelse de öte yandan onun görünüşünü göz önüne alarak yorumlayacak olursam, ona oldukça yakışmıştı. Islak saçlarını parmaklarıyla geriye doğru tarayıp gözlerini üzerime indirdi.
“Her zaman göz alıcı giyindiğin için seni bu kadar gündelik kıyafetler içinde görmek garipmiş doğrusu,” dedi, gözlerimi devirmekle yetindim ama onun yanında çok daha sportif göründüğümün ben de farkındaydım. “Yanlış anlama, her zaman göz alıcısın. Bahsettiğim…” beni süzerken gözlerini kıstı, “yalnızca kıyafetlerin.”
“Sen de bir peri aramaya değil sana kız istemeye gelmişiz gibi görünüyorsun,” diye mırıldandım, “takım elbiseni giymişsin ama çiçeğin ve çikolatan eksik.”
“Çiçeğim sensin, çikolata mısın bilmiyorum henüz tadına bakmadım.”
“Yine ucuz kurlar yapma peşindesin.” Önce çoraplarımı, sonra da topuklu kalın botlarımı ayağıma geçirdim. Islak saçlarımı parmaklarımla dağıtarak şekillendirdim; buklelerim saçlarım ıslakken daha belirgin ve sık görünüyordu.
Araf, “Burada çok fazla casino var,” dedi, “önce onları kontrol etsek fena olmaz.”
“Kumar oynamaya gelmedin.”
“Ama bu birkaç el kâğıt oynamayacağız demek de değil? Ya da rulet? Poker?” Ona dik dik baksam da vazgeçmedi. “Blackjack? Bakarat? Craps?” Gözlerimi devirdiğim esnada, “Ne yani, hiçbiri mi?” diye sordu çocuk gibi.
“Kumar yok, periyi bulup gidiyoruz.”
“Uyanmamışsa ona olup bitenleri anlatan ben olmam, sen olursun,” dedi, “periler bazen çok inatçı varlıklar olabiliyorlar.”
Odadan çıkacağım sırada, “O inatçı peri henüz benimle tanışmadı,” dedim ve omzunla Araf’ı itip yanından geçtim. Bundan etkilendiğini belli eden bir ıslık çaldıktan sonra arkamdan çıktı. Kızıllık gökyüzünde boğuluyor, karanlık sancıları başlamış bir kadının bacak arasından başını uzatıyor ve gecenin doğumu başlıyordu.
Cipe binip birkaç blok ötedeki kumarhanelerin ve illegal mekânların olduğu sokağa doğru yola koyulduğumuz sırada, kısa süren yolculuğa şu cümleleri sığdırmıştı: “Eğer henüz uyanmadıysa ona ne olduğunu söyleyemeyiz. Önce uyanmış olmalı, önce onda bir şeylerin yolunda olmadığını, normal olmadığını anlamalı.”
Onu nasıl bulacağımızı bilmiyordum. Sonuçta alnında ben bir Cennet Perisi’yim yazan tabelayla dolaşıyor olamazdı. Ama yine de ona baktığımız an bir şeyler hissedeceğimizi düşünüyordum. Avucunun içini duvara yaslayarak kuzeye ait ışıkları odama getiren Araf Murat Akalan’ın, bir periyi hissetmeme ihtimali olamazdı. Hem Noyan bizi doğrudan buraya yönlendirdiğine göre, Araf’ın onu bulacağına emin olmalıydı. Hislerinde yanılıyor olamazlardı, demek ki onun burada olduğuna emindiler.
Cip, uzun gökdelenlerin sıralanarak eğlence mekânlarının illegal değilmişçesine ışık saçıp, amaçlarının ve hizmetlerinin ne olduğunu belli ettiği o kalabalık sokakta yavaşladı. Emniyet kemerimi çözerken gerçekten gösterişsiz göründüğümü hissettim çünkü ön camdan dışarıya şöyle bir göz atınca, festivale katılmış mankenler gibi giyinmiş onlarca kadın görmüştüm.
“Auralara odaklanmam gerek,” dedi Araf kapıyı açıp geceye karışırken. Hemen arkasından indim ve sağlam adımlar basarak kalabalığın içinde ilerlemeye başladım. Araf bir iki adım önümden yürüyor, kafasını kaldırıp her mekâna alıcı gözle bakıyordu.
Mafyatik tipli adamların bakışlarını hissettim, hippilerin, köşedeki sokak dansçılarının ve kaykaylarının üzerinde rampalardan zıplayan gençlerin… Sanki buraya ait olmadığımı biliyorlarmış, beni merak ediyorlarmış gibi beni süzdüler. Rahatsızlığımı gözlerime yerleşmiş bıçaklarla belli ettiğimde, meydan okumam hoşlarına gitmemiş gibi gözlerini kaçırdılar.
Araf, büyük gökdelenleri anımsatan binalardan birinin karnında duran dev ekrandaki görüntüleri izliyordu. Bu görüntülerin bir kumarhanenin alt katındaki eğlence mekânına ait olduğunu fark ettiğimde, buraya daha önce geldiğimi hatırladım. Hemera iyiyken, hayatımız rayından çıkan bir tren gibi ölüme doğru hızla savrulmuyorken, babamdan gizli Hemera ile gelip sabaha kadar yabancı erkeklerin karşısına oturup kâğıt oynadığımız, kaybettiğimizde de masaya yatırdığımız her şeyi alıp kaçtığımız mekâna ait olan striptiz kulübüydü. Erkek striptiz dansçılarının sıkı kalçaları ekranı kaplayınca yüzümü buruşturup Araf’a doğru döndüm, o da ilgisini kaybetmiş gibi hızla gözlerini ekrandan çekmişti.
“O bu mekânda,” dedi Araf gözlerini tekrar ekrana değdirmeden.
“Nasıl anlayabildin?”
“Ayevi bir aura çekim tılsımı üzerinde çalışıyor, hâlâ tam olarak tamamlayamasa da şu ana dek kat ettiği yol da anladığım kadarıyla epey işe yarıyor. Çünkü Noyan kadar net olmasa da onu hissedebiliyorum.” Camgöbeği gözleri bir an için parıldayınca, kalabalığın içinde yaşlı bir adamın iri gözlerle Araf’a baktığını görüp, elimi Araf’ın dirseğinin içine bastırarak derisini tırnakladım. Araf, ağız dolusu bir hırıltıyla, “Siktir,” diye mırıldandı ve keskin bakışları hızla yüzüme kaydı.
İfadesizliğin kuşattığı bakışlarıma yakalandığında gözlerine çöken karanlık anlık olarak aydınlandı; imayla gözlerimi yumup geri açarak çaprazımızdaki yaşlı adamı göz ucuyla işaret ettiğimde bakışları belli belirsiz bir şekilde adama doğru gitti. Adamın korku dolu bakışlarını görünce derin bir nefes aldı ve sonra adama o kadar geniş bir sırıtışla baktı ki, ben bile o bakışına anlam veremedim. Yaşlı adam daha da tırsmış ya da onun deli olduğunu düşünmüş olacak ki hızla sırtını döndü ve kalabalığa karıştı.
“Kalbine inmese bari,” diye şakıdı keyifle. “O yaşlarda kalp krizi çok sık görünür. On dört damarı birden tıkanmış gibi baktı ona sırıttığımda.” Araf ellerini takımının ceketinin geniş ceplerine soktu. “Hera Günse, benimle bir kumarhane baskınına var mısın?”
“Ekmeğine yağ bal sürüyoruz şu an ama hadi neyse,” diye homurdanarak gözlerimi ekranda bahsi geçen kumarhanenin ana girişinin olduğu karanlık sokağa çevirdim. Korumalar sokağı dört koldan kuşatmıştı. Çoğu iki metre boyunda, iriyarı adamlardı; kısa olanların da göbekleri ve muhtemelen şarjörü ağzına dek dolu silahları vardı.
Kumarhanenin ana katı, görkemli kırmızılar ve yeşillerle süslenmiş, altın varaklı detaylarda boğulmuş holü, gişe salonu ve masalar tıklım tıklım taşaklı insanla doluydu. Kimisi Kızıl Yaka’nın en ünlü turizm işletmecileriydi, kimi şirket zincirlerinin vârisleriydi, kimileri beyaz erkek ticareti yapan pezevenklerdi. Evet, Kızıl Yaka’da beyaz erkek ticareti çok fazla oluyordu. Belinde silah olduğu belli olan uzun boylu, gür sakalları olan takım elbiseli bir adam bize doğru gelirken gözlerimi adamdan tek bir an olsun ayırmadım.
Adam sert bir surat ama sıcak bir sesle, “Vay Akalan vay,” dedi. “Ablan ve sen uzun zamandır masaları cilalamamız gerektirecek kadar aşındırmıyorsunuz.”
“Ne kadar oldu?” diye sordu Araf, “en son reşit bile değildim,” dedi kendini tamamlayarak. “Artık süt çocuklarını değil, taşaklı herifleri alıyorsun demek. Mekân bayağı büyümüş, görüntü olarak klas ama pezevenklerin burada ne işi var anlamadım.” Araf genişçe sırıtınca, adam Araf’ın bombardımanına maruz kaldığından afallamış bir hâlde Araf’a bakakaldı. Taşların sesleri karılan kâğıt destelerin seslerine karışıyor, gişelerin kenarındaki büyük makinelerde daha masum oyunlar dönüyordu.
“Biz de bir yolunu bulduk. O kadar uzun süre ortalarda görünmedin ki öldüğünü düşündüm. Malum sende bu çene varken çok da uzun yaşamazsın.” Adamın gözleri gri bir sis bulutunun ardında beliren dolunay gibi parlayınca irkilerek bir adım geri çekildim ve adam sert yüzündeki ifadeyi bozmadan yamuk bir gülümsemeyle bana baktı. O da bir doğaüstüydü. “Beyaz kedilerden misin?” Saçlarıma baktı. “Daha çok bir aslana benziyorsun.” Gülümsemesinin yavaşça solmasına neden olan şey, Araf’ın boğazından bir kediden çok bir yırtıcıdan yükseldiği belli olan hırıltı sesi oldu. Adam Araf’a bakarken, “Sinirlendin mi kedicik?” diye sordu. “Aslan kızı inime sokarken ona asılacağım hiç mi aklına gelmedi?”
“Ben aslan değilim pezevenk sevici,” dedim ve gözlerimi Araf’a çevirdim. “Bu bir doğaüstü kumarhanesi mi?”
Araf, beni duymuyor gibi doğrudan adama bakıyordu; kilitlenmiş gibiydi. Koluna dokununca, teninin alev gibi sıcak olduğunu hissedip irkildim. Yine de dokunuşumu ondan uzağa taşımadım. Sonunda, “Bu piç bizden,” dedi, “ama konuşmaya devam ederse, bizden değil cehennemden olacak.”
“Hiçbir şey demedim kedicik,” dedi adam ve sonra masalardan birini işaret etti. “Hadi bir el oynayalım da keyiflen. Çok huysuz görünüyorsun.” Gözleri bana bir defa bile dokunmadan konuşmasına şaşırmıştım; biraz önce bana yamuk yamuk gülümseyen o değilmiş gibi beni yok sayıyordu.
“Daha önemli bir işim var,” dedi Araf, sesinin kalınlığı duraksamama neden oldu; sanki aynı anda iki kişi konuşuyordu ama iki kişinin de ses tonu aynıydı. “Burada senden başka bir doğaüstü daha var.”
Adam şaşırmıştı. “Ne?” Etrafına bakındı. “Zengin piçler ve güzel hatunlardan tonlarca var ama benden sadece bir tane bulabilirsin.”
“Peri arıyorum Eray,” dedi Araf, o an Eray’ın bakışlarında bir pus belirdi; bu pus gerçek bir şaşkınlığın içinden yükselmişti.
“Ne perisinden bahsediyorsun?”
“Aurası beni buraya çağırdı.”
“Ayevi sonunda geliştirdi demek,” derken kollarını göğsünün üzerinde bağlamıştı Eray. “Ama pek gelişmişe benzemiyor. Kanka, burada bir peri olsa ben de hisseder ya da onu fark ederdim.” Bakışları kadınlara doğru kaydı. “Aralarında tek bir tane peri gibi hissettiren kadın yok.”
“Alt kattaki eğlence devam ediyor mu?”
“Elbette,” dedi Eray.
“Gidelim,” dedi Araf beni kibarca bileğimden kavrayıp, kollarımız aramızda bir köprü gibi uzarken çekmeye başlayarak. Eray’ın şaşkın bakışlarını hissettim; arkamızdan bakakaldığına emindim. Huzursuzluk usulca uzağa savruldu ama tuhaf bir hissin tüm benliğime kan gibi oturduğunu hissettim; şişmiş bir uzuv gibi hissediyordum, sanki birinin beni kesip atmasına ihtiyacım vardı. Dönerek aşağıya inen eski taş merdivenleri inmeye başladığımızda bileğimi tutmaya devam ediyordu. Hâkimiyetinden nefret ederek bileğimi sertçe avucunun içinden çekip almamla, bakışlarının bana doğru çevrilmesi bir oldu.
“Çocuk değilim, gel dersen gelirim zaten. Bir daha kimsenin önünde bileğimi tutmak gibi bir gaflete düşme, seni kötü hırpalarım kedi çocuk,” dedim Eray’ı taklit ederek.
Ruhsuz bakışları çok uzun süre yüzümde bekledi. Gözlerinin içi, dibi boş ve karanlık bir kuyu gibiydi; sanki o kuyuya indim, kuyunun kapağı kapandı, önümü aydınlatacağını sandığım alevler dört bir yanımı sardı ve beni yakmaya başladı.
Bir şey söylemeden sırtını bana dönüp basamakları inmeye devam etti. Müziğin şiddetlenen sesine, eğlencenin nabzı son defa atıyormuş gibi şiddetle şişen kalbine doğru gittiğimiz sırada ensesine dik dik bakmaya devam ettim. Bacağımı dik bir açıyla açıp, kafasına bileğimin arka kısmıyla sert bir tekme attıktan sonra onu yere serebilir, hiç beklemediği darbenin şaşkınlığını henüz üzerinden atamamışken onu bacaklarından yakalayıp yan tarafımdaki pürüzlü, bir mağaranın duvarını anımsatan bozuk duvara çarpabilirdim. Ama bunu yapmak yerine gözlerimi kısarak onu takip ettim.
Kulübün yüksek platforma sahip bir dans pistinin bizi karşıladığı zeminine ayak bastığımızda Araf’ın gergin gözleri etrafı tarıyordu. “Ne o?” diye sordum duyabileceği bir oktavda. “Gergin görünüyorsun miyav?”
Ruhsuz bakışlar omzunun üzerinden bana döndü, tavanda hareket eden lazer ışık yüzünden geçerek gözlerinin rengini vurgulayan fosforlu bir yeşille onu ışığa boyadı. “Aşkım,” diye fısıldadı buz gibi ürpertici bir sesle, “inan bana, tam şu an zevzek değil, gerçek bir belayım. Ve o güzel dudakların her kıvrıldığında, ben karanlığa bir adım daha yakınım.” Bakışlarını bir bıçak gibi keskince ruhumun üzerinden geçirip hislerimi bölerek benden uzaklaştırdı.
“Bu siktiğimin tılsımı neden çalışmıyor?” diye sorarken piste doğru yürüyordu; uzun platformdaki striptiz dansçılarına dikkat kesildim. Çoğu erkek, bir kısmı da kadındı. Kadınların da erkeklerin de ayaklarında merdiven platformlar vardı, epey yüksek olan topukluların çoğu simli, gösterişli ve şıkır şıkırdı. Kadınların da erkeklerin de göğüslerinin uçları aynı boyuttaki taşlarla örtülüydü, demirlerin üzerinde zarif danslarını gerçekleştirirken birbirlerine sevgiyle gülümsüyorlar, dikkatle onları izleyen erkekler ve kadınlar içkilerini yudumluyorlardı. Araf birkaç küfür daha savurup etrafına baktı; istediği şeyin burada olmadığı kanısına varmış gibi, “Yanıldım mı?” diye sorup saçlarını karıştırarak bana doğru döndü. “Yanılmış olamam. Ekrana baktığım an onun burada olduğu hissiyle dolmuştum.”
Önce elmanın tatlı kokusunu soludum.
Araf bir küfür daha savurup kalabalığa göz gezdirirken, bakışlarımın önü kızıl bir perdeyle örtüldü. Artık herkesi her şeyi kızıl görüyordum; lazer yeşil ışıklar bile değdiği yere yeşil değil, kızıl bir ışık veriyordu. Kalbimin güçlü atışlarını duymaya başladım.
“Taş bebeğim,” dedi Araf bana doğru dönüp eliyle gelmemi işaret ederken. Mesafeye ve gürültüye rağmen onu çok yakınımda, sanki nefesi boynumda kayıyormuş gibi dibimde hissetmiş, net hâlde duymuştum. Araf’ın gözlerinin bana bakarken irileştiğine şahit oldum; elma kokusu arttı ve kızıl gören gözlerim yavaşça hareketlenip Araf’tan koptu.
Elmanın kokusu şiddetlendi.
Cennetteki ağaçlardan birinde, hâlâ koparılmamış, hâlâ günaha bulanmamış o yasak meyvenin kokusu sanki kanımda dolaşıyordu.
Onu hissettim.
Onu, bende bir tılsım olmadan hissettim. Onun o olduğunu bilerek ona doğru döndüm ve direkte bir hilal şeklini almış kusursuz vücuduna, kıvrılan ay gibi beyaz bileklerine kemer gibi bağlı duran topuklunun kayışlarına baktım; sonra gözlerim usulca bacaklarından yukarı tırmandı ve o kusursuz berrak vücudun sahibini gördüm. Açık kumral saçlarının yanaklarına düşen iki parçası beyaza yakın sarı renkteydi. Birden ters bir hilâl şeklini alan vücudu dikleşti; o an, gözlerinin omzunun üzerinden bana doğru döndüğü andı.
O an, striptiz direğinin üzerinde bana doğru bakan kadının, Cennet Perisi olduğunu anladığım andı.
Cennetin yasak meyvesine doğru bir adım atacakken, birden striptiz direğinin üzerinden kayarak yere ayak bastı, bar tezgâhının üzerinde ayağında topuklular yokmuş gibi kedi misali yürüyerek ilerleyip yere atladı ve koşmaya başladı.
“O!” dedim Araf’ı itip hızla yanından geçerken. “Koş Araf!”
“Hera!”
“Koş!” diye bağırırken sesim dalgalandı; sesin bir tanesi bana aitse bile, boğazımdan yükselen ikinci ses, kesinlikle benim değildi.
Karanlık koridora hızla saptım, topuklu botlarımın topuklarının kırılacak gibi sağa sola yattığını hissederek koştum ve birden önümde büyüyen ışık küresiyle anlık kör olurken, cennetten akan bir derenin sesini anımsatan o huzur verici su sesiyle görüşümü geri kazandım.
Oradaydı.
Vücudunu sarmış ama tenini asla göstermeyen sudan mini eteği, sudan sütyeni ve dağılmadan bir bütün olarak duran sudan kanatlarıyla havada durmuş bana bakıyor; su yeşili gözlerinde dostluktan eser barındırmıyordu.
🎧: Blackbriar; The Seance