Karga sarmaşığını istiyorum.
Pençelerimin duvara kazdığı mesaj buydu.
Ne anlama geldiğini bilmiyordum, sadece hafızamın genişlediğini, bir şeyin hafızama virüs gibi bulaşarak tüm alanlarımı işgal ettiğini, ardından bana bunu yazdırdığını biliyordum. Bildiklerim bunlarla sınırlıydı işte.
Murat’ın dokunuşu tenime ateş gibi düştüğünde müthiş bir hızla ona doğru döndüm ve tırnaklarımın diplerine doğru çekilerek kısalmaya başladıklarını hissettim. Murat’ın yüzünde herhangi bir duygu değişimi olmadı. Sadece o su yeşili gözlerini bana, ardından hemen arkamda benim var ettiğim kazılı yazıya çevirdi ve gözlerinin kısıldıklarını gördüm.
“Karga Sarmaşığı,” dedi, bunu söylerken yüzünde belirsizlikle büyüyen gölgeler vardı. “Bu da ne anlama geliyor?”
Bakışlarımı yazıya çevirirken, dudaklarımdan kuru bir, “Bilmiyorum,” döküldü. Nabzım normale dönmüştü, görüşüm hâlâ kızıldı, görüntüler titreşiyor ve kulaklarım bilinmeyen bir baskıyla uğulduyordu ama kan akışımın normale döndüğünü hissedebiliyordum.
“Sadece… Bir başkasının kafasının içinde olduğumu öyle net hissettim ki,” diye mırıldanıp Araf’a doğru döndüm. “Bir şeyin bana mesaj vermeye çalıştığını hissettim. Ve bundan hiç hoşlanmadım.”
Araf bir an için seslere dikkat kesildi, ardından hiç beklemediğim bir atiklikle beni dirseğimin altından kavrayıp, “Bu kaba davranış için affedersin, Taş Bebek,” diyerek beni tenha bir alana sürüklemeye başladı. Sırtım nihayet taş bir duvara yaslandığında, Araf’ın rahatsız edici sıcaklıktaki nefesi suratıma yayılıyordu ve sırtımda da taşın soğukluğunu hissediyordum. “Ama gözlerin hâlâ insan dışı bir varlıkmışsın gibi beyazı geceye batmış hâldeyken yakalanmak isteyeceğini sanmıyorum.”
Sert bir nefes vererek, “Sana zihnimin içinde bir şeyler bana kurbanın hafızasının kapısını açtı diyorum, biri bana kurbanın hafızasıyla mesaj yolladı ve bu bana mesaj yollayabileceğini biliyor anlamına geliyor,” dediğimde, kaşlarını kaldırarak, “Evet hayatım, bunu duydum,” diye şakıdı.
“Zevzekliğin sırası mı sence?” İrkilerek yana doğru baktım, ayak seslerini duyabiliyordum, birkaç sivilin bizi görmeden gri sokaklardan birine gittiklerini gördüm. Ardından gözlerim gözleriyle buluştu. “Bu konuyu Noyan’a bildirmemiz gerekiyor.”
“Elbette bildireceğiz.” Yüzüme doğru eğilince karnım içeri gömüldü, bakışlarının dikkatli virajlarından dönüyormuşum gibi hissettiğim sırada, “Hay aksi şeytan!” diye söylendi. “Gözlerin de amma korkunçmuş ya.” Kaşlarını çatıp biraz daha sokulduğunda, burunlarımız neredeyse birbirine temas edecekti. “Neyse ki düzeliyor.”
“Bu cesetleri her kim bu hâle getiriyorsa, mesajı veren o,” dediğimde, bunu zaten biliyormuş gibi gözlerimin içine büyük bir boşlukla baktı. Hâlâ olmaması gerektiği kadar yakınımdaydı. Gözlerinin içinde oynaşan karanlık bir ışık gibi büyüyüp küçülen göz bebeklerini izliyordum. Çarpan bir nabız gibi genişliyor, ardından daralıyordu. Nefesi yüzümün eksenini ateşe vermiş gibiydi, cildimde onun sıcaklığını hissediyordum.
“O duvardaki yazıyı yok etmem gerek,” dediğinde kaşlarımı çattım. “Birilerinin kafasını karışacak bir duvar yazısı yarattın.” Yanaklarımın içini şişirerek şimdi ne yapacağımızı sorgulayan bir bakış attığımda, “Deli kız kardeşinle biraz vakit öldür,” dedi. “Ben de o sırada sivil polislere enselenmeden şu duvarı düzelteyim.”
Murat’ı arkamda bırakarak olay yerinden uzaklaşırken kafamda cevap bulmamış çok fazla soru vardı. Hemera’yı kolundan yakalayıp arabaya doğru çekiştirmeye başladığımda Noyan’ın dikkatli bakışlarının bize çevrildiğini hissetmiştim. Tepki vermeden kız kardeşimi arabaya kadar sürüklediğim ânı izledi.
Hemera şaşkına dönmüş vaziyette ön koltuktaki yerini alırken durmadan sorular soruyordu ama zihnim öyle bir donmuştu ki ona verecek tek cevap bulamamıştım. Cesedin kokusu hâlâ içimde gibiydi, benden bir parçaya dönüşmüştü, şekli bozuk cesede dair görüntüler de zihnimde yeniden var olmaya başladığında gaza bastım ve arabanın yaptığı hız sokakta derin yankılar oluşturdu. Birkaç kişinin zihninde, “Yavaş olsana aptal!” ve daha ağırları şeklinde düşünceler oluştu. Kendimi insanların hafızalarından dışarı atabilmek için daha da hızlandım.
Hemera, “Evet hızı severim ama yaşamayı daha çok,” dediğinde, birden kendime gelip aracı yavaşlattım.
Bir şeylerin yolunda gitmediğini görebildiği açıkça belli oluyordu. Kaşlarının ortasında sorgudan daha derin bir yarıkla bana bakarken, “Ortadan kaybolduğunda bir şey mi gördün?” diye sordu, beni çok iyi tanıdığını bildiğimden bunu saklasam bile gerçeğin ne olduğunu çözebileceğini biliyordum. Yine de yorumsuz kalmayı tercih ettim.
“Bir şey gördün. İyi misin?”
“Her şey yolunda,” dedim ama hiçbir şeyin yolunda olduğu yoktu. Ortada dev bir karmaşa vardı, ben bu karmaşanın başrolü gibi hissediyordum ve başrol olmak sanılan kadar güzel bir şey değildi, bunu yeni öğreniyordum.
“O cesetle bir alakan var mı, Hera?”
Hemera’nın tedirgin sorusu beynime bir yıldırım çarpmış ve o mavi kıvılcım tüm düşüncelerimi temelinden sarsmış gibi hissetmeme neden oldu.
Bunu yalanlamak için dudaklarımı aralamak istedim ama bunu doğrudan yapamadığımı fark ettim. Hafızam beni bilincimin dışına sürüklüyorsa bir şekilde işlenen cinayetlerle alakam olabilir miydi? Benim üzerimden mesaj gönderen her kimse bunu benim üzerimden, benim hafızama sızarak yapabiliyorsa, belki de cesetlerle gerçekten alakalıydım.
Sessizliğim Hemera’yı ürpertmiş olacak ki Hemera kollarını karnına sardı.
“O gece bana saldıran şey her neyse ne sana benziyordu ne sen gibi hissettiriyordu. Kendini suçlu hissetme. Sadece… Saçmaladım.”
Gözlerim Hemera’nın kendini koruma ihtiyacıyla kollarını etrafına sardığı karnına dokundu. Bunu ona ben yapmamıştım, olay anında zaten Araf’ın yanındaydım. Cinayetleri işleyen de olmadığımı biliyordum ama tüm bunlar alakam olmadığı sonucuna ulaşmam için yeterli değildi. Bir şey tarafından yönetiliyor olabilirdim, daha da kötüsü o şeyi yöneten ben olabilirdim. Olabilir miydim? Kafamdaki karmaşa daha da çıkmaza girdiğinde direksiyona sertçe vurdum.
“O iblis her neyse onu bulacağım,” dedim kesin bir dille.
“Peri ve kızıyla ilgili gelişme var,” dedi Hemera, ona bunu neden yeni söylediğini sorguluyormuş gibi baktığımda iç geçirdi. “Kozalak adamım dedektif diz titreten Noyan’a bir telefon geldi. Kulaklarım sivridir, iyi duyarım bilirsin…”
“Noyan’la ilgili erotik düşüncelerini sıralamaktansa neler olduğundan bahsetsen daha iyi olurdu tabii.”
“Tulpar, Zeyna tarafından sürüklenerek Ayevi’nin içinde en az üç sezon seks, entrika, ihanet ve aşk konulu dizi çekebileceğimiz konağına götürülmüş.”
“Ne zaman ciddi bir insan olacaksın?”
Gözlerini devirip bacaklarını ön konsola uzattı. “Hımmm,” dedi sahte bir şekilde düşünüyor gibi yaparak. “Sen daha az ciddi bir insan olduğunda bu sıkıcı sorumluluğu üzerime alabilirim büyükanne.”
Tüm bu olanları Hemera’ya anlatabileceğimi sanmıyordum. En azından şimdilik bunu rafa kaldıracaktım. Hafızam yeniden işgal altına alınmadığı müddetçe bir sorun çıkacağını düşünmüyordum. Ama şu karga sarmaşığı olayı zihnimdeki duru suyu bulandırıyordu.
Eve döndüğümüzde ben aceleyle suyun altına girdim, Hemera ise şekli bozuk cesetten etkilenmemiş gibi rahatça bir şeyler yedi. Ne kadar süre geçti hatırlamıyordum, tek hatırladığım koltuğun üzerinde uyuyakaldığım o gölgeli anlardı. Rüyamda bir şey tarafından sürüklendiğimi gördüğümü hatırlıyorum, daha sonra yüksek bir yerden düşüyormuş hissi yüzünden aceleyle gözlerimi açtım ve salonun zifiri karanlık olduğunu gördüm. Ne kadar süredir uyuyordum bilmiyordum ama gecenin çok ileri bir saatinde olduğumuzu anlamıştım. Boydan camıma çarpan şehir ışıkları bile karanlığın içine düşüp boğulmuş gibiydi. Her yer o kadar karanlıktı ki, gece her yana dağılmıştı.
Birinin, “Amma çok uyudun,” demesiyle yattığım yerden adeta sıçrayarak kalktım. Araf’ın sesini anında tanımış olsam da irkilmemek o an için imkansızdı. Çatık kaşlarla karanlık odayı kolaçan ederken uyuyakaldığım koltuğun çaprazında, hemen ayakucumdaki tekli koltukta oturduğunu fark ettim. Bedeni bir gölgeden ibaret gibiydi, onun uzun ince silüetini görüyordum ama yüzü kaybolmuştu.
“Senin benim evimde, benim salonumda ne işin var?” diye sordum öfkeyle.
“Gizlice girmedim ki, beni içeri Hemera aldı. Deli olan ikizin.”
Ayaklarımdaki çarşafın varlığını yeni hissediyordum. Çarşafı itip, “Hemera nerede?” diye sordum, sesimdeki öfke bir nebze olsun kırılmıştı. Neden sinirlendiğimi anlamış olacak ki çekingen bir şekilde, “Ayevi’nin konağına gitti,” dedi. Ondan çekingen bir ses duymayı beklemediğimden bir an için sessizleştim. “Böyle izinsiz başında beklediğim için affedersin. Kız kardeşin burada oturabileceğimi söylemese başka odada beklerdim. Ya da kapıda beklerdim.”
Çatık kaşlarla, “Sadece ürperdim,” diye mırıldandım.
“Fark ettim, özür dilerim,” dediğinde göz ucuyla ona doğru baktım, yüzünü göremiyor olsam da bana baktığını hissediyordum.
“Özür dilemene gerek yok. Bir sapık gibi gizlice girmedin sonuçta. Hepsi Hemera’nın kafasızlığı.”
“Sorun etmeyeceğini söylerken ciddi gibiydi. Yoksa o çatlağın aklına uymazdım.”
“Aklından ne geçiyordu kim bilir?” diye sordum ama aslında bu cevabını bildiğim bir soruydu. Muhtemelen ele avuca sığmayan hormonları ona bu durumu romantik gibi göstermişti. Bana birini ayarlamaya çalışmasını garipsiyor değildim ama böyle bir durumdayken yapmaya çalışıyor olması saçmaydı. Boynumu esnetirken, “Neden buradasın?” diye yeni bir soru yatırdım ortaya.
“Hemera’yı ve seni götürmeye gelmiştik ama uyuyordun. Çok yorgun olduğunu söyledi. Yorgun olduğunu zaten biliyordum. Noyan, Hemera’yı götürdü, beni de senin başında bıraktılar. Ayevi’nin konağında toplanmamız gerek.”
“Ya da belki de sadece kozalak prensle baş başa kalmaya çalışıyordu,” diye fısıldadığımda, Araf, “Ha?” diye sordu.
“Hiç.”
Avuç içlerinden birdenbire yansımalar yükselip anlık olarak tavanıma çarpınca, “Yine mi yaptın?” diye sordum.
“Neyi?”
“Uyumam için yaptığın o şeyden mi yaptın?”
“Düş Kapanı mı?” Elini kafasına götürdüğünü gördüm, saçlarını yavaşça karıştırıp kafasının derisini kaşırken, “Evet,” diye mırıldandı. “Biraz huzursuz görünüyordun. Kötü mü yaptım? Enerji alanını işgal ettiğimi fark etme diye az yapmıştım.”
“Enerjini uykum için harcamana gerek yoktu.”
“Kızdın mı?”
“Kendini yormana mı?”
“Enerji alanına girmeme?”
“Aptal mısın sen?” diye sessiz bir soru sorduğumda başını omzuna yatırarak bana baktığını görür gibi oldum. “Neyse. Gidelim. Ayevi’nin evinde ne yapacağız?”
“Tulpar konusu…”
“İkna edebilmişler mi?”
“Henüz konuşamamışlar. Yaramaz at etrafı biraz dağıtmış, sanırım kişnemelerini durdurmak için biraz kesme şeker almamız gerekecek. Bu devirde kesme şeker pahalı, israfçı bir at olmak yerine gerçek bir aygır gibi saman yiyebilirdi.”
“Kabul edeceğini sanmıyorum. Ölüm riski çok yüksek.”
“Mantıklı olan kabul etmemesi olurdu.” Araf oturduğu yerden kalkıp cam duvara yöneldi. “İstersen hazırlan, seni beklerim. Karnın açsa yemek yiyene kadar da durabilirim.”
“Sen aç mısın?”
“Hayır.”
“O zaman çıkabiliriz. Bir şey yiyecek havamda değilim.”
Odama geçip üzerimdekileri çıkarmaya başladığımda bakışlarım sık sık büyük boy aynasına kayıyordu. Her an suretim parçalanacak, bana benzemeyen bir şey bedenimde can bulacakmış gibi hissediyordum. Bu düşünce beni iyiden iyiye paranoyak hâle getirmişti. Kamuflaj bir pantolon, siyah bir boğazlı badi giydim, badiyi pantolonun içine tıkıştırıp postallarımı da ayaklarıma geçirdikten sonra hâlâ nemli olan saçlarımı sıkı ama özensiz görünen bir at kuyruğu şeklinde topladım. Ne makyaj yapacak hâlim vardı ne de gideceğim o garip konakta şık dolaşmaya ihtiyaç duyuyordum. Biraz parfüm yeterdi de artardı bile.
Ben koridora çıktığım an Araf’ın da dış kapının önünde beni beklediğini gördüm. Gölge biçimindeki silueti dış kapıyı açmasıyla ve binanın otomatik ışığının bedenine çarpmasıyla kayboldu; bedeninin asıl hatlarını gördüm. Beyaz bir tişört, buz mavisi kot pantolon ve siyah deri ceketiyle her zamankinden farklı görünmüyordu.
“Deri ceketlere düşkünlüğün var herhâlde,” diyerek portmantonun üzerindeki anahtarlarımı aldım.
“Ceketler çok pahalı, hem ben doğal kürkü olan bir doğaüstüyüm, bir tane deri ceket neyime yetmesin? Bu arada senin arabayla gitsek olur mu?”
“Benzinin de mi yok yoksa?”
“Var ama idareli kullanıyorum,” deyince dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. “Ne? Niye öyle bakıyorsun? Taş Bebek, bu doğaüstü olayları hiç basit değilmiş tamam mı? Durmadan bir yerlere gönderiliyorum ve Ayevi dönüşüp bir leopar olarak görüntü verirsem kürkümü yüzüp satacağını, soğuk kış gecelerini kürksüz geçireceğimi söyledi. O yüzden arabayı kullanmak zorundayım. Araba da tükürükle değil, benzinle çalışıyor. Hırsızlığa karşı olduğum için benzin çalmıyorum.”
“Ne kadar da etik değerleri olan birisin.”
“Övgüye gerek yok, ben iyi bir vatandaşım, her Vartalı gibi ben de vergilerimi ödüyorum ve yasaların getirdiği kurallara uyuyorum.”
“Hırsızlık yapmamak için araba kullanmayarak uyuyorsun. Anladım.”
“Etik değerleri olan biriyim.”
“Övgüye gerek yok demiştin.”
“Biraz aşağılanıyormuşum gibi hissettim, o yüzden tekrar etmekte fayda varmış gibi geldi.”
“Tamam benim arabayla gideriz.”
“Mükemmel.”
Gözlerimi devirdim. Evden çıkıp otoparka inene dek konuşmadık. Tam yanımda ilerliyor, tek kelime etmiyordu. Bazen öyle sessizdi ki, konuştuğu zamanlar büründüğü kişilik sadece bir maskeymiş gibi hissettiriyordu. Bu kadar derin susan birinin yine bu kadar geveze olmasına anlam yükleyemiyordum.
“Karga Sarmaşığı konusunu araştırabildin mi?” diye sorduğumda otoparkın titreşen floresanları altında ilerliyorduk.
“Pek vaktim olmadı.”
“Bundan Noyan’a bahsettin mi?”
“Hayır. Olayı yaşayan bizzat sendin, senin adına konuşmam doğru olmaz. Güzel bir ağzın var, eminim benimkinden daha güzel anlatır.”
İnsanlara saygı duyduğunu yeni fark ediyor değildim. Bu konularda hassastı ve bu hoşuma gitmişti. Yani kararı bana bırakıyor olması… Ortalık yeterince karışıkken her şeyi en yetkili kişi olan Noyan’a öter diye düşünmüştüm. Bir an algılarım karanlıkla mühürlendi. Adımlarım hızla durdu ve ileriye, floresanların kıpırdaşarak bir yanıp bir söndüğü o kör noktaya baktım. Araf’ın bir şeyler söylediğini duyuyordum ama kelimeler zihnime ulaşamadan parçalanıyordu çünkü zihnim koca bir uğultuya dönüşmüştü.
O noktada Araf’ın arabasının olduğunu fark edince hızlı adımlarla oraya doğru ilerlemeye başladım. Araf’ın arkamdan geldiğini hissedebiliyordum. Kolonun köşesinden döndüğüm an arabanın tamamını gördüm ve ön kaputtaki büyük hasar dudaklarımın aralanmasına neden oldu. Ön cam parçalara ayrılmış, kaput büyük bir hayvan üzerine çıkıp tepinmiş gibi içeri doğru çökmüştü.
“Kaza mı yaptın?” diye sorarak hızla ona doğru döndüğümde omuz silkti, bakışları sakindi.
“Önemli bir şey değildi.”
“Önemli bir şey değildi?” Tekrar önü yamulmuş arabaya baktım. “Bu mu önemli olmayan?”
“Benim için endişelendiysen diye diyorum, ben bir tabiatüstüyüm, öyle kolay kolay ölmem.”
Çatık kaşlarla, “Bu nasıl oldu?” diye sordum.
“Sanırım fazla doğaüstü enerjisi salgıladım, açık hedef hâline geldim. Çevrede başıboş dolaşan doğaüstüler de var tabii.” Arabamı işaret etti. “Gitsek olur mu?”
“En başından beri benim arabamla gitmek istemenin nedeni bunu görmemi istememendi,” diye homurdandığımda, “Hayır,” dedi. “Benzin fiyatlarından haberin var mı senin?”
“Sahtekarın tekisin.”
“Büyütülecek bir şey değildi. Kafana tak istemedim. Herhangi birinin hedefi değiliz, enerjim yüzünden üzerime çektiğim öylesine bir doğaüstüydü. Sana söylesem endişeli hissedecektin.”
“Umurumda olan birinin peşimizde olması olmazdı.” Ciddiyetle kurduğum cümle onu duraksattı. “Benden bunu saklaman çok saçma. Başına bir şey gelebilirdi, bu çok daha önemli.”
“Ama gelmedi,” derken aklı karışmış gibi görünüyordu.
“Ama gelebilirdi.” Yanından sıyrılıp geçerken kaşlarım çatıldı. Onu arkamda bırakarak arabama doğru ilerlerken her nedense ona karşı öfke hissettiğimi fark ettim. “Aptal,” diye söylendim arabama atlarken. Bir kedi yavrusu gibi sessizce yolcu koltuğuna binerken söylenmelerimi dinledi ama karşılık vermedi. Kulaklarını bükmüş bir kedi yavrusuyla onu ayıran tek şey sinsi bakan yeşil gözleriydi. Yine de kuyruğunu saklayıp kulaklarını büktüğünü görebiliyordum.
Otoparktan çıkıp Varta’nın kızıl-siyah göğünün altında ilerlerken elim radyoya gitti, sevdiğim parçalardan biri çalmaya başladı. “Heavy metal seviyor musun?” diye sorarken sırtını koltuğa iyice bastırmış, önümüzde akıp giden yolu izliyordu.
“Evet. Black metal ve Death metalden hoşlanırım. Sen seviyor musun?”
Sokak lambalarının altından hızla geçtiğimiz sırada gözlerini ilerideki yüksek binalardan ayırmadan, “Daha çok doom seviyorum.”
“Daha depresifsin yani.”
“Sadece hoşlandığım tür bu.”
“Doom ben de severim,” dedim, ordudayken çok sık doom dinleme şansım olmamıştı çünkü depresifliğin dışına çıkmak zorundaydım. Daha sert, daha yırtıcı müzikler dinleyerek ruhumdaki şefkati bastırmaya çalışmıştım. Her gün yığınlarca ölü gördüğün bir yerde depresif olmak zaten normalken bir de doom dinleyerek kendimi tamamen mental çöküşe götüremezdim. Ama Hemera’nın hastalığı aramızdaki ipler kopmuş gibi hissettirdiğinde doom sığındığım metal türü olmuştu. Melodiler tıpkı benim gibi depresifti, melodiler tıpkı hissettiklerim gibiydi.
“Kız kardeşin,” dedi Araf bir süre sessiz kaldıktan sonra. “Senin ikizin ama tam tersin gibi. Yine de aranızda güçlü bir bağ olduğu belli. Bana ondan bahsetmeni istesem ne düşünürdün?”
“Kız kardeşimi mi beğendin?” diye sordum alayla ama yüzümde mimik oynamadığından bunun alay olduğunu anlamadı muhtemelen.
“Ne? Hayır. O kız ve ben farklı dünyaların insanlarıyız.”
“Farklı dünyaların insanları olmasanız olabilir miydi yani?”
“Olmasını dileyeceğim kişi kız kardeşin olmazdı,” dedi bana omzunun üzerinden boş bir bakış atarak.
“Alay ediyordum,” diye söylenerek gözlerimi yola çevirdim. “Kız kardeşim diğerlerinden daha farklı olabilir, değerleri, öncelikleri çok başka olabilir ama şüpheleneceğin biri değil.”
“Şüphelenmekten öte, Hemera’yı çözmek istiyorum. Bir nedenden hepinizi çözmeliymişim gibi hissediyorum. Hemera da senin gibi kapalı bir kutu gibi. Düşündüm ki senden onunla ilgili daha detaylı bilgi alabilirim.”
“O şüpheli değilse neden onunla ilgili şeyleri merak ediyorsun?”
“Detaycıyım diyelim.”
“Bence sadece şüphecisin.”
“Tabii bu söylediğine de hayır diyemeyeceğim.”
Araç şehirden uzaklaşıp karanlık, derin bir koruluğu ikiye ayıran patika yolda ilerlemeye başladığında, “Arkadaşımı hatırlıyorsundur,” dedim. “Donovan.”
“Şu ceset görünce kusandı, değil mi?”
“Evet. İnsan.”
“Sen de bir insansın.”
“Benden daha insan en azından,” diyerek omuz silktim. “Nova, yani Donovan çok uzun zaman boyunca Hemera’ya âşıktı. Hemera onu her zaman kullanırdı. Lisede ödevlerini, projelerini ona yaptırırdı, bir suç işlerdi ve Nova o suçu üzerine alırdı. Donovan için Hemera’nın varlığı kutsaldı ama Hemera onu hiç fark etmezdi. Hikâyeyi benden böyle dinleyince de Hemera hainmiş, kirli işlerini de Donovan yapıyormuş gibi oldu.”
“Donovan gerçek bir insan. Endişelenme,” diyerek güldü. “Ama Hemera tam bir şeytanmış. Şu cehennem perisi arkadaşın Rose da Donovan denen kusmuklu çocuktan hoşlanıyor gibi. Hemera’dan daha iyi bir seçenek.”
“Kadınlar seçenek değildir. Biri seni seviyor diye bu onu daha iyi bir seçenek yapmaz, biri seni sırf seviyor diye seçeceğin kişi olmaz.”
“Affedersin,” dedi. “Yanlış bir cümle kurdum.”
“Rose, Donovan’dan uzun zamandır hoşlanıyor,” dedim karanlık ormanı izleyerek arabayı sürmeye devam ederken.
“Donovan, peri için iyi bir seçenek değil. Cennet perisi ve kızının yaşadıklarını göz önünde bulundurarak söylüyorum, bir tabiatüstü ve insan bir arada olmaz.”
“Donovan bir doğaüstüden daha az yaşayacağı için mi?”
“Hem öyle hem de daha savunmasız.”
“Ama aşk, bir insandan daha savunmasız. Kimi seçeceği koca bir muallak.”
“Aşka inanıyor gibi konuştun,” dediğinde ona yandan tuhaf bir bakış attım.
“Her duygunun varlığına inanırım. Aşka yok demek nefrete ya da tutkuya da yok demek gibi bir şey.”
Bir şey soracak gibi oldu ama sonra her nedense soracağı şeyden aniden vazgeçip gözlerini yola çevirdi. Karanlığın muhafızları gibi görünen ağaçların arasında bir süre daha yol aldık, Velencoso Konağı gerilerde kaldı ve sonunda çakıl taşlarından oluşan boş araziyi de aşıp Ayevi’nin büyük, ürkütücü arazisine ulaştık.
Konağın dışında kimse yoktu. Sert bir rüzgâr boş arazide ıslıklar yaratarak ilerliyordu. Araçtan inip arazinin kalanını yürümeye başladığımızda Araf’ın temkinli bakışlarının etrafta dolaştığını fark ettim.
“Takip edildiğimizi mi düşünüyorsun?” diye sordum sakince.
Adımları yavaşlarken, “Ne?” diye sordu.
“Etrafına çok temkinli bakıyorsun. Takip edildiğimizi mi düşünüyorsun?”
“Bu dikkatini askerleri eğitmiş olmana mı borçluyuz?”
“Asker, dikkati ve dövüşmeyi benden öğrenir. Yani bu dikkati öğretmiş olmaya borçlu değilim, bu dikkat olmasa zaten onlara da bunu öğretemezdim.” Derin bir nefes aldım. “Şu duvara bir şeyler kazıma durumu seni tedirgin ediyorsa diye söylüyorum, bir şey tarafından yönetilmiyorum.”
“Bunu bilemezsin,” dedi sonunda.
“Derdin belli oldu.”
“Kendimi düşündüğümden değil, herkesi ve seni düşündüğümden.”
“Arabana zarar veren gerçekten öylesine bir doğaüstü müydü?”
Ayevi’nin verandasının önünde durup, “Yemin ederim öyleydi,” dedi. “Yeterince kötü bir gün geçirdiğin için tedirgin olmanı istemedim. Hepsi bu.”
“Pek de düşünceliymişsin.” Onu süzdüm, bunu neden yaptım bilmiyordum ama onu süzdüğüm an taş kesilip öylece bana bakakaldığını fark ettim. Yaptığımdan pişmanlık duyarak verandanın basamaklarını tırmanmaya başladığımda bir süre arkamdan gelmedi.
Verandaya çıkıp omzumun üzerinden ona bakarak, “Gelmiyor musun?” diye sormamla, büyük kapı gürültüyle açıldı ve temkinli bakışlarım bu kez dış kapıya çevrildi. Ayevi, “Araf!” diye bağırınca geri çekilip irkilerek Ayevi’ye baktım. “Tulpar’ı durdurmamıza yardım etsen iyi olur, Kar Leoparı!”
“Ne oldu ki?” diye sorduğum sırada bir hırıltı duyup, tüylerim dikilmiş hâlde hırıltıya doğru dönmeye çalıştım.
Araf hâlâ bir insan bedeni içindeydi ama formu tam olarak bir insanınkine benzemiyordu. İnce sayılacak kolları daha da kalınlaşmış, pazuları şişmiş, omuz kısmındaki çıkıntılar büyümüştü. Bedeni kaslanmış olsa da sureti hâlâ bir insana aitti. Gözlerinin yeşilinin sedefli bir şekilde parlamaya başladığını gördüm. Daha sonra bu belirtiler birden kayboldu, bedeni bir insan formunu alıp tekrar zayıf ama kaslı bir görüntüye büründü. Hızlı adımlarla verandanın basamaklarından çıkıp konağın içine daldığında şoka uğramış hâlde arkasından bakakalmıştım.
“Beni,” dedi çift gelen bir ses, sesin bir kısmı hayvani şekilde kalınken bir diğeri bir erkeğe aitti. “Beni hemen bırakmazsanız bu konakla beraber tüm bu araziyi içinde siz ve size dair tüm canlılar varken yakarım!”
“Nasıl yapacakmışsın bakayım, göster bana,” dedi Araf, bu cümleyle beraber bir hırıltı sesi yükseldi ve hırıltı sesini hayvani farklı bir ses takip etti.
İçeri koşar adımlarla girmemin tek nedeni içeride Hemera’nın da olduğunu bilmemdi. Ama içeri girdiğim anda gördüğüm şey, bir insanın aklına durgunluk verecek kadar farklı bir şeydi. Uzun boylu bir adam toynaklarının -evet, toynaklarının- üzerinde durmuş, üst bedeni tamamen çıplak ve dövmelerle kaplı hâlde, bedeni yeniden şişerek form değiştirmeye başlayan Araf’a bakıyordu. Bir çift kanadın katlanırken çıkardığı sesi duydum, hemen ardından Noyan’ı gördüm. Tulpar olduğundan emin olduğum tuhaf görüntülü yaratık-insana doğru ilerliyordu; muhtemelen üç saniye öncesine kadar dışarıda olan kanatları ise artık yoktu.
“Artık sakinleşecek misin?” diye sordu Noyan gayet sakin bir sesle.
“Uzak dur benden kozalak götlü,” diye homurdandı Tulpar öfkeyle, toynakları satanist ayinlerinde resmedilen keçinin toynaklarına oldukça benzese de bir ata ait olmalıydı.
“Oldukça da terbiyesizsin.”
“Onu burada zorla mı tutuyorsunuz?” diye sordum, tamam zorla olduğunu biliyordum ama bu kadarından bihaberdim. Üstelik bir oda dolusu doğaüstü bu toynaklı yaratığa nasıl oluyordu da karşı koyamıyordu?
“Çay içmeye gelmiş bir hâlim mi var sarışın?” diye sordu toynaklı bana doğru dönerek.
“Zeyna bir süreliğine buradan ayrıldı ve bu da elde durmaz oldu,” dedi Asil, cehennem prensinin bir toynak sahibine nasıl karşı koyamadığını merak ederek Asil’e baktım. İnsan formundaydı, teni beyaz sayılırdı, domates salçasına benzemiyordu.
“Sen cehennemin yüz karasısın,” diye hırladı Tulpar, mavi gözleri hızla bana çevrildi. “Sen de neyin nesisin?” Saldırı pozisyonunda dursa da bana baktığı anda gözlerindeki düşmancıl ifade kaybolmuştu, şimdi saldırgan gözlerinde yeni bir duygu vardı. Merak.
“Cehennemin yüz karası olsaydım bir doğaüstü olmana bakmadan seni kömüre çevirene kadar yakardım,” dedi Asil sabit bir yüz ifadesiyle.
“Yakacağını biliyorum. İşte bu yüzden yüz karasısın. Bana ihtiyacınız olmasa beni yakardın. Beni ne için kullanacaksınız, ha? Yoksa bir grup doğaüstü birleşip bir organ ticaretine mi başladınız?”
“Öff senin sonradan çıkan organların ya da uzuvların kimsenin umurunda değil ki ya,” diyerek karanlıktan çıkan kişi Hemera’ydı. Kardeşime alık alık baktım. “Ama bir şey sormazsam bu gece rahat bir uyku uyuyamam. Cidden, her organ sonradan çıkıyor mu? Hiç denedin mi?” Hemera çenesiyle Tulpar’ın kasıklarını işaret etti. “Sonradan daha büyük çıktığı oldu mu?”
“Geldiğinden beri yaptığın tek şey böyle saçma sapan sorular sormak.” Tulpar öfkeyle Hemera’ya baktı, sonra duraksayıp bana doğru döndü. “Hem birbirinize çok benziyorsunuz hem de yaydığınız aura aynı. İnsan değilsiniz. Siz nesiniz?”
“Biz de onu arıyoruz dostum,” dedi Asil.
“Ben senin dostun değilim.”
“Kahrol şeytan da dersin sen şimdi.”
“Cehennemin yüz karasısın. Ataların senden utanıyor ucube.”
“Nereden biliyorsun birkaç atamla münasebetin oldu herhâlde?”
“Kes sesini,” diyen Tulpar, Asil’e doğru tükürünce Asil tükürükten zıplayarak kaçtı.
“Sen bir atsın, lama değil.”
Hemera sanki konumuz buymuş gibi, “Kestikten sonra direkt çöpe mi atıyorsun?” diye sorunca, hepimiz aynı anda ona döndük. “Şeyi yani, mesela herhangi bir organını?”
“Eminim öyledir,” diye homurdandı Araf.
“Ne? Bence sevgiliye verilecek müthiş bir hediye olurdu. Düşünsene, senin şeklinde, senin parçan olan bir oyuncak…”
“Susturun şu kızı,” diyen Ayevi elini kaldırıp öne doğru bir adım attı. “Tulpar, sakinleşmezsen seninle iletişim kuramayacağız. Derdimiz sana zarar vermek değil.”
“Aynen,” dedi Hemera. “Hiç zarar vermek değil…”
“Hemera,” dedim uyarıcı bir tonlamayla.
“Sarı kukum güzellik uykusundan uyanmış.” Hemera bir an durup Araf’a baktı. Araf’ın bedenindeki form kaymasını fark edince kaşları çatıldı. “Ne zamandan beri yaklaşık iki metre ve haltercisin? Seni üç saat evvel gördüğümde kürdan bacaklının tekiydin.”
“Bu bir form sıkışıklığı,” dedi Noyan. “Tıpkı Tulpar’da da şu an olduğu gibi. Ne asıl formlarını alıyorlar ne de insan formlarında kalıyorlar. Bu sıkışıklık genelde tehlike anlarında devreye girer. Vücut şekil bozulmaları yaşar.”
“Böyle bozuk şekle can kurban,” diye şakıdı Hemera, ardından bana doğru dudaklarını oynattı. “Ne olursun ona bu hâldeyken bir kez de olsa bin.”
“Tulpar deyip durmayı bırakmazsan sizle asla iletişim kuramayacağım,” dedi toynaklı insanımsı yaratık. Bana doğru döndü. “Benim adım Aytuğ. Sen burada bana Tulpar demeyen tek bireysin, o yüzden sana ismimi söylüyorum. Tuhaf kadın. Hangi ırka mensupsun?”
“Bu sahnede benim taş bebeğime askıntı olmayı bırakıp benimle dövüşmen gerekiyordu,” dedi Araf hoşnutsuz bir sesle. “Zaten arabama tonla masraf çıktı, bırakın da biraz stres atayım.”
“Hangi ırka ait olduğunu biz de biliyor sayılmayız,” dedi Noyan. “Artık sakinleşip insan formuna dönecek misin? Sadece konuşmak istiyoruz. Zor kullanmak yok.”
“Buraya getirildiğimden beri yaptığınız bu değilmiş gibi,” dedi Aytuğ öfkeli bir nefes vererek.
Bir adım daha atıp konağın içine tamamen girdiğimde Hemera temkinli gözlerle Aytuğ’a baktı. Zarar görmemi istemediğini o an anladım ama Aytuğ’un bana zarar vereceğini düşünmüyordum. Sakin adımlarla Tulpar’a, yani Aytuğ’a doğru ilerlemeye başladım. Bu durum Araf’ı germiş gibi bana doğru bir adım attı ama elimi kaldırıp Araf’ı durdurdum ve Aytuğ’un tam önünde durdum.
“Buraya kendi isteğinle değil zor kullanılarak getirildiğin için üzgünüm,” dedim, ciddiyetimin farkına varmış gibi tek kaşını kaldırdı. “Eminim buradaki kimse üzerinde zor kullanmak istemezdi.”
“Çok da emin olma sarışın,” diyen tanıdık sese doğru dönmedim ama topuklu ayakkabılarının zemine indirdiği darbelerin sesini dinledim. Gelen Zeyna’ydı. Kılıcını kınından çıkardığına dair kesik bir ses duydum. “Ben bu aygırın üzerinde zor kullanmaya bayıldım.”
“Yine mi sen?” diye hırladı az önce sakinleştirdiğim Aytuğ birden dişlerini göstererek. Yüzünün aldığı ürkütücü şekli izlerken bir adım geri atacak gibi oldum. Dişlerinin arasından öfkeli nefesler veriyordu. Zeyna ile yıldızları pek barışmamış olmalıydı.
“Beni gördüğüne sevinmiş olman gerekirdi. Benden epey hoşlanmışa benziyordun.”
“Şeytan görsün yüzünü.”
Zeyna göz ucuyla Asil’e bakıp, “Bak şimdi görmüş oldu,” diye alay ettiğinde Asil sırttı ve Aytuğ homurdanarak küfürler savurdu.
“Onu kışkırttığınız sürece alacağınız tek karşılık kaos olacak,” dediğimde Zeyna’nın koyu renk gözleri bana çevrildi. Gözlerim periyi ve kızını aradı ama buradaki tek peri karanlık bir köşeye geçmiş bizi izleyen arkadaşım Rose’du. Aytuğ’a bakıp, “Savaşmayı bırak, oturup konuşalım,” dedim. “Burada çok fazla doğaüstü var. Ne kadar saldırırsan o kadar karşılık alacaksın ve incinmeni kimse istemez.”
Aytuğ bir adım geri atınca gözlerimi indirip toynaklarına baktım. Kendisine nefes alanı yaratmaya çalıştığını anladım. Çok kısa bir an için ayaklarının formunun değiştiğini görür gibi oldum, değişimi çok hızlı oldu. Çıplak erkek ayakları gözlerimin önünde belirdiğinde artık boyu az önceki kadar devasa değildi.
İnsan formunu alırken hâlâ tedirgin olduğu bakışlarından okunuyordu ama artık kendisi de anlamıştı. Ne yaparsa yapsın, doğaüstü ekibi çok kalabalıktı ve verilen karşılıklar ağır olacaktı. Yaralanmaktan korkuyor gibi bir hali olmasa da aptal değildi, çoğunluğun içindeki tek başına olan azınlıktı ve başına dert almak istemezdi.
“Sizi dinleyeceğim,” dedi Aytuğ. “Ama size dönüşmeyeceğim. Her neye dönüştüyseniz…” Gözlerini her birimizde dolaştırdı. “…bunun bir parçası olmak niyetinde değilim.”
“Önce sen bizi bir örgüt olarak görmekten vazgeçsen diyorum,” dedi Zeyna rahatsızlığını belirten koyu kahve gözlerini Aytuğ’a dikerek. Aytuğ ona doğru bakmadı bile. Ayevi’nin işaret ettiği büyük deri koltuklardan birine doğru ilerledi.
Konağa uymayacak şekilde modern koltuk ne zamandan beri burada, bu duvarların arasındaydı bilmiyordum. Şöminede çatırdayarak yanan alevin ısısını hissetmedim çünkü arkamdaki sokak kapısı hâlâ açıktı. Yine de alevlerin yarattığı renk cümbüşünü görüyordum. Aytuğ deri koltuğa oturdu, çıplak ayaklarının parmak uçlarına basıp topuklarını havaya konumlandırdı ve “Sizi dinliyorum,” dedikten hemen sonra ellerini dizlerinin üzerinde birleştirip tek bir yumruk haline getirdi.
Ayevi, “Sonunda gürültüyü bıraktınız,” diye mırıldanıp sarı, etekleri lale çiçeğini anımsatan uzun elbisesini sürüyerek konağın salonuna ilerledi. Şöminenin çaprazındaki sallanan koltuğa otururken, “Öncelikle senden isteyeceğimiz şeyin mantık sınırları dışında bir şey olduğu gerçeğini kabul etmem gerekir,” dedi.
Aytuğ bu cümleden işkillenmişti. Kaşlarını kaldırdı, mavi gözleri kuşkuyla parlıyordu.
“Elbette karar senin ama karar vermeden önce kalbinin sesini dinlemeni istiyorum. Biz doğaüstülerin kalpleri insanların kalplerinin aksine çok gürültü çıkarmazlar. Bu yüzden kalbinin sesini duymak için kulak kesilmen gerekecek.”
“Seni dinliyorum Şifacı.”
“Ben bir şifagetirenim,” diye düzeltti Ayevi onu oldukça kibar ve sakin bir şekilde. “Ve bu şifagetiren kadın senden kalbini istiyor.”
Anlık nabız gibi büyüyen bir sessizlik…
Aytuğ burnundan sert bir nefes vererek gülünce herkes birbirine baktı. “Anlamadım?” diye sordu genç Tulpar.
“Açık ve net. Senden kalbini istiyorum.”
“Bu pek de romantik bir teklife benzemiyor Şifacı.”
“Şifagetiren.”
“Her ne sikse işte.”
Noyan, Aytuğ’a saf bir öfkeyle bakınca Ayevi sırtını dikleştirip “Kibar ol,” diye uyardı Aytuğ’u. Noyan konuşacak olursa Ayevi’nin aksine kibar olmasını istemeyecek, tehdit dolu dizeler sıralayacaktı sanki. Öyle bir atmosfer yaratmıştı.
“Sen de istediğin şeyi daha düzgün söyle. Beni karşına oturtup kalbimi istediğini söylüyorsun.”
“Çünkü kalbini istiyoruz,” dedi Zeyna köşedeki duvara yaslanmış, kollarını göğsünün üzerinde toplamış hâlde pürdikkat Aytuğ’a bakarken. “Anlama kıtlığın yoksa ve tüm özelliklerinin farkındaysan ne demeye çalıştığımızın farkındasındır. Vücudun kendini yeniliyor. Tüm organların yeniden var olabiliyor.”
“Yani organ kaçakçısısınız?”
“Bu at tam bir moron,” diyerek göz devirdi Zeyna.
“İstediğiniz şeyle ilgili bilgi sahibi dahi değilsiniz,” dedi Aytuğ. “Benden kalbimi istiyorsanız sonuçlarını da biliyorsunuzdur. Yani beni öldürmek istiyorsunuz.”
“Tam olarak öyle sayılmaz,” dedi Hemera, Ayevi’nin gözleri Hemera’ya çevrildi. Kız kardeşim ilk kez çok ciddi görünüyordu. “Seni hayatta tutabiliriz. Kalbin kendisini yenileyene kadar bedeninin ölümüne engel olabiliriz.”
Aytuğ kollarını göğsünün üzerinde toplarken, “Kalp olmadan bedeni nasıl yaşatacakmışsınız?” diye sordu.
“Bedenini bir küvetin içine yatıracağız ve kalbini çıkarmadan önce seni zaten ölü konumuna getireceğiz,” dedi Hemera ciddiyetini koruyarak. “Vücudun buzun içindeyken yaşam fonksiyonların anlık olarak duracak. Hem vücudunu korumuş olacağız hem de kalbine oluşması için süre tanımış olacağız.”
“Kalbimle kumar oynamayı düşünüyorsun.”
“Tek başıma düşünüyor değilim, buradaki herkes kumarbaz şekerim, senin kalbin de masadaki en büyük bahis,” dedi Hemera sinsi bir gülümsemeyle. “Ne yani, adrenalin sevmez misin?”
“Sonunda öleceğim şeylerin yaratacağı adrenalinle ilgilenmem.”
“Ölmeyeceksin.”
“Kesinliği yok,” dedi Aytuğ dehşetle kaşlarını çatarak. “Üstelik neden kalbimi istiyorsunuz?”
“Çünkü bir doğaüstü kalbine ihtiyacımız var ve bir doğaüstü bireyi öldürüp kalbini alamayız,” dedi Ayevi sakince.
“Beni öldürmüş oluyorsunuz,” diyen Aytuğ’un yüzünde komik bir ifade belirmişti.
“Ama en azından yaşatmaya çalışacağımızdan bu bizi daha az katil yapar,” diye şakıyan Hemera’ya gözlerimi büyüterek baktım. “Ne? Dürüst oluyordum.”
“Evet, oldukça dürüsttü. Siz beni yasal yoldan öldürmeye çalışıyorsunuz. Ölüm kabul belgemi de hazırladınız mı? Nereyi imzalıyorum?”
“Dramatize etmek konusunda üzerine yok,” diye homurdandı Zeyna.
“Dramatize ediyorum öyle mi?”
“Seninle yattığımız o gece boğazına kılıç dayadığımda da olayları böyle dramatize ettin. Üç yıldır evliymişiz ve sana büyük bir ihanet etmişim gibi bakıyordun. Dramatik biri misin sen?” diye sordu Zeyna tek kaşını kaldırarak.
Ayevi, “Onunla yattın mı?” diye sordu sabit bir ses ve yadırgayan bakışlarla.
Hemera ise adeta şakıyıp, “Nasıldı?” diye sordu.
Zeyna eliyle bir işaret yapıp, “Fena sayılmazdı ama dediğim gibi bu dümbelek kafa tamamen dramatik birisi,” diye söylendi. “Biraz cesur olmalısın.”
“Sen de ne olduğu belli olmayan tekinsiz tiplerle yatmamalısın,” dedi Noyan yan gözle Zeyna’ya bakarak.
“Tekinsiz olan sizlersiniz. Yasal yoldan öldürebileceğiniz bir doğaüstü arıyorsunuz ama hayır, o ben olmayacağım.” Aytuğ aniden ayağa kalkınca Ayevi’nin bile telaşlanarak ayaklandığını gördüm.
“Daha konuşmamız bitmedi,” dedi Ayevi, metanetli görünmeye çalışsa da paniği gözle görülürdü.
“Benim için bitti.”
“Birinin senden boş yere kalbini istemeyeceğini bilecek kadar çok insan yılı yaşadın,” dedi Zeyna, sırtını yasladığı duvarda yay gibi gerdi, sonunda duvardan ayrıldı ve başını omzuna yatırdı. “Kimse kimseden kalbini boş yere istemez.”
“İster,” dedi Aytuğ. “Kalp aptal bir organdır ve insanlar aptal olan her şeyle oynamayı sever.”
Zeyna bir an için duraksadı, gözleri Aytuğ’un ateşin yansımalarıyla parlayan bedeninde, sonra da canlı mavi gözlerinde dolaştı.
“Burada işim bitti,” dedi Aytuğ sırtını Zeyna’ya dönmeden hemen öncesinde.
Aytuğ’un tam önüne geçtiğimde Araf’ın gözlerinin hapsindeydim. Aytuğ bir an durup gözlerini indirerek bana baktı. Uzun boylu bir kadın olmamın avantajı onunla yakından göz kontağı kurabilmemdi. Yüzümde buzdan soğuk bir ifadeyle, “Gitmek ve kalmak, bunlar senin elinde. Görüyorsun, şu an seni zorla tutmuyorlar, gitmene izin vermeyecek bir sürü doğaüstü burada öylece durmuşlar gidişini izliyorlar. Sessizler. O yüzden kendi kararını kendin verebilirsin. Kalıp dinleyebilirsin, gidip sonsuza dek neden kalbinin istendiğini merak edebilirsin.”
Aytuğ başını omzuna doğru yatırıp, “Senin gücün zihinle mi alakalı?” diye sordu.
Bir an sanki her şeyi biliyormuşum gibi, “Hafıza,” döküldü dudaklarımdan. Bu ortamda buz etkisi yaratırken Aytuğ’un kaşlarının havaya kalktığını gördüm.
“Demek zihnimdeki duvarı eşeleyip duran sendin. Geldiğinden beri biri Erebos Kapanımı zorluyor. Bana ne olduğunu söyle. Sen aslında nesin?”
Sesler duydum. Fısıltılar, fısıltıların evrilerek dönüştüğü çığlıklar… Gözlerimi kısa bir anlığına kapatıp geri açtığımda zihnimde büyüyen karanlık ruhumu kamçılamaya başladı. “Bilmiyorum,” dedim ama cevabım yalan gibiydi. Sanki biliyordum. Biliyordum ama zihnim bana yalan söylediğinden bilmediğimi sanıyordum.
“Seninle tanışmak güzeldi Erebos Kapanı zorlayan garip doğaüstü kadını. Ama bu işin parçası olmayacağım.”
“Nedenini sormuyorsun çünkü alacağın cevap yüzünden fikrin değişir diye korkuyorsun,” diye fısıldadım. Erebos Kapanı, yani doğaüstülerin hafızalarını korudukları kapandan içeri girip hafızanın sesini duyamıyordum. Bu kapan zihinlerini farklı bir etkiden korumak için geliştirilmişti. Ama ben Aytuğ’un hafızasından yükselen sesleri duymadan da onun aslında ne düşündüğünü görebiliyordum. Bunun bir yanılgı olmadığını biliyordum.
“Korktuğun şey alacağın cevap,” diye ısrar ettiğimde kaşlarını çattı.
“Zihnimle mi oynamaya çalışıyorsun?”
“Gördüklerimi söylüyorum.” Zihninde şiddetli bir basınç hissediyor olmalıydı çünkü hafızasının kalın tabakalı duvarının elastik bir şekilde hareket ettiğini hissedebiliyordum. Sanki biraz daha zorlasam kapanı yerle bir edip hafızasının içinde fink atmaya başlayacaktım.
“Hafızamı rahat bırak,” dedi Aytuğ sertçe. “Buradan gidiyorum. Şimdi.”
“Sebebi öğrenmemek için çabalıyorsun. Şimdi sana sebebi söyleyecek olursam bu da zorbalık olacak. Sana zorbalık yapmak istemiyorum.”
Aytuğ derin bir nefes alıp, “Kalbim herhangi bir yakınınıza falan mı lazım?” diye sorduğu an neden kaçtığını anladım. Merhamet duygusunun onu aptallığa sürüklemesinden korkuyordu.
“Öyle sayılır,” dedi Araf. “Bir doğaüstü kalbine ihtiyacı var.” Araf’ın ağır adımlarla bana doğru geldiğini gördüm. Bu sırada Aytuğ’un önündeki etten duvar olmaya devam ediyordum. “Kalbin küçük bir peri için lazım.” Araf tam yanımda durup kurdu bu cümleyi. Omzum kolunun hemen bitişiğinde duruyordu.
Aytuğ mavi gözlerini hemen arkamızda duran kapıya, sonra da bize çevirdi. Daha sonra basamaklardan yükselen adım sesleri duyuldu. İki kişiye ait olan adım sesleri kesildiğinde Aytuğ olduğu yerde hareketsizce durmaya devam ediyordu.
Küçük peri kızı ona, “Merhaba,” diye seslendiğinde, Aytuğ’un omuzları dik konuma geldi ve asırlar kadar uzun gelen birkaç saniye sadece bizi izledi. Sonunda arkasını dönüp ona meraklı gözlerle bakan küçük peri kızını gördüğünde omuzlarının düştüğünü gördüm. “Gidiyor musunuz?”
Zeyna’nın dudaklarında ufak da olsa bir tebessüm belirmişti.
Aytuğ, “Merhaba,” diye fısıldadı. “Hayır, henüz gitmiyorum.”
O gece Aytuğ, küçük peri kızı Nixie ile tanıştı ve küçük kız çabucak yorulduğu için uyumaya gittiğinde verandada oturup soğuk kış gecesini izleyerek sadece düşündü. Noyan ona bir kupa dolusu kahve götürdü ama Aytuğ kahveyi içmedi, kupa verandanın korkuluklarında öylece durdu ve içindeki kahve buz parçacıklarıyla doldu.
Gün doğduğunda hâlâ oradaydım. Hemera’nın üzerini yumuşak bir battaniyeyle örtüp çatırdayan ateşe doğru döndüm. Diğerleri uyuma gereği duymuyor olsa gerekti, konağın belli köşelerinden sesleri yükseliyordu. Ama ben ve Hemera, bir zamanlar insan bedeninde konakladığımızdan uykuya daha çok ihtiyacımız vardı. Hemera büyük koltuğa yayılıp uykuya daldığında onun uykuya benden daha çok ihtiyacı olduğunu anlamıştım. Yanan ateşi izlemeye başladığımda bedenimdeki yorgunluk ayyuka çıkmaya başlamıştı.
“Dinlenmek istersen sana yukarıdaki odalara kadar eşlik edebilirim,” diyen kişinin Araf olduğunu bildiğimden sese doğru dönmeden ateşi izlemeye devam ettim. Ağır adımlarla bana yaklaştı. Tam arkamda durduğunu hissettim. “İstersen evine kadar da eşlik edebilirim.”
“Aytuğ kararını verene dek burada kalmak istiyorum.” Bir an kaşlarım çatıldı. Bugün hiç Velencoso kardeşleri görmediğimi hatırladım. Neredeydiler? Kollarımı göğsümün üzerinde toplayıp bakışlarımı Araf’a çevirdim. “Ramon Velencoso ve kardeşleri burada değiller. Bu konu onları ilgilendirmiyor mu?”
“Kanbazlar beslenme işleriyle ilgileniyor olsa gerek.” Araf ellerini kotunun ceplerine sokup bir adım daha attı ve şimdi yan yana duruyorduk. Omzumun üzerinden onu süzmeye devam ettim. Saçları dağılmış, sakalları yüzünde pürüzlü izler yaratmaya başlamıştı ama yine de teni pürüzsüzdü, onu hiç sakalla görmemiştim.
“Aytuğ intiharı kabul edecek gibi görünüyor,” dediğimde Araf bu cümleyi kurmamı beklemediğinden irkilerek bana baktı. “Bu bir nevi intihar.”
“Haklı olduğun çok şey var. Bu da onlardan biri.”
“Nixie’nin durumu onun kararını etkilemişe benziyor. Merhamet bazen insanı intihara sürükler.”
“Nixie adına sevinsem de Aytuğ konusunda endişelerim var,” dedi Araf, gözlerini ateşe çevirdi. Profilinden gördüğüm gözlerine alevlerin kızıl yansımaları düşüyordu. Uzun kirpiklerini kısıp gözlerini kirpiklerinin gölgeleri ardına hapsetti. “Ani kararlar vermekten de ani kararlar verilmesinden de pek hoşlanmam.”
“Bir nedeni var mı?”
“Ani kararlar kumara benzer. Bazen kazansan da çoğu zaman kaybedersin,” diye fısıldadı ve ellerini ceplerinden çıkarmadan sırtını bana dönüp konağın çıkışına doğru ilerlemeye başladı. Sokak kapısının önünde adımlarının sekteye uğradığını gördüm. Derin bir nefes aldı, nefesi geri verirken epey oyalandı. Sonunda, “Biraz uyumalısın Taş Bebek,” diye fısıldadı. “Hâlâ yeterince insansın.”
Bir şeyler söylemek yerine ona uydum. Haklıydı. Hâlâ insandım ve ne kadar zaman bir insan olarak kalacaktım, bilmiyordum. Ayevi’nin benim için hazırladığı odalardan birinde çok da uzun sayılmayacak kadar hassas bir uykuya yattım. Uykumda kaos beni yalnız bırakmadı. O kadar çok uyandım ki sonunda uyuyamayacağımı anladım ve sadece uzanıp düşündüm.
Akşamüzeri etrafta ciddi bir karmaşa baş göstermişti. Birileri durmadan evin içinde dolaşıyordu ve Velencoso kardeşlerin de seslerini duyabiliyordum. Alt kata indiğimde herkesi yemek masasının önünde toplanmış hâlde buldum. Kimse konuşmuyordu. Aytuğ’un üzerinde eski, beyaz bir gömlek vardı ve masanın başındaki sandalyede oturmuş yumruklarını alnına bastırmış öylece bekliyordu.
“Bir karara vardın mı?” diye soran kişi Ayevi’ydi, onun sorusunu küçük perinin annesi Mahru devam ettirdi: “Seni hiçbir şeye zorlamıyoruz. Şimdi çıkıp gidebilirsin. Bana bir iyilik borçlu değilsin. Bana bir kalp borçlu değilsin.”
“Borcum sana değil,” dedi Aytuğ uzun süre o pozisyonda bekledikten sonra. “Benim borcum senin kızına.” Kafasını kaldırıp Mahru’ya bakınca, Mahru yüzünde çekilmiş kanla öylece ona bakakaldı. Minnet o gözlerde alev gibi yanıyordu çünkü bu cevap aslında Aytuğ’un intiharı kabul ettiğine işaretti. “Bir insanı her zaman geri çevirebilirim, bir insana karşı her zaman acımasız olabilirim ama bir çocuğa asla acımasız olamam. Bir çocuk bana sesleniyorsa onu duymuyor gibi yapamam.”
Velencosoların en büyüğü Ramon, “Böyle yüce bir kalbe sahip olduğun için seni kutlarım,” dediğinde Aytuğ gözlerini çevirip Ramon’a bakmadı bile.
“Çocuğa kalbimi vereceğim.”
“Tüm sorumluluğu kabul ediyorsun mu demek bu?” Bu soru Zeyna’ya aitti. Bir duvara yaslanmış, kılıcının sapıyla oynarken masaya doğru bakmıyordu.
“Evet. Riskler olduğunu biliyorum. Bu daha önce denenmiş bir şey değil. Kalbim çıktıktan sonra ne kadar sürede vücudum tamir işlemine başlar ve kalbim oluşur bilmiyorum,” dedi Aytuğ, o da tıpkı Zeyna gibi kimseye değil, masadaki bir boşluğa bakıyordu. “Bunun sonucunda geri getirilemeyebilirim. Vücudumun tamir işlemi beni diriltmeye yetecek kadar hızlı olmayabilir. Olasılıkların farkındayım.”
Frederick, Velencosoların şakacı kuzeni oturduğu yerden kalkarken, “Bu saçmalığın izleyicisi olmayacağım,” dedi. “Evet, bu seni bir kahraman yapacak ama sen kabul etsen de etmesen de burada olup sana bunu yapan herkes bir doğaüstü katili sayılacak. Ben yokum. Dışarıda olacağım.”
“Freddy, o bunu kendisi kabul etti zaten,” dedi Zeyna sertçe.
“Evet, onu getirip vicdanına sağır olmasını sağladınız ve bu şartlar altında kabul etti.” Frederick özür dileyen gözlerle Mahru’ya baktı. “Lütfen kişisel algılama. Kızın için çok üzgünüm. Eğer kalbimiz yıllar önce taşa dönmüş olmasaydı onun için kendi kalbimi bile çıkarıp verirdim ama şu an burada etik dışı bir şey oluyor.”
“Frederick,” dediğim anda Frederick’in sarı alt tonlu yeşil gözleri bana çevrildi. “Kendi kalbiyle kabul ettiği bir şeyin sonuçları buradaki kimseyi katil yapmaz ama küçük bir kız çocuğu için denememiş olmak düşüncesi onu bu gece yatacağı ölüm uykusundan daha soğuk hissettirecek bir uykuya yatırabilir.”
“Tüm bunların seyircisi olmak istemiyorum,” dedi Frederick, şakacı tavrından eser dahi yoktu. “Bir doğaüstünün ölümünü izlemeyeceğim.” Son sözü buydu. Çıkış kapısına gidip ortadan kaybolana kadar kimsenin dudakları yeni bir cümleye gebe kalmadı.
“Kuzenim adına özürlerimi sunuyorum,” dedi Ramon eldivenli elini masanın üzerine koyup, derin bir nefes alarak. “Doğaüstülerin ölümleri ne yazık ki onun zaafı.” Ortama düşen sessizlikle birlikte Frederick’in kız kardeşi Vasili, “Doğaüstü anneler hiç ölmeyecek diye bir kural yok,” diye mırıldanarak elbisesinin dantel yakalarını düzeltti.
Demek annelerini kaybetmişlerdi. Sessizce Aytuğ’a bakıp bu konudan sıyrılmayı denedim. Annelerin ölümleriyle alakalı konuşmayı sevmezdim. Annelerin ölümleriyle ilgili düşünmeyi sevmezdim. Annelerin yokluğunu sevmezdim.
Aytuğ, “Nasıl yapacağız?” diye sorduğu anda Noyan kalçasını yemek masasına yaslayıp kaslı kollarını göğsünün üzerinde topladı ve Hemera’yı adeta uluttu.
“Sanırım Farah’ın kliniğine gitmemiz gerek,” diye mırıldandı dedektif Noyan gözlerini kısıp bir noktaya odaklanırken. “Farah gerekeni yapacaktır.”
Aytuğ sadece Noyan’a baktı. Buna gerçekten hazır mıydı bilmiyordum ama bunu yapacağını görebiliyordum.
Bunu herhangi biri için değil, bir çocuk için yapacaktı. Doğaüstü kalbini bir peri için yerinden çıkarmalarına izin verecekti. Saatler ilerlerken artık düşüncelerin çok dışındaydım. Kendimle ilgili şeylere bile kulak kesilmeyi bırakmıştım. Tek istediğim bunun bir an evvel son bulmasıydı. Nixie’nin bir kalbe ihtiyacı vardı ve Aytuğ da o kalbi isteğiyle ona verecekti. Daha fazla düşünüp Aytuğ’un kararının intihar olduğuyla ilgili kanılara varmak istemiyordum çünkü bunu yapmak bir nevi Nixie’nin ölümünün altına onay imzasını atmak demekti. Bunu yapan kesinlikle ben olmayacaktım.
Aytuğ’u tanımıyordum ama yüce kalbinden dolayı yaşamasını istiyordum. Nixie ise küçük, savunmasız bir periydi ve yaşama tutunması gerekiyordu. Ayevi’nin konağından ayrılıp Farah’ın bizi beklediği kriminal laboratuvara gitmeden önce üç saatimiz vardı. Bu üç saat içerisinde Farah, Aytuğ’un cesedinin kendisini yenileyebilmesi için gereken ortamı ayarlayacaktı. Rose çoktan Farah’a yardım etmek için yola çıkmıştı bile.
Hemera ile arabama doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladığımızda Araf’ın arkamızdan gelip gelmediğine baktım ama arkamda değildi. Arkamızda Araf yerine Asil’i görmeyi beklemediğimden kaşlarım çatıldı. Bizi takip ettiği açıkça ortadaydı, zaten onun da saklamak gibi bir derdi yoktu. Doğrudan bizim arkamızdan geliyordu.
“Sen nereye?” diye sordum sertçe.
“Sizden sorumlu polisim,” dediğinde çatık kaşlarla ona baktım. Asil dudaklarında muzip bir gülümsemeyle teslim oluyormuş gibi yaparak ellerini havaya kaldırdı ve “Araf dört bacağının üzerinde koşmaya karar verdiği için beni polis olarak başınıza atadı,” dedi.
“Ah canım benim, polisçilik mi oynamak istedi canın?” diye şakıdı Hemera altındaki deri pantolonu belinden çekiştirip başını arkaya çevirerek kalçasını kontrol ettikten hemen sonra.
“Araf birine polis yetkisi verebilecek birisi değil bir, ikincisi de bizim polise ya da korumaya ihtiyacımız yok.”
Hemera kalçasını tekrar kontrol ettikten sonra bana dik dik baktı. “Kendi adına konuş. Beni tutuklayıp ellerim kelepçelerle bağlıyken cezamı kesmesine hazırım.” Asil’e doğru döndü. “Lütfen o boynuzları görmeme izin ver.”
“Abin geleceğimizde penisimi kopardığını gördüğünü söylediğinden beri seninle konuşmak doğru gelmiyor bana,” dedi Asil ürkmüş gözlerle Hemera’ya bakarak. “Geleceği gören bir adamın söylediklerine kulak vermek gerek.”
“Korkma, seni Hermes denen korkutucu sünnetçiden göğüslerimin arasına alarak saklayacağım.”
Asil, “Göğüslerinin arasında saklanmaktan keyif alabilmem için sünnetçi abinin gelecekte gördüğü tarifeyi kasıklarıma uygulamaması gerek. Ben almayayım şekerim, çok sağ ol. At adam gibi sonradan organ çıkaramıyorum ve penisimle aramız iyidir. Onu cehennem ateşlerinde biledim.”
“Gözümün önünde çiftleşmek isteyen kertenkeleler gibi davranmayı bırakın.” Elimi belime koydum ve “Doğrudan laboratuvara geçeceğiz zaten. Peşimizde zıplamana gerek yok,” dedim sertçe.
“Ya ne olursun bizimle zıplasın sarı kukum, lütfen,” diye koluma yapıştı Hemera. “Anla işte. Biyolojik saatim alarm veriyor.”
“Dişi bir kedim var gibi hissettiriyorsun.”
“Sen de bir sahibim var gibi hissettiriyorsun,” diye söylendi Hemera.
“Ne yaparsan yap.”
“O zaman bırak da onunla gideyim,” diye şakıdığında ona ters ters baktım.
“Güle güle Hemera.” Asil’e doğru döndüğümde, Asil’in korkulu gözlerle bana baktığını gördüm. Teknik olarak cehennemden gelmiş bir şeytan prensin benden korkması tuhaf olabilirdi ama şu an ondan daha şeytan göründüğüme emindim. “Hemera’nın kılına zarar gelirse boynuzlarından yahni yaparım ve bu bir tehdit değil.”
“Peki,” diyerek ellerini kaldıran Asil’e düz düz bakıp sırtımı onlara döndüm ve arabama doğru gitmeye başladım. Aracım arazinin tam ortasındaydı, karanlığın içinde kan renginde parlıyordu.
Arabamın kilidini açıp kapısını kaldırdım ve karanlık aracın içine yerleştim. Kapıyı kapattığım esnada bir ses işittim, bu ses hücrelerimde ilerledi, zihnime saplandı ve dikkat kesildim. Bunun bir ses değil, reflekse bağlı rüzgâr olduğunu anladığımda irkilerek yana doğru döndüm ve kalp atışlarımın göğsümün altında nasıl tutarsızca yükseldiğini tüm vahşiliğiyle hissettim. Hemen yanımdaki koltukta Ramon Velencoso oturuyordu.
Bir an çığlık atacak gibi hissetsem de kendimi çok çabuk toparladım. Kanbazların en büyüğünün neden arabamda olduğunu, hangi arada içeri girdiğini, ne şekilde girdiğini sorgulayarak dehşet içinde ona bakarken bana doğru dönüp kibar bir gülümsemenin ardından, “Seni korkuttuysam beni affet,” dedi. Sesi de gülümsemesi kadar nahifti ama bu şu an hissettiğim karmaşık duygu yığınını bir nebze olsun azaltmadı.
“İçeri nasıl girdin?” diye sorduğum anda, “Oldukça hızlıyımdır,” şeklinde bir yanıt aldım. “Buna doğaüstü hızı ya da ne istersen öyle de.”
“Kilidi kaldırdığım an içeri ışık hızında girdin?” diye sorduğumda gülümsedi.
“Sana bunun fiziksel olarak imkânsız gibi görünen kısmını birkaç hafta önce unutturduk sanırım. Çünkü daha imkânsız şeyler gördün.”
“Neden buradasın?” Karanlık aracın içinde birbirimize pürdikkat bakarken sorum bir süre havada süzüldü. Doğru cevabı ya da her neyse işte, onu arıyor gibiydi.
“Merak ettiğim bir şey vardı ve bunu sana yalnızken sormak istedim. Diğer insanların önünde birilerini sorguluyor gibi görünmekten hiç hazzetmem.” Siyah eldivenin ardına gizli ellerini dizlerinin üzerine koyup bakışlarını ön camdan dışarıya yöneltti. Bombeli ucu kalkık bir burnu vardı, burnu etli sayılırdı ve ucu kalkık olsa da kemikliydi. Yüzünde yaşlılığa dair hiçbir emare yoktu. Yüzyıllarca aynı şekilde olduğu yerde duran bir heykel bile eskirdi ama o hiç eskimemişti.
“Bunu izinsizce ön koltuğuma oturmadan önce sorabilirdin. Ya da içeri girmek için önce benden izin de alabilirdin.”
“Beni bağışla, amacım kesinlikle seni rahatsız etmek değildi. Kaba davranışım adına yüce affına sığınıyorum,” diyerek bakışlarını bana yönlendirdi. “Esas konuya gelebilir miyim? Tabii ki izin veriyorsan…”
“Seni dinliyorum, Ramon.”
“Sen ve Kar Leoparı arkadaşın sevgili Araf, bir şeyi bize söylememiş olabilir misiniz? Dikkat ederseniz gizliyorsunuz demedim, yalnızca söylememiş olabilir misiniz diye sordum. Bunu suçlayıcı bir dil olarak kabul görmezsin umuyorum.”
Çok kısa bir an için kaşlarım çatıldı. Ardından hafızama görüntü yığını doluştu ve o yığının içinden olay yerinde yaşadıklarımız yükseldi. Karga Sarmaşığı… Bakışlarımı Ramon’un gözlerinden çekmeden bunu nasıl biliyor olduğunu sorguladım. Sorguyu gözlerimde görmüş olacak ki tekrar bir centilmen gibi gülümsedi.
“Hislerim oldukça kuvvetlidir. Her yerde gözüm olduğunu söylerler.”
“Madem biliyorsun neden onlara söylemedin?”
“İnsanların sırlarını başkalarına vermekten hazzetmem. Sadece neden sakladığınızı merak ediyorum. Yoksa sadece söylemeyi mi unuttunuz? Bu söylemeyi unutacağınız kadar değersiz bir bilgi değildi. Tulpar konusundan sonra belki de en önemli konuydu.”
“Kafam allak bullaktı, söyleyemedim. Araf’ın da aklından çıkmıştır.”
“Ne tesadüfse bu olaydan sonra Kar Leoparı’nın arabası bir doğaüstü tarafından saldırıya uğradı,” dediğinde kaşlarımı çattım.
“Enerji açığa çıktığı için doğaüstülerden vahşi olanlar Araf’ı tehlike olarak algılamış.”
“Umarım öyledir.” Bir müddet sustu. “Aracı çalıştırırsan sana eşlik etmek isterim. Ama burada olmamı doğru bulmuyorsan elbette burayı terk edeceğim. Seçim senin.”
Aracı çalıştırırken, “Bildiğin bir şeyler mi var?” diye sordum, sesim tekdüze çıkmış olsa da aslında oldukça merak ediyordum.
“Bazen vardır bazense yoktur,” diye mırıldandığı sırada araç arazinin çıkışına doğru hareket etmeye başlamıştı. “Duvara ne yazdın? Oraya gittiğimde duvar temizlenmişti. Sanıyorum Kar Leoparı arkanda iz bırakmanı engellemiş. Sana oldukça sadık.”
“Duvara yazdığım şeyin ne olduğuyla ilgili bir fikrim yok. Yani belli bir kalıp değildi.” Gözlerimi yoldan ayırmadan parmağımı direksiyona vurarak, “Daha önce denk geldiğim bir terim de değildi,” diye fısıldadım. “Karga Sarmaşığı’nı istiyorum tarzında bir şey yazdım.”
Ramon’un bakışları aniden bana çevrildi. “Hepsi bu mu?”
“Evet. Karga Sarmaşığı ile ilgili bilgin var mı?”
“Hayır,” dedi Ramon kaşlarını çatarak.
“Peki nasıl bilgi sahibi olabiliriz?”
Beni duymamış gibi, “Karga Sarmaşığı denen şeyi arıyor olmalı,” diye mırıldandı düşüncelere dalmış hâlde. “Belki de bu yüzden insanları öldürüyor. İnsanların arasında bahsettiği şeyi arıyor.”
“Zihnime hükmedecek kadar içerideydi, onun komutlarını duydum, komutlarına uymak zorunda hissettim. Bu beni onun ulağı ya da yamağı, her neyse işte, bundan yapmaz, değil mi?”
“Yaptığın ulaklıktı, bu doğru ama yamak olamazsın, ona yardım etmiyorsun.” Bakışlarını yüzümde dolaştırdığını hissettim. “Değil mi?”
“Etmiyorum,” derken kaşlarımın ortasında şüphe çukuru oluşmasını engelleyemedim.
“Merak ediyor musun?”
“Neyi?” diye sordum.
“Aslında ne olduğunu.”
“Evet.”
“Erkek kardeşin bir haberci, bu belli. Ama ikizin ve sendeki güç, daha önce eşine rastlamadığım bir şey. Zihne hükmedenleri gördüm, zihinle işi olanları gördüm ama doğrudan hafızaya kadar inip her ikisini parmağında oynatan bir tür daha önce denk gelmediğim bir şeydi.”
“Bunu bir gün öğrenebilecek miyim?”
“Sonradan gücünü fark edenlerin bir süpernova patlaması geçirdikleri anlar vardır. O anlardan itibaren kişi ne olduğunu, neye hizmet edeceğini, farklılıklarını ve zayıf noktalarını bilir. Kendini yeniden tanıma anının ne zaman geleceği, süpernova patlamasının ne zaman gerçekleşeceği belirsizdir.”
“Oldukça uzun zaman alabilir.”
“Süpernova patlamanı tetikleyebilirim,” dediği anda ayağımın gaza daha çok baskı uyguladığını fark ettim. Kalbim anlamsız bir farkındalıkla içeri doğru bükülmüş gibi canımı yaktı. Daha sonra adrenalinin damarlarımdan kanıma karışarak hızla yukarı tırmandığını, kalbime ve zihnime ulaştığını hissettim. Bakışlarım hızla Ramon’a çevrilirken Ramon işaret parmağıyla yolu hedef alarak, “Evet, ölümsüzüm ama senin yarı fani olma durumun var. Tabii yaralar da oldukça acıtıcı oluyor. İyileşene kadar yanabiliyor. O yüzden rica etsem yola bakabilir misin?” diye sordu tedirgin bir ifadeyle. Gözlerimi anlık yola çevirdiğimde rahatladı. “Ah, teşekkürler.”
“Bunu yapabilir misin? Şu süpernova ya da her ne boksa, onu tetikleyebilir misin? Kim olduğumu öğrenirsem Karga Sarmaşığı’nı araştırmak benim için daha kolay olur. O katilin ulaşmaya çalıştığı şey her neyse, ben ondan daha önce ulaşabilirim.”
“Çok iddialısın. Daha gücünün merkezi neresi, aslında neler yapabilirsin bunu bile bilmiyorsun ama bilirsen her şeyi yapabileceğini sanıyorsun. Çocuğum bu cahil cesareti.”
“Yaşıtım gibi görünen bir adamın bana çocuğum demesi hiç hoşuma gitmedi.”
“İltifatını sevgiyle kucaklıyorum.”
“Söylesene,” diye direttim. “Nasıl tetikleyebilirsin? Böyle bir gücün mü var?”
“Aslında benim değil,” tek elini kaldırdı ve profilime baktı. “Bunun var.”
Eldivenin sakladığı eline bakıp, “Bu ne demek oluyor?” diye sordum sakince.
“Kenara çekebilir misin?” Bu isteğine cevap vermektense aracı kenara çektim, far ışıkları karanlık koruluğu ve orman yolunu aydınlatırken şimdi aracın içinde sadece nefes seslerimizin eşlik ettiği tuhaf bir sessizlik hakimdi.
Havada duran deri eldivenin sardığı eline uzun uzun baktıktan sonra, “Bazı şeylerin sonuçları vardır, Hera,” dedi. “Bu sonuçlar bazen çok karanlıktır, bazen gözleri kör edecek kadar aydınlık. Fazla aydınlık olan bir yerde uzun süre durduğunda ve etrafında hiç gölge olmadığında aklını kaçırırsın. Çünkü aydınlığın bir diğer ucunda delilik vardır.”
“Daha açık konuşamaz mısın?” diye fısıldadım ama söyledikleri zihnimde bir anıyı canlandırmıştı.
Kaldığım asker birliğine getirilmiş bir teröriste uygulanan cezalandırma işlemini hatırladım. Onu bembeyaz bir odaya koyduklarını, odada tek bir sandalye olduğunu, tüm gün sessizce o beyaz odada sandalyeden başka bir şey görmediğini ve sonunda çıldırıp kafasını beyaz duvara vurarak parçaladığını, kendini öldürdüğünü…
Kendi kafasını parçalarken birden durup kafasını kaldırmış, yüzünde deli gülümsemesiyle onu çeken kameraya her şeyin farkındaymış gibi ürkütücü, derin bir bakış atmıştı. Sonra son bir darbe ve ruhunun kan içindeki bedeninden ayrılışı…
“Sana seninle ilgili şeyler verebilirim ama aldıkların karşılığında bir şey vermen gerekebilir.”
“Nedir o?”
Ramon bunu söylemekten hiç hoşlanmıyormuş gibi kaşlarını çattı ve “Aklını,” diye mırıldandı.
“Ne?”
“Bu eldivenin altında sadece bir el yok. Bu eldivenin altında sonsuz aydınlık ve ucunda bekleyen bir delilik var, Hera.”
Kalp atışlarım ağırlaştı. Nedenini bilmediğim, içimi dürtüp duran bir merakla elimi uzatıp deri eldivene dokunduğumda Ramon çekimser gözlerle elini geri çekmeye çalıştı. “Bekle,” dedim. “Eldivenin altında bekleyen aydınlık ve delilik.” Gözlerimi eldivene diktim. “Elini hep gizliyorsun. Elini görmek istiyorum.”
“Elimi görmenin bedeli olur demiştim.”
“Bu bedeli aklımı vermeden ödeyemez miyim?”
“Yeterince güçlüysen, sınıra kadar gidebilirsen, bedel aklın olmadan da ödeyebilmiş sayılacaksın. Ama küçük hanım, bilmelisin ki bu ellere bakan kimse sonunda bu ellerden aklı başında ayrılamadı. Bu benim silahım. Birini keskin dişlerimle değil, zihniyle parçalara bölüp kendisine zarar vermesini istediğimde bu eldiven çıkar.”
“Daha önce birine zarar verdin mi?”
“Elbette. Benim çok fazla düşmanım var, küçük hanım.”
“Hafızayla aram iyi, bunu gördün.”
“Ama henüz bir yenidoğandan farksızsın. Uykun hâlâ bitmedi. Çok güçlü düşmanlarımı bile delirttim. Şimdi süpernovanı tetiklemek için bunu göze almak deliliğin daniskasıdır. Bu zaten bir deli olduğunu gösterir.”
“Ne kadar gözü kara olduğumu tahmin bile edemezsin, Ramon,” dedim. “Yüzlerce ölüm gördüm, binlerce kopmuş uzuv, acıdan öldürün beni diye ağlayan koca adamlar, parçalanmış kafalar, çıkmış kalpler, sökülmüş organlar. Canlı canlı canına kıyan insanlar. Kafasını duvara vurarak kendi hayatını sonlandıran suçlular. Tümünü bu gözler gördü. Sen bu gözlere onu delirtecek başka ne gösterebilirsin?”
Ramon duydukları onu rahatsız etmiş gibi çatık kaşlarla beni dinliyordu. Bir yanı bu sınavdan yara almadan çıkıp çıkmayacağımı merak ediyor gibiydi. İçinden bir ses, benim başarılı olmayacağımı söyleseydi eminim bu fikri ortaya atmazdı. Bir yerlerde Ramon Velencoso güçlü düşmanlarının bile alt edemeyeceği bir zihin çıkmazını benim delip geçeceğimi umuyor, belki de buna inanıyordu.
“Bunu istiyorsan senin için bunu yapacağım.”
“Bir soru.” Derin bir nefes aldım. “Eline bakmak sadece süpernova patlaması tetikleyicisi olmaktan ilerisine gidebilir mi? O katille bir bağlantım var mı, onun yamağı mıyım öğrenebilir miyim?”
“Kendinden şüphen mi var?”
“Ben sadece emin olmak istiyorum.”
“Süpernova patlamasını tetiklemekten daha ileri gidebilirsin, evet ama bu sandığından tehlikeli olur. Elimin sana ne göstereceğini bilemezsin.”
“Eldiveni çıkarmama sebebin, deliliği elinde taşıyor olman mı?”
“Hem ondan hem de pek de iç açıcı görünmüyor.”
Gözlerimi eldivenli eline indirip, “Görmek istiyorum,” dedim.
“Göz göze gelmediğin sürece nasıl olduğuna bakabilirsin.”
“Göz göze gelmek mi?” Kafam karışmış hâlde Ramon’a baktım. “Bu da ne demek oluyor?”
“Bunu gerçekten istiyorsan, senin için eldivenimi çıkaracağım. Ama öncesinde sana biraz bilgi verip küçük bir ön izleme yaptırmam gerek.”
Eldivenin bilek lastiğini tuttuğunda bir nedenden ötürü kalp atışlarım çağlayan bir ırmak gibi akmaya başladı. Gürültülüydü.
“Her ne olursa olsun göz göze gelme, sadece bak. Göz temasından kaçın.” Göz gözeden ne anlam çıkarmam gerektiğini bilemeden çatık kaşlarla hareketlerini izlemeye başladım. “Kararın gerçekten bu olduğunda, göz göze gel. Işığın seni çekmesine izin ver, aklını özgür bırak sonra da izle, deliliğe mi yoksa dervişliğe mi gideceksin?”
“Görmeme izin ver.”
Burnundan sert bir nefes verip, bunun iyi bir fikir olup olmadığını sorgulayan gözlerini bana çevirdi ve kibarca gülümsedi.
“Nasıl istersen, küçük hanım.”
Deri eldiven bileğinden sıyrıldı ve parmakları bir güneşin tepelerin ardından usulca yükseldiği gibi yükselerek kumaş parçasının içinde ilerlemeye başladı. Beni neyin beklediğini merak ettiğimden tüm dikkatimi ellerine vermiştim. Kafamın içinde bir uğultu başlamasına neden olan şeyin tamamı bir portre gibi önümüze serildiğinde sırtımı koltuğa sertçe yasladım çünkü bu ne gördüğüm parçalanmış cesetlere benziyordu ne de parçalanmış uzuvlarla önümde yatan insanların yüzünde gördüğüm dehşete.
Bu çok daha büyük bir şeydi.
Bu, aydınlık vadeden dipsiz bir karanlıktı.
Ramon’un elinde boyut ve dizilim olarak birbirinden farklı bir sürü insan gözü vardı. Bir göz, çok büyüktü ve bu mavi göz direkt olarak avucunun ortasındaydı, yan tarafında iki küçük kahverengi göz vardı. Daha dikkatli bakamadım çünkü farklı renk ve boyutlardaki gözler avuçlarının içinde dört dönüyor, sanki göz göze gelecekleri bir şey arıyordu.
Yüzümün kireç gibi olduğunu gören Ramon, “Her ne olursa olsun, kararını kesin olarak vermeden hiçbiriyle göz göze gelme,” diye fısıldadı.
Küçük kızıl gözlerden biri tam da işaret parmağının altındaydı, göz kendi beyazı çevresinde döndü, birden ortaya odaklandı ve bir an onunla göz göze geleceğimizi sanıp bakışlarımı gözden uzağa taşıdım. Gözler devamlı döndü, döndü…
Kendimi toparlamam uzun sürdü. Bu görüntüye alışmak mümkün değildi. Ramon hem çevresindeki insanların iyiliği hem de görsel olarak dehşete düşürücü olduğu için ellerini gizliyordu. Başta sadece aksesuar sandığım bu şeyin görevinin bu olduğunu anladığımda kafamın içinde yeni bir kilit daha açılmıştı. Bu evrende sandığımdan daha fazlası vardı. Ben hayatıma bir fani olarak devam edemeyecek kadar doğaüstü enerjisiyle dolmuştum.
Gözlerimi aniden eline çevirip avuç içine bakmaya başladığımda Ramon kararımın delilik ya da dervişlik olduğunu anladı. Ya bir şeyler görecektim ya da aklımı gözlerin içinde bir yerde bırakıp bu gece kendimle ilgili her şeye son vermiş olacaktım.
“Odaklan ve içlerinden bir tanesinin seni görmesine izin ver,” diye fısıldadı Ramon. “Tanrı seninle olsun. Tüm doğaüstülerin elini omzunda hisset ve başarıyla sonuçlandır.”
Bu sadece bir ümitti. Artık onun da bu karardan pişman olduğunu hissedebiliyordum ama benim kaybedecek bir şeyim yoktu. Görmek istiyordum. Deliliği ya da dervişliği. Onun avucunun içine sokuldum, gözlerin her birine baktım ama hızla dönen gözlerden biri bile bana rastlamadı. Ta ki beynimin içinde şimşek çakmış gibi bir gürültü duymama neden olan, tam ortaya konulanmış büyük mavi göz gözlerimle buluşuncaya kadar…
O an tüm sesler sustu. Kalbimin sesi bile. Bir ışığın kuvvetle beni içine doğru çektiğini hissettim. Bilincim beni terk edip içimden dışıma süzüldü, o ışığın içine doğru gitti; bunu hissettim ama görmedim. Gördüğüm tek şey parlak mavi, aç bakan gözlerdi. Ruha aç, akla aç, güce aç. Gel, diyor gibi bakıyordu. Gel ve deliliğin tadına bak.
Sonra birden o koca sessizlik, bilincimin çekildiği ışığın içinde ışıktan daha parlak bir şey tarafından ikiye kesildi. Beyaz bir kan akmaya başladı. Çığlıklar duydum, ateş ve kanat sesleri, su ve ninni sesleri, karanlık bir ormanın içinden geçen rüzgârın sesi, ışığın etrafında uçan bir güvenin kanatlarından çıkan sesleri; her şeyi duydum. Delilik oradaydı.
Çocukluğumdan bir anı, beyaz bir kapının açılmasıyla sis perdesinin içinde hareket etti. Sarı saçlarım kalçalarıma kadar uzamıştı, hemen hemen beş yaşlarındaydım ve sarı saçlarımın uçları beyaz görünüyordu. Elimde bir fanusla eski evimizin koridorunda dikilmiş karanlığı izliyordum ama gördüğüm karanlık değildi. Beş yaşındaki Hera karanlık görse de ben çekildiğim deliliğin içinden beyaz bir zarın arkasından izliyordum her şeyi. Karanlık bile beyaz bir zarla örülmüştü.
Bir bıçağın sürekli olarak tene batıp çıkarken çıkardığı sesi duyuyordum. Bunun bana ait bir anı olmadığını fark ettiğimde ellerime bakmak istedim. Sonra vücudumun içinde olmadığını fark ettim. Dönüp omzumun üzerinden arkama baktım, sanki vücudumu görebilecekmişim gibi…
Tekrar beş yaşındaki Hera’ya bakmak için kafamı çevirdiğimde Hera’nın karanlığa doğru duran bedeninin bana dönmüş olduğunu fark ettim. Gözlerinin beyazı yoktu, lateks gibi simsiyah parlayan gözlerle bana bakıyordu. Elinde tuttuğu fanusun içinde ölü bir balık suyun yüzeyine çıkmış süzülüyordu.
Ağzını açtı ama sesi onun gibi çıkmadı.
Çift çatallı bir ses, yarısı erkek, yarısı kadın, belki de kadın olan tarafın çeyreği çocuk…
“Hera,” dedi, elindeki fanusu daha sıkı kavradı. “Geçmiş bir çöplük, gelecek ise gül bahçesi.”
Birden ifadesiz suratı sarsıldı, dudakları korkutucu bir kıvrımla yukarı büküldü. Dudaklarının gülerken oluşturduğu çizgi neredeyse şakaklarına kadar ulaştı. Ağzının bu kadar büyümesi beni dehşete düşürdü.
“Hera, unutma, gül bahçesinde diken çok olur.” Bana doğru bir adım atarken gözlerinin tamamı lateks siyahıydı ve dudaklarında hâlâ o ürkütücü yırtığı anımsatan gülümseme vardı. “Hera, geçmişin çöpünü koklamak ciğerlerini hasta edecek, geleceğin gül bahçelerinde ayaklarına dikenler girecek. Hera, sen aslında kimsin?”
Ürkütücü ses birden nahif bir sese dönüştü ve küçük kız, yani küçüklüğüm hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Gözlerinden yaşlar dökülürken o gözler hâlâ kapkara, zindan gibiydi, dudaklarında ise yırtığa benzer gülümseme vardı.
“Anne,” diye fısıldadı. “İçeride bir şey var. Gözlerimin içine bakıyor. Anne, içeride bir şey var. Beni alıp götürmek istiyor.”
Bu anı kafamın içinde bir yırtık gibi büyüdü. Hatırlamıyordum, pusluydu ama yaşanmıştı.
Annemin içeriden, “Hera, bu sadece bir kâbustu,” diye seslendiğini hatırlıyordum ama odada beni izleyen şeyin ne olduğunu, nasıl göründüğünü hatırlamıyordum. Sadece korkuyordum, korkuyu hatırlıyordum.
Deliliğe doğru bir adım daha attım.
Birden o zar yırtıldı, Hera’nın küçük bedeni bir duvarın içinde sıkışmış gibi kayboldu. Şimdi duvarın olması gerektiği yerde büyük, eni neredeyse beş metre olan uzun bir ayna duruyordu. Altın varaklı aynada yansımamı göremedim, yansımada arkam görünüyordu, arkası bomboştu. Bedenimin içinde olmadığını hatırladığımda aynaya doğru ilerledim. Ben bir enerjiysem, geçmişteki Hera nasıl gözlerimin içine bakarak benimle iletişime geçmişti?
Anlık bir dürtüyle elimi aynaya koydum, elimi göremedim ama birden aynada bir yansıma belirdiğini gördüm. Sıçramak istedim ama bilincim dışarıdaydı, bir beden değildim, o zaman tepkilerimin tamamını göstermek de saçmaydı. Elimi hızla geri çekip aynaya yeniden yaklaştırdım ve aynaya dokundum.
Önce kan kırmızı dudaklar belirdi, havada duran bir çift dudak gibi. Ardından burun, yanaklarında derin siyah pençe izleri, yukarı taranmış diken diken duran kaşlar, ölü kadar beyaz bir ten… Yüzü benim yüzümün karanlık bir yansıması gibiydi. Tek fark, onun gözleri lateksle sarılmış gibi simsiyahtı, yüzünde dövme gibi işlemiş pençe izleri vardı ve teni benimkinden iki ton daha açıktı.
Parmaklarımı aynaya bastırdıkça benim aksime onun yansıması aynada belirmeye başladı. Boynu benim boynumdan daha ince, ürkütücü şekilde daha uzundu; formu bir insanınkine benzemiyordu ve çok geçmeden sırtındaki siyah kanatlar da ortaya çıkmıştı. Kanatları yere sürünüyor, yine de geniş bir şekilde omuzlarının iki yanında asılı duruyordu.
“Sonunda buradasın,” dedi, dudakları hareket etti ama aslında bilinçsizce konuşan bendim. Yine aynı anda, tek bir ses çıkararak konuştuk. “Beni bulacağın anı bekliyordum.”
Ve sonra gördüm.
Aynaya dokunan elimi. Elim birden ortaya çıkmıştı. Simsiyahtı. Uzun siyah parmaklar, sivrilip daha da büyüdü. Elimin aldığı şekli izlerken yansıma beni izlemeye devam ediyordu. Elini kaldırdığını göz ucuyla gördüm. Onun eli de benimki gibi simsiyah, uzun ve şekli bozuktu. Pençelerimiz varmış gibi. Sivri siyah tırnaklarımız birbirine temas ediyor gibi aynanın iki ucundan birbirine yaslandığında dudaklarımız tekrar aralandı ama konuşan tek bir kişiydi.
Bendim.
“Artık uyanmalıyız.” Gülümsedim, gülümsedi. Aynı anda konuştuk: “Karga Sarmaşığı.”
🎧: Red, As You Go
🎧: Adelitas Way, Cage This Beast
🎧: Eleine, Dancing in Hell