Kaybolmaya başlamışım gibi hissediyordum.
Yapması gereken her şeyi yaptığına inanan bir insanın intihar etmek için odasına gittiği gibi zihnimin odasına ilerlemiştim. Evdekiler için yemek pişirmiş, sorumluluklarını tamamlamış, işinin başına oturup son belgeleri de hazırlamış, sonra da hayatına son vermek için odasına çıkıp gülümseyerek kapısını kapatmış bir kadın gibi.
Zihnimde her şey uçuşmaya başladığında düşündüğüm buydu.
Bedenim balçıkla kaplanmış gibiydi ve uzandığım yerden kalkamıyordum. Ne ayna oradaydı ne de Hera. Beyaz tavanı izlerken şeffaf bir balçığın beni içine alıp yutmaya başladığını hissediyordum.
Bir hırlama sesi duydum ama ses bu odadan gelmiyordu. Dışarıdan geliyordu. Bir yırtıcının sesi gibiydi. Pençe sesleri duydum, pençeler kar ve kumu eşeliyormuş gibi sertçe zihnimi eşeleyerek kazımaya başladı. Balçık beni yutmaya devam ediyordu ama hırıltı ve pençe sesi öyle çoktu ki, sanki bir şey balçığı pençeleriyle kazıyarak beni içinden çıkarmaya çalışıyordu.
Gözlerimi beyaz tavandan ayırmaya çalıştım ama yapamadım. Sonra onu gördüm. Bir Kar Leoparı şeffaf balçığı güçlü pençeleriyle kazıyordu. Tam üstümdeydi. Bedeni çok büyüktü, gri-yeşil gözleri gözlerime saplı duruyordu. Sarsılarak yan döndüm, içinde olduğum âna çekildiğimi o an fark ettim. Şimdi karanlık aracın içindeydim.
Ah, hayır. İçinde değildim.
Kafam aracın kapısından aşağı sarkmıştı, bedenim koltuktaydı ve saçlarım yere yayılmıştı. Göz kapaklarımdaki ağırlık geçene kadar kısık gözlerle far ışığını izledim. Daha sonra far ışığının önünde gölgesi yükselen dev kar leoparının Ramon’a saldırdığını gördüm.
Neler oluyordu?
Kusma isteğiyle öğürdüğümde hiçbir şey çıkaramadığımı fark edip tekrar leopara baktım. Ramon, “Elimi kullanmak zorunda kalmak istemiyorum, sakinleş!” diye bağırdı. “Bu onun seçimiydi!”
“İntihar girişimi bir seçim değildir, ahmak herif!” Sesi duydum ama leopar sadece hırlıyordu, Araf’ın sesiyse bir yankı gibi tüm koruluğa dağılıp etrafta çınlamıştı. “Benim Taş Bebeğime ne yaptın sen?”
Elimi kaldırmaya çalıştım ama gücüm çekilmiş gibiydi, tekrar öğürmek için kafamı yere doğru çevirdiğim sırada Kar Leoparı’nın hırıltıları bıçak gibi kesildi. Yere saplanan pençe seslerini duydum, bir defa daha öğürdüm ama bulantı şiddetini arttırsa da kusamadım.
Biri içimi kazıyor, sanki ruhumun içinden bir şey çıkarmaya çalışıyordu.
Biraz sonra başımda birinin dikildiğini hissettim ama kafamı kaldırıp bakamadım, tekrar boşlukla öğürdüm, çok geçmeden biri tarafından kucaklandığımı hissettim ve başım geriye doğru düşmeden hemen önce Araf’ın su yeşili gözlerini gördüm. Onun kollarının arasındaydım, zihnimdeki çıkmazın dışına sürüklenmeyi başarsam da o çıkmazdan kaçarken ağır darbeler almıştım.
“Geçti, Taş Bebeğim. Senin için buradayım,” dedi yatıştırıcı bir sesle, daha sonra gözlerimi sıkıca yumdum ve başımdaki dönme hissinin geçmesini beklerken sadece Araf’ın çıplak omzuna tutundum.
Tırnaklarım omzuna saplandı ama Araf bunu sorun etmedi.
Gözlerimi yeniden araladığımda ne zamandan beri bu hâldeydim bilmiyordum ama içimde hâlâ dinmeyen bir kusma isteği vardı. Her yer karanlıktı. Başımdaki dönme hissiyle doğrulmaya çalıştığımda çenem çıplak bir göğse sürtündü. Statik bir elektrik akımının hızla tüm bedenimi ele geçirdiğini hissettim, tüm vücudumu ısıttı ve tüm vücudumu sınırına getirerek yaktı.
“Ne oldu?” diye sorabildim, sesim titriyordu.
Araf’ın kolları arasında olduğumu resmeden, onun sesini duyuşum oldu. Kolları beni daha sıkı sararken, “Fazla cesaret gösterdin ve bu seni bir aptal yaptı, hepsi bu,” dedi, sesi öylesine derinden geliyordu ki bir anlığına duraksadım. Parmakları saçlarımın arasında ilerledi, saçlarıma şefkatle dokundu ve bu dokunuş alışkın olmadığım bir dokunuş olduğundan kaşlarım sertçe çatıldı.
“Nihayet uyandın, Cesur Kadın,” diyen kişi Ramon’du. “Bir an seni kaybettik sandım, yani bir deli olarak uyanmandan korkmadım desem yalan olur. Üstelik yaramaz kar leoparın da az daha boynumu koparacaktı. Çok şükür ki sonsuz iyileşme bahşedilmiş eşsiz bedenim, büyük hasarlar alıp toparlanmak zorunda kalmadı. Ucuz atlattık. Sen de, ben de.”
“Bu kahrolası adam bu kadar çok konuşmazdı, neler oluyor? Araf bu kadar sessizken Ramon tıpkı Araf gibi durmadan çene çalıyor. Belki de gerçekten delirmişimdir, aklımı falan yitirmişimdir,” diye söylendim.
Araf’ın kucağından kalkmak istediğimde akıp giden araç bir rampanın üzerinden geçti ve bedeninin altımda tüm çıplaklığıyla serili olduğunu fark ettim.
Neredeyse irkilecektim, hatta bir panter gibi yan tarafa sıçrayacaktım ama şaşkınlık beni öyle kuvvetli bir şekilde ele geçirdi ki hareket bile edemedim.
Dönüşmüştü, hâliyle kıyafetleri parçalanmıştı, şimdi da bir insan bedeninin içindeydi ve kesinlikle çıplaktı. Kucağında olduğum beden, çırılçıplaktı.
Nefesimi tutup bunun normal olabileceğini söyledim kendime. İlk kez çıplak bir erkeğin kucağında duruyor değildim. Ama bu çıplak erkek, Araf’tı ve amacımız kesinlikle diğerlerinden farklıydı. Donuk gözlerle göğsüne bakarken vermem gereken tepki kanım gibi çekilmişti. Damarlarımda nasıl kan kalmadıysa, dudaklarımda da tepkiye dair kelimeler kalmamıştı.
Sessizce, “Araf,” diye fısıldadığımda saçlarımda dolaşan parmaklarının hareketleri kesildi, parmak uçlarından tenime yağan elektrik akımları da bir anlığına kesilmişti. “Şu an üzerinde kaç parça kıyafet var?”
“Hiç parça dediğimde birden panikle kenara kaçmaya çalışırsan o hareketlilik canıma okuyabilir, şu an oldukça sakinim ama sakinliğim tek bir hareketinle parçalara ayrılabilir,” dedi, sesi sakin olsa da bedeninin sınırlarını zorladığını fark ettim.
Bedeni o kadar yüklü bir enerji yayıyordu ki, üzerimdeki kıyafetlere rağmen onun çıplaklığını hissediyordum ve hissettiğim sadece çıplak oluşu da değildi. Bedenim bedenine yaslıydı ve fark ettiğim bir şey vardı. Tüm geçtiğimiz sokaklara karanlığı götürüyorduk. Biz birbirimize temas ettiğimiz için mi şehirdeki tüm sokak lambaları sırayla sönüyor, karanlık bizle ilerliyordu?
“Arka koltuğumda çıplaksın ve bir kadını kucaklıyorsun, bunun ahlak değerlerime ne kadar ters olduğunu bilseydin evlat, bunu yapmazdın ama tek kelime edersem yine o koca şeye dönüşürsün diye sesimi çıkarmıyorum. Bu gecelik bu kadar macera yeter.”
“Kes sesini,” diye söylendi Araf. “Başımıza ne geldiyse senin yüzünden geldi zaten.”
“Suçlayacak insan arıyorsan, kucağındaki hanımefendiyle konuşsan iyi edersin. Ben ona olabilecek her şeyi söyledim, o bunu kendisi istedi.”
“Bu kızın deli olduğunu hâlâ anlayamadın mı, Velencoso?” diye sordu Araf sert bir sesle. “En büyük hata senin çünkü sen, gözleri alev alev yanan bir kadına böyle seçenekler sunarsan, o kadın tabii ki de en tehlikeli olanı seçer.”
Gergin bir şekilde yana doğru kaymaya çalıştığımda, Araf’ın bedeninin altımda kaskatı kesildiğini hissettim. Özellikle yanlış bir teması engellemek ister gibi eğreti duran bedeni, benim yana doğru kaymaya çalışmamla âdeta buza dönmüş, heykele dönüşmüştü. Parmaklarını sertçe belimin kenarlarına saplayınca onu ne kadar kötü bir duruma düşürdüğümü fark edip hızla üzerinden indim.
Kısık bir nefes sesi duydum, bu nefes sesi yüksek bir iniltiyi bastırdı.
Karanlık aracın içinde onun çıplak vücudunu görmesem de çıplak vücudunun büyük bir kısmını hissetmiştim ve boynumdan yukarı, damarlarıma ve kemiklerime doğru hızla ve baskıyla ilerleyen o lavları durduramamıştım.
Yan tarafa oturduğumda bedenim sanki soğuğun değil sıcağın içindeydi, sanki cehenneme girip çıkmıştım, öyle çok terlemiştim ki akıl alır gibi değildi. Alnımdaki ter damlalarını parmak uçlarımla silip gözlerimi yan tarafımdaki cama çevirdim. Biz birbirimizden ayrıldığımız anda ilerlemeye devam ettiğimiz yoldaki lambalar sönmemeye, ışıklar aracı altına almaya başladı.
“Gitmeden önce sana bir kıyafet bulsak iyi olacak,” dedim donuk bir sesle. Araf bana doğru bakmadı, ben de ona doğru bakmadım. Aramızda birbirimize söyleyemediğimiz kelimeler asılı duruyordu ama dillerimiz lal olmuş gibiydi, konuşamıyorduk.
Zihnimde kıvılcım gibi yanıp sönen düşünceyle bir an nefesimin kesildiğini hissettim. Araç son sürat gecenin içinde ilerlerken geceden daha yoğun, katran gibi kıvamlı bir karanlığın da zihnime çökmesiyle, düşüncelerim gölgeler tarafından kuşatıldı. Aynada gördüğüm yansımamın bana söylediklerini hatırladım. Birbirine dokunan ellerimizi ve bana fısıldadığı sırrımızı…
O şey beni arıyordu, aradığı bendim, insanların içini deşip onları ölümün soğuk kollarına terk ediyor ve deştiği her bedenin içinde benim özümü arıyordu. Karga Sarmaşığını istiyorum, demişti. Bu mesajı benim tırnaklarımla, benim zihnimi kullanarak duvara kazımıştı. Eğer Karga Sarmaşığı bensem, onun istediği de benim demekti, tüm bu cinayetleri işlemesinin esas nedeni de mi bendim?
Ağzımı aralamak istedim, dişlerimin damaklarıma battığı gibi kelimeler de dilime batmasın ve her şeyi onlara anlatabileyim istedim ama o an için yapamadım. Belki Ramon’un ellerinin beni sürüklediği deliliğin geride bıraktığı yorgunluk hissinden, belki de başka bir şeyden dolayı bunu yapmadım.
Ramon sanki bir şey öğrendiğimin farkındaydı ama hiçbir şey sormuyordu. Oradan sağ çıktığımı gören Araf’ın da bir şeyleri gördüğümle ilgili fikirleri olmalıydı, o da tıpkı Ramon gibi sessizdi.
Aytuğ kalbini Nixie’ye verene dek bu konuyla ilgili konuşmamam daha doğru olabilirdi. Gündemi tamamen değiştirmek istemiyordum, daha doğrusu biraz kafamın içine çekilip bu gerçeği sindirmek, daha sonra da o vahşi katilin benden ne istediğiyle ilgili düşünmek istiyordum.
Ramon, söylenerek de olsa Araf için üzerine geçirebileceği bir şeyler bulmuştu ve sonunda Araf karanlık bir sokakta, aracın arkasına gizlenerek giyinmişti.
Giyinirken durmadan, “Sana bunların parasını ödemeyeceğim,” diye söylenmişti.
Düşüncelere dalmış hâlde boşluğu izlemeye devam ederek geçen yolculuk, nihayet Araf’ın ablası Farah’ın kliniğinin önünde sona erdiğinde, tek kelime etmeden dışarı çıktım, bedenimde herhangi bir şok etkisi yaratmayan soğuğun içinde sakince yürüyerek kliniğe girdim.
Kliniğin boş koridorunda ilerlediğim sırada gözlerimin önüne devamlı olarak aynaya düşen yansımamın bakışları, söyledikleri ve kafamın içini kaplayan karmaşa dolu görüntüler geliyordu. Yırtıcı katilin gölgesi bu karanlık koridorda bile peşimdeydi sanki, benim gölgemden önce önüme düşüyor, gölgem onun büyük gölgesi altında kayboluyordu.
Bazen hisler, korkular, korkusuzluklar, cesaretler ve kayboluşlar gecenin içine gizlenirdi. Her zaman o gecenin içinde ilerleyen kadın olurdum. Bazen cesaretin tadına varırdım, bazen korkularımla baş başa bırakılırdım, bazen kaybolurdum ama her zaman hislerden ibaret olurdum. Bir süredir kayıptım, cesurdum, korkaktım, hislerim her zaman olduğundan daha yoğundu ve bilmediğim bir dünyanın kapısını aralamıştım.
Ayakkabılarımın topuklarının yere emanet ettiği sesler, zamanın kalp atışlarını örüyor gibiydi. Kliniğin kapısının önünde durduğumda kalp atışlarım zayıfladı ve duran adımlarımla birlikte zamanın da kalp atışları durdu.
Bir karmaşanın içine sürüklenmek üzere değildim, zaten karmaşanın içinde ilerliyordum ve daha büyük karmaşalar okyanusların içinde büyüyen dev dalgalar gibi büyüyerek bana doğru gelmeye devam ediyordu.
Kliniğin kapıları açıldığında kör edici beyaz ışık gözümü aldı. Hastaneleri sevmezdim, çünkü her şey çok beyazdı, her şey ölümü hatırlatacak kadar beyazdı ve bu kliniğin de beyaz bir hastaneden aşağı kalır yanı yoktu.
Beyaz duvarlar bana karanlıktaymışım gibi hissettirirdi, oysa bulunduğum en aydınlık yer daima orası olmuştu. Annemin ölümünü hatırladım, Hemera’nın bir odaya bilinçsizce, boş bir beden gibi öylece yatırılışını… Her biri içimde kimsenin dokunamayacağı yerlere dokunup, kimsenin ulaşamayacağı kadar derinlere gömülmüştü. Bir gün Hemera’nın öleceğini düşünüyordum, zihninin dışındaydı ve sadece kalp atışları vardı. Bir gün ölecekti ve sonsuza dek, annemi kaybettiğim gibi, onu da kaybedecektim.
Sonra bir mucize yaşandı, Hemera bize oyunlar oynadı ve sonra birdenbire iyileşti. Değişim onu benden önce yakaladı, bu dünyayla benden önce karşılaştı ve bir gün iyileştiği için tanrıya kurbanlar vermem gereken kız kardeşim benim peşimde olan yırtıcı bir katil tarafından deşildi. Hedef Hemera’ydı çünkü benim ikizimdi, hedef o olmuştu çünkü katil onu bana benzetmişti. Onun ölümüne sebep olacağım düşüncesi beni parçalara böldü, o parçalar birleşti ama bir daha eskisi gibi bütün olmadı.
İçeriye bir adım attım, Araf’ın gölgesi arkamda yükselerek beni altına aldı ve içeri girdiğimizde tüm gözlerin bize çevrildiğini hissettim. Rose, cesetleri inceledikleri metal otopsi masasında oturmuştu ve kliniğin tam ortası boşaltılmış, ortaya beyaz bir küvet yerleştirilmişti. Küvetin içi suyla doluydu, yerde de etrafından su sızmaya başlayan onlarca kalıp buz vardı.
“Bebeğim geldi,” diye şakıdı Rose.
“Senin değil, benim bebeğim,” diye söylendi Hemera. “O sadece benim bebeğim.”
“Sana gıcık oluyorum,” dedi Rose.
“Donovan’ı elinden aldığım için mi?”
“Kızlar,” dedi Farah uyarıcı bir sesle.
Gözlerim içeriyi taradı, Hemera kollarını göğsünün üzerinde toplamış düşünceli bir şekilde küvetin içinde dalgalanan suyu izlemeye başlamıştı. Noyan’ın kanatları dışarıdaydı ama katlandığı için intizamlı görünüyordu. Farah’ın birkaç tıbbi malzemeyle tezgâha ilerlediğini gördüm ve sonra da Tulpar kliniğin içinde kalan odalardan birinden çıktı; üstsüzdü, altında yalnızca siyah bir kot vardı ve omuzlarına kadar akan saçları ıslak görünüyordu. Yüzünden damlayan sulara bakılacak olursa, bu işe başlamadan önce yüzüne birkaç kez soğuk su çarpmış olmalıydı.
Asil de onun çıktığı odadan çıktı, teni çok şükür ki kırmızı değildi ve böyleyken bir insana daha çok benziyordu. Aynı odadan Zeyna da çıktı, sapını avuçlarında sıkıca tuttuğu kılıcın keskin ucu yere sürtünerek onu takip ediyordu.
Zeyna’nın gözlerine baktığımda, o koyu kahverengi gözlere gölge gibi çökmüş endişeyi gördüm, bunu saklamaya çalışsa da bakışları suyla kaplı küveti gördüğü anda o noktaya yoğunlaştı ve burun deliklerinin genişlediğini gördüm. Aytuğ’dan pek hoşlanmışa benzemiyor gibi görünebilirdi ama durum çok daha farklı olabilirdi, belki de Zeyna onu buraya sürüklediği için kendini suçlamaya başlamıştı.
Aytuğ ensesini kaşıyarak, “Beni kılıcınla takip etmene gerek yok, suyun kızı,” dediğinde Zeyna’nın kaşları çatıldı. “En nihayetinde bu benim kendi kararımdı, kaçmaya çalışacak değilim.”
“Kaçacağını düşünmedim zaten,” dedi Zeyna sadece, yüzünün gerildiğini gördüm, sesi de gergindi ama ifadesini toparlamayı başardı. Derin bir nefes aldı ve “Seni buraya kılıç zoruyla getirdiğimin farkındayım ama kararın farklı olsaydı, seni zorlamayacaktım ve nasıl buraya getirdiysem, geri gitmeni sağlayan da ben olacaktım,” dedi. “Buna ister inan ister inanma, atçık. Ama doğru olan bu.”
“Sana inanmayı tercih ediyorum,” dedi Aytuğ, gözleri Zeyna’ya dokunmadı, doğrudan Şifagetiren’e baktı ve o Şifagetiren’e baktığı an, Ayevi’nin de burada olduğunu fark ettim.
Yere çökmüştü, otopsi laboratuvarının zeminine oturmuştu ve önünde ne işe yaradıklarını bilmediğim birkaç iksir şişesi duruyordu.
Aytuğ’un ona baktığını hissedince kafasını kaldırıp bakışlarına karşılık verdi ve “Bir soru mu soracaksın, Tulpar?” diye sordu sessizce.
“Bir soru sormayacağım ama bir ricam olacak,” dedi Aytuğ.
Ayevi sakince Aytuğ’a bakmaya devam etti ve “Seni dinliyorum,” dedi.
“Olur da iyileşmem tamamlanamazsa, beni yakmanızı ve küllerimi suya bırakmanızı istiyorum,” dedi, bu cümleyi öyle büyük bir sakinlikle kurmuştu ki, hemen arkasından sürüklenen o uğultulu sessizliğin içine bizi âdeta hapsetmişti.
Gözlerimi Aytuğ’dan ayırıp diğerlerine çevirme fırsatı dahi bulamadım. Aytuğ’un ölümü bu kadar çabuk kabullenmesi, ölümüyle ilgili planlar yapması belki kimseyi şok etmedi ama onu yeni tanıyor olmalarına rağmen derinden yaraladığını hissedebildim.
Zeyna’nın kılıcını daha sıkı kavradığını gördüm, Ayevi ise her ne kadar üzgün görünse de sessizce, “Elbette,” diye fısıldadı. Bu konudan uzağa gitmek istiyormuş gibi Ramon’a baktı. “Diğer Velencosolar bize katılmayacak mı?”
“Frederick’in bu konuyla ilgili tavrını anladığınızı ummuştum,” dedi Ramon hüzünlü bir gülümsemeyle. “Velencoso ailesini temsil etmek adına burada bulunacağım ama başka bir Velencoso ferdi bize katılmayacak.”
Frederick’in o güne ait bakışları, sesi ve cümleleri hafızama aniden bıçak gibi saplandı. Burada bulunmayacağını daha o an anlamıştım, ne kadar Nixie’ye yardım etmek istiyor olsa da bir doğaüstünün intiharına şahitlik etmek istemiyordu. Aslına bakılacak olursa Frederick haklıydı, bu bir intihar girişimiydi ve biz de o girişime çanak tutuyorduk; hatta birazdan bu intihar girişimini izlemeye de başlayacaktık.
Aytuğ, “Küçük peri güvenli bir yerde mi?” diye sordu ve sorusunu tamamladığı anda küvetin önünde durup, yavaşça eğilerek küvetin kenarındaki mermer taşa oturdu. Kendi musalla taşına oturmuş gibi hissediyor muydu? Ben ona bakarken kendi ölümüne doğru süratla koştuğunu görüyordum ve yaşama tutunabilecek mi yoksa tutunamayıp yaşamın içinden hızla ölüme mi düşecekti bilmiyordum.
“Evet, Nixie benim konağımda ve annesi de onun yanında.” Ayevi küreye benzer bir şişe kaldırdı ve şişenin içindeki kan kırmızı sıvı dikkatimi dağıttı. “Hazırlayacağım reçete sayesinde kalbini güvende tutabileceğiz ve periye nakledene dek kalbin huzurla çarpmaya, çalışmaya devam edecek.” Ayevi gözlerini Farah’a çevirdi. “Kalbi içine koyacağımız kutu hazır mı, Farah?”
“Evet, yeterli sıcaklık ve kalbi çalıştıracak kadar enerji mevcut, senin şifa iksirinle de kalbi perinin içine yerleşene dek güvence altına almış olacağız,” dedi Farah otoriter, sert bir sesle. “Yine de bu yapılacak olan şeyi etik bulmadığımı söylemek istiyorum. Burada resmen pek de akıllıca olmayan bir deney yapmak üzereyiz. Bu benim değerlerime aykırı bir durum. Burayı sadece adli vakalarda kullanırım, daha önce burada hiç canlı bir insanı ölüme göndermedim. Burası ölülerin mekânıdır.”
“Teknik olarak biraz sonra ben de bir ölü olacağım, buna çok da takılma,” dedi Aytuğ dudaklarını kaplayan serseri, muzip bir gülümsemeyle.
“Bu at çocukla duygusal bağ kurduğumu duysalardı cehennemden aforoz edilirdim, bu şeytanın bünyesine bu kadar merhamet fazla,” diye homurdandı Asil.
“Başlayalım mı?” diye soran Noyan’dı, Aytuğ tek bir an olsun duraksamadı, gözünü bile kırpmadı, uzun bacaklarını küvetin içine uzattı ve bedenini usulca küvete yerleştirdi. Dışarı taşan su, mermer zeminde berrak renkte bir kan gibi ilerlemeye başladı.
Araf’ın tam yanımda dikildiğini biliyordum ama dönüp ona bakamadım, teninden tenime kıvılcım gibi sıçrayan o enerjiyi yok saydım; ben o enerjiyi ne kadar yok saysam da o enerji hızla tenime tutunup içime akmaya devam etti.
Yelkovan bir adım attı, Noyan sırtında katlanmış hâlde duran kanatlarıyla küvetin önünde durdu, yavaşça eğildi, yerde duran beyaz köpükten kutunun içindeki buzları tek seferde küvetin içine boşalttı. Aniden gelen soğuk, Aytuğ’un yüzünde herhangi bir duygu değişimi yaratmadı ve anladığım kadarıyla içine girdiği su da en başından beri epey soğuktu.
“Soğukla ilgili bir problemin var mı?” diye sordu Noyan boş kutuyu yere bırakırken.
“Şimdilik yok,” dedi Aytuğ, dövmeli ellerini küvetin iki yanına koymuş, parmaklarını beyazlayana dek mermere bastırmıştı.
“Seviyeyi kademe kademe arttırın,” dedi Farah, cesetlerin üzerinde parmaklarını, ruhunu ve zihnini dolaştıran o kadının hepimizden daha bilgili olduğuna şüphe yoktu ve onun öğrencisi olan Rose da çoktan küvetin önüne gelmiş, artan buzları izlerken analiz yapmak adına not defterine bir şeyler karalıyordu.
Araf sadece benim duyabileceğim bir sesle, “Yasal olmayan şeyler yaptığımız için mi kalbim böyle çarpıyor yoksa çok değil yarım saat önce çıplak vücudumun üzerinde sessizce oturduğun için mi bilmiyorum ama eğer ikinci sebepten öyleyse umarım kafamı patlatmazsın,” dediğinde bedenimi dik konuma getirip, kollarımı bedenime daha sıkı sararak kaşlarımı çattım.
Zihnimin içine kendisiyle ilgili tohumlar ekmesinden hoşlanmıyordum, aptalca cümleler kuruyordu ama ben kendimi o aptalca cümleleri düşünürken buluyordum ve bu onun aptalca cümlelerinden bile daha aptalcaydı.
“Sesini kes.”
“Keşke sesimi dudaklarını dudaklarıma yaslayarak kessen,” diye fısıldadı Araf, bunun tüm bedenimi uyuşturması delilikti. “Dilin ağzımın içindeyken konuşamazdım.”
“Soğukluğu arttırabilirsin,” dedi Aytuğ ve bununla beraber Asil de bir kutu dolusu buzu tıpkı Noyan gibi küvetin içine boşaltmaya başladı. Buz miktarı her geçen saniye arttıkça, içerinin de soğuk bir otopsi odası olduğunu düşünecek olursak, küvetin içi şu an bir insanın içinde yaşayamayacağı kadar soğuk bir yer olmalıydı. Fakat Aytuğ bir Tulpar’dı, insanüstüydü ve onu öldürmek, bir insanı öldürmekten çok daha meşakkatliydi.
Ortamdaki sessizlik anbean artıyordu. Bir Huzurgetiren olan Carmella da Aytuğ’un endişelerini silmek için odadaki yerini almıştı. Kızın frekansını hissediyordum, yaydığı huzur enerjisi bu karanlık atmosferi parçalamaya yetmese de eminim etkisi vardı. Belki de Carmella huzur yayıyor olmasaydı, şu an hissettiğimden daha şiddetli bir huzursuzluk hissederdim.
Aytuğ, buz miktarı biraz daha arttığında usulca küvetin içine batmaya başladı. Yalnızca çenesinden yukarısı suyun dışında duruyordu. Mavi gözlerine sinmiş sakinliğin ardında neler vardı bilmiyordum ama ölüme yakın deneyimlerde insanların geçmişlerine dönüp yaşadığı iyi ve kötü anıları anımsadığını biliyordum. Buna birçok askerin ölümünü izlerken şahitlik etmiştim. Annem ölürken de geçmişin içindeki güzel anılarımıza sığınmış olmalıydı.
“Bu daha ne kadar devam edecek?” diye soran Zeyna’ydı. Endişeliydi. Kabul etsin ya da etmesin, öyleydi.
“Yakında etkilerini görmeye başlarız,” dedi Hemera, Aytuğ’u buzların içindeki ölüm uykusuna yatırma fikri onundu. “Nasıl hissediyorsun?”
“Uyuşmuş,” dedi Aytuğ, daha sonra tek kelime etmedi ve akabinde Noyan’ın döktüğü yeni buzlar doğrultusunda dişlerinin birbirine çarptığını, çenesinin titremeye başladığını gördüm. Gözleri uykuya direniyor gibi açık kalmaya çalışıyorsa da bunu başaramıyordu, gözleri sık sık kayıyor, bedeni kendini ölüm uykusuna teslim etmeye hazır görünüyordu.
“Başlıyor,” dedi Farah. “Ölüm bir uyku gibi gelecek. Başta tatlı, sonrasında derin bir karanlık. Bilincinin dışına çıkacaksın, kendi kafanın içinde gezineceksin ama bunu tüm işletim sistemin durdurulmuşken yapacaksın. Eski bir anının içinde ya da yaşanması muhtemel bir anın içinde kilitli kaldığını hissedeceksin. Zihnini karanlık bir oda değil, beyaz bir oda olarak düşün ve olduğun yere kötü değil, iyi anılar çekmeyi dene. Ölüm en çok da kötü anılara tutunduğunda şiddetlenir ve geri dönülemez şekilde seni etkisi altına alır.”
“Peki ya iyi anılarım yoksa?” diye sordu Aytuğ dişleri birbirine çarparken. Zeyna’nın duraksadığını gördüm.
Farah sertçe yutkunup, “O hâlde iyi anıları kafandan uydursan iyi edersin, evlat,” dedi.
“Denerim,” dedi Aytuğ, sonra gözleri tamamen kapanmadan önce muzipçe parlayarak Zeyna’ya çevrildi. “Belki de yaşanmış güzel bir anı vardır ve o anda saplı kalmak oldukça tatmin edici olur.”
Zeyna gözlerini kısıp, “Aptal,” dedi. “Eğer uyanmazsan sadece anı olarak hatırlarsın.”
Aytuğ’un yaşadıkları anının tekrarının yaşayacağına dair aldığı o tehditkâr söz, dudaklarında bir tebessümle titremeyi sürdürdüğü bir uykuya dalmasına neden oldu. Aytuğ’un ölümü bir anda değil, yavaş yavaş geldi. Gecenin gökyüzünde birden değil, usulca çökerek belirmeye başladığı gibi, tenini ve içini usulca sardı.
“Kalbi çıkarmamız gerekiyor,” dedi Farah. “Bedeni bir ölü olsa da zihni hâlâ yaşıyor, zihnini kaybetmeden kalbi almalıyız ve iyileşmenin başlamasını beklemeliyiz. Ne kadar geç olursa, genç Tulpar için iyileşmesi de o kadar imkânsız duruma gelecek.”
“Farah, bunu tek başına yapabilecek misin?” diye soran Ayevi’ydi, Ayevi’nin sorusu, Farah’ın dudaklarında gergin bir düzlüğün oluşmasına neden oldu. Yüzündeki kan çekilmişti, evet, bir cesedin içini açabilirdi ama zihni hâlâ hayatta olan, sadece derin bir uykuya yatmış bir cesedi daha önce hiç açmamıştı. İçini açtığı herkes soğuktu, Aytuğ ise hâlâ sıcak olmalıydı.
“Rose bana yardım etmeli. Genç adamı suyun içinden çıkarmadan alacağız kalbini, çünkü onu sudan çıkarmamız demek ölümünün altına imzamızı atmış olmamız demek. Bu süreçte çok kan olacak, her yer kan olacak, küvetin içi ve dışı, su ve zemin. Her yer. Kan sıcaktır, düştüğü yerde buzu bile eritecek kadar sıcaktır, atalarım kanın ateşten yaratıldığını söyler. O yüzden kan küvete yayılıp suyu ısıtmaya başladığında daha çok buza ihtiyacımız olacak. Çocuğun iyileşmesi başlamadan onu sıcak bir ortama alamayız, bu iyileşmeyi durdurur, kalbi tamamlanmadan bedeni ısınırsa bu defa onu gerçekten kaybederiz.”
Rose tedirgin bir şekilde, “Bunu becerip beceremeyeceğimden emin değilim, Farah,” diye fısıldadı.
“Becerirsin, seni boşa eğitmedim ben,” dedi Farah, Rose’un ikiletmesini dahi istemediği her hâlinden okunuyordu. “İçeride kana karşı hassas olan doğaüstüler varsa çıksın. Manzara ne kadar savaş görmüş olursanız olun, katlanabileceğiniz türden olmayacak. Ama kanla bir problemi olmayanlar yardım için kalabilir çünkü birilerinin yardımına ihtiyacımız olacaktır. Bu sadece Rose ile birlikte yapabileceğimiz kadar basit bir şey değil.”
“Dehşet verici bir manzarayı izleyebileceğimi sanmıyorum,” dedi Ayevi. “Kalbi güvenceye almak için kapının arkasında bekliyor olacağım.” Üzerinde ilk kez bir balo elbisesi değil, günlük kıyafetler vardı Ayevi’nin. Onu böyle görmeye alışkın değildim ve elbiselerine öyle alışmıştım ki onu normal genç bir kadın gibi giyinirken görmek, dönem kıyafetlerinden sıyrıldığına şahitlik etmek garipti.
Ramon, “Kalıp yardımda bulunmak isterdim fakat perhizdeyim,” deyince göz ucuyla ona baktım. Beni deliliğe ve gerçeklere sürükleyen elleri yeniden deri eldivenler tarafından korunma altına alınmıştı. “Biliyorsunuz ki ben bir Kanbaz’ım, bir doğaüstünün damarlarında dolaşan kan ise bir insanınkinden daha büyük etkilere, tılsımlara ve tada sahiptir. Bu yüzden zorluk çıkarmak istemiyorum, bu işin dışında dursam daha iyi olur.”
“Ramon haklı. Burada olmaması gerekir. Öte yandan Carmella, senin de çıkman gerekiyor güzelim. Reagan da dışarıda bekleyeceğini söyledi. Burası bir Huzurgetiren ve iki Kanbaz için hiç de uygun değil. Kan huzuru yok eder, Kanbazlar da açlıkla sınanır,” dedi Noyan. “Ne kadar az nefes olursa, o kadar az sıcaklık olur. O yüzden kana dayanıklı bir iki kişinin kalması çok daha mantıklı.”
“Reagan Hanım’a eşlik etmek için çıkıyorum o hâlde,” diyen Ramon’un gözleri bana dokundu, iri mavi gözlerinin içine yayılmış gümüş rengi sorgu bir an için kasılmama neden oldu ve Araf’ın bedenimdeki gerginliği hissettiğini fark ettim. “Daha sonra seninle konuşmak istiyorum, Sevgili Hera,” dedi Ramon, dışarı doğru bir adım atıp aramızdan ayrılmadan hemen saniyeler önce.
Herkes odayı bir bir terk ettiğinde, artık odada sadece ben, Araf, Noyan ve Zeyna kalmıştık. Rose ile Farah işlemi gerçekleştirmek için harekete geçtiklerinde yüzümde sabit bir ifadeyle olup biteni izliyordum.
“Kan görmeye alışkınım,” demiştim odada kalmak istediğimi belirttikten hemen sonra. “Hayatım boyunca hâlâ yaşamaya devam eden insanların kanını gördüm. Birçok ölüm, birçok acı dolu olmasına rağmen hâlâ devam eden yaşam gördüm.”
İşte bu kelimeler herkesin yüzünde durgunluğa neden olmuştu. Haklıydım, onlar benden kıdemli olabilirdi, bu işte benden daha önceden var olabilirlerdi ama ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide en çok ben bulunmuştum. Vahşete en çok ben tanık olmuştum.
Farah elinde neşterle küvetin içinde ölüm uykusuna dalmış olan Aytuğ’a yaklaşırken Zeyna derin bir nefes alıp gözlerini sapını avuçlarında tutmaya devam ettiği kılıcına indirdi. Böyle şeylerden pek etkileniyor gibi görünmese de Aytuğ ikiye yarılırken bunu görmek istemiyordu. Farah, neşteri tutan elini suyun içine daldırdı, neşter keskin bir şekilde Aytuğ’un dövmelerle kaplı göğsünün ortasında ilerledi. Küçük bir kesik oluştu ama kesikten sandığım kadar çok kan yayılmadı. Bir duman gibi anlık olarak yükselen kan, usulca dağıldı ve daha açık bir renge dönüşerek suyun yüzeyini şeffafça kapladı.
“Kesi atamıyorum,” dedi Farah çatık kaşlarla.
“Bu da ne demek oluyor?” diye soran kişi Zeyna’ydı, elindeki kılıcı yere fırlatınca kılıç zemine çarpıp tok sesler çıkardı. Zeyna, küvetin önüne geldi ve suyun yüzeyini hafifçe kaplayan kanı görünce başını yana çevirip yüzünü buruşturdu. “Açmışsın ya işte.”
“Kesi iyileşiyor, görmüyor musun?” diye sordu Farah ters bir sesle. “Fiziken şu an bir ölü ama iyileşmesi sürüyor. Kesi attım ama saniyeler içinde kesi kapandı. Bu şekilde kalbi nasıl çıkaracağız?”
“Tekrar dene,” dedi Araf, ablasına. Benden uzaklaşmış, tıpkı Zeyna gibi o da küvetin önüne gitmişti. Çatık kaşlarının altında parlayan camgöbeği rengindeki gözlerini daha da kıstı. “Daha derin bir kesi atamaz mısın? Biraz daha derin.”
“Doğaüstülerin kalbi daha dışarıdadır, kesiler kalbe zarar verirse, Aytuğ’un iyileşip bize yeni bir kalp daha vermesi gerekir,” dedi Farah, kafası allak bullak olmuş gibiydi. “Noyan, lütfen biraz daha buz takviyesi yapar mısın?”
Noyan söyleneni yaparken, Farah yeni bir kesi daha atma umuduyla eğildi, neşter bir defa daha göğsünde uzun bir çizgi şeklinde ilerlemeye başlayan Aytuğ’un ifadesi stabildi. Çenesi ve dudakları suyun içindeydi, suyun dışında kalan yalnızca burnu ve kapalı olan gözleriydi.
“Olmuyor. İyileşmesi durmuyor, kesi anında kapanıyor,” diyerek geri çekilen Farah’ın yüzüne yerleşen umutsuzluğu izledim.
“Bir yolu olmak zorunda,” dedi Noyan. Eli çenesine gitti, çenesini sertçe kaşırken çıkan sesi dinledim ve hafızam sesin etrafında genleşmeye başladı. Kalp atışlarım usulca yavaşladı, ardından krize sürükleniyormuşum gibi kuvvetle atmaya başladı. Göğsümdeki sıkışıklık hissiyle yavaşça yan döndüm, görüş alanıma kan gibi yayılan kızıllığı durduramadım ve artık baktığım yerde gördüğüm her şey aynı olsa da ortamın rengi değişmişti. Her şeyi kan renginde görüyordum, Araf’ın bana çevrilen camgöbeği gözleri bile artık kızıldı.
Araf, “Hera?” dedi sorar gibi, sesi kuyunun dibinden geliyordu sanki. Sendeleyerek etrafa çarpmaya başladım.
Noyan, “Siktir,” dedi. “Hayır, bu form değiştirmek için uygun bir zaman değil, kızım.”
“Onun nesi var?” diye sordu Rose korkuyla. “Hera, bebeğim?”
“Onu buradan çıkarın,” dedi Farah soğukkanlılıkla, sonra tüm sesler uzun, çirkin bir siren sesine dönüşerek hafızama çarpa çarpa ilerledi; göz bebeklerimin genişlediğini, siyah göz bebeklerimin parçalandığını ve bir mürekkebin sayfaya yayılması gibi gözlerime yayılmaya başladığını hissettim.
Şimdi lateks siyahı gözlerimin beyazı dahi olmadığını biliyordum, uzun tırnaklarımın içinden dışarı kökler uzanıyordu sanki; çok geçmeden ellerimi kaldırıp parmaklarıma baktım ve o an pençeyi anımsatan tırnaklarımı gördüm. Ellerim bileklerime dek simsiyahtı, tırnaklarımda bordo yansımalar vardı ve bileğimdeki damarlar neredeyse dirsek içime dek simsiyah ilerliyordu.
“O kalbi kesi olmadan ve iyileşme gerçekleşmeden çıkarabilmek sadece benim elimde,” diye fısıldadım, çift gelen sesimin bir yarısında insan, diğer yarısında canavar saklanıyordu ve sanki ikisi aynı anda konuşuyordu. Araf söylediklerimde anlamları gördü ama diğerleri göremedi.
“Bu işin dışında kalsan iyi olacak, Hera,” dedi Noyan ama ne onu dinledim ne de söylediği şeyi yerine getirdim. Benden emin olsunlar ya da olmasınlar, bu umurumda bile değildi; çünkü ben kendimden emindim.
“Neler yapabileceğini bilmediğiniz birini engellerseniz, yapabileceği şeylerden de bihaber kalırsınız,” dedi Zeyna, sesinde tedirginlik olsa da diğerlerine oranla bana daha çok güveniyor gibi duruyordu. “Kızın neler yapabileceğini siz de merak etmiyor muydunuz zaten?”
“Bu ciddi bir konu, Zeyna,” dedi Farah, onun da ikilemde kaldığını gördüm ama ben artık kendimi tutamıyordum.
Damarlarımda dalgalanarak dolanan kan değildi de bilgelikti, bunu tüm hücrelerimde hissedebiliyordum. Hiç düşünmeden küvetin içine girip, uzun siyah parmaklarımı küvetin kenarlarına bastırdığımda Farah, “Siktir!” diye kükredi ama ona aldırış bile etmedim.
Bedenime çarpan buz gibi suya tepki vermeden hafızamı genişleterek Aytuğ’a yaklaştım. Alınlarımız arasında yedi, sekiz santimlik bir boşluk kaldığında hafızasının uğultusu hafızama çarpmaya başladı. O uğultuyu tepe çakramda hissettim, şakaklarımdan içeri daldı, zihnimde ilerledi ve benim hafızamın kıvrımlarını bükerek düşüncelerimin arasına savruldu. Doğaüstülerin Erebos Kapanı olduğu için onların hafızalarını diğer insanların hafızalarını duyabildiğim gibi duyamazdım ama Aytuğ şu an teknik olarak ölüydü, çalışan tek şey zihni ve hafızasıydı.
Erebos Kapanı olmadan içeri daha rahat girerdim, Erebos Kapanı olmadan Aytuğ ile iletişim kurabilir, onun hafızasının içinde dolaşırken kalbi gücümün bir parçası olan parmaklarımla onun içinden alabilirdim.
“Abla,” dedi Araf uyarıcı bir tonda. “Ona karışma. Onun bir bildiği olmasa, bunu yapmazdı.”
“O bir çaylak,” diye fısıldadığını duydum Farah’ın.
“O çaylak, Ramon’un gözlerinin içinden aklı yerinde çıktı,” dedi Araf, bu ses zamanı ördü ve örülen zaman beraberinde içinde olduğumuz odanın duvarlarına şaşkınlığın gölgelerini çizdi.
Noyan, “Sen ciddi misin?” diye sordu, şaşkınlığı harflere bulaşarak hafızama sızdı ama ben o şaşkınlığı hafızamdan iterek Aytuğ’un alın çakrasından çıkıp benim zihnimle bütünleşmeye başlayan hafızasının uğultusuna odaklandım.
İlk gördüğüm on yaşlarında bir erkek çocuğuydu, bir Jokey’in atından inip ona doğru ilerlemeye başladığını onun bedenin içinden izliyordum. Adam tek dizinin üzerine çökünce zaman da adamla birlikte çöktü ve Aytuğ’un gözlerinin bir kopyasının da adamda olduğunu gördüm.
Aytuğ’un kalbi benim kalbime dönüştü, ılık bir his o kalbe dolandı; artık bu adamın onun babası olduğunu biliyordum çünkü bir çocuğun kalbi babasını her gördüğünde babasından korksa da nefret etse de onu çok sevse de hep böyle çarpardı. Çocuk ve baba arasındaki bağı nefret bile bükemezdi. Aytuğ’un hissettiği ise koşulsuz hayranlık, sonsuz sevgiydi.
Birden başka bir anın içine çekildiğimi hissedip nefesimi tuttum, derin bir suyun içine gömüldüğümü fark ettim ve çok geçmeden yukarı doğru yüzmeye başladım. Kafam suyun yüzeyine çıktığını sandığım anda aslında bir uykudan uyanmıştım, yine onun bedeninin içindeydim, hisler de hafıza da ona aitti; tıpkı bedenin de ona ait olduğu gibi.
Posterlerle kaplı karanlık, zindanı anımsatan küçük otel odasından çıktım ve zamana karıştım; zaman beni onun bedeniyle sahne aldığım piste götürdü; orada gözlerimiz bir kadınla buluştu.
Bu kadın Zeyna’ydı.
Zeyna’nın koyu kahverengi gözleri tüm gece onu süzdü, ben o bedenin içinde olsam da o hâlâ bu bedenin ve hislerin sahibiydi; tek fark vardı, şimdi bu hisleri de anıları da onunla birlikte sırtlamıştım. Zeyna’yı daha ilk gördüğü anda beğenmişti, onun kocaman birer zeytine benzettiği gözlerinde sadece şehveti değil, su gibi akan güzelliği de gördüğünü düşünmüştü.
Bu kadar açık şekilde biriyle ilgili düşüncelerini görmek beni rahatsız etmedi ama eminim düşüncelerine sızdığımı bilseydi, o bundan epey rahatsız olurdu.
Daha sonra pistten indiğinde anılarında onu yalnız bıraktım çünkü ikisinin yaptığı sekse şahit olmak istemedim. Daha derinlere indiğimde bir koridorda yürüyordum, bu kez onun bedeninde olmadığımı ellerimi kaldırıp ojeli tırnaklarımı gördüğümde anladım. Oysa az evvel bu tırnakların yerinde uzun, siyah pençeler yok muydu?
Çift kanatlı, bekleme odasına açılan bir kapının önüne geldiğimde kafamı kaldırdım ve hafızam derinleşti; şimdi hafızam öyle çok yerdeydi ki, sanki her yerde benden izler vardı. Ellerimi kapının iki kanadında karşılıklı duran gümüş kulplara koyup kapıyı ittiğim anda Aytuğ’un hafızasındaki gürültü bir kapı açılma gıcırtısına dönüşerek yankılar uyandırdı.
Büyük, beyaz bekleme salonuna girdiğim an, sırtı bana dönük bekleyen adamı gördüm. Saçlarından yere sular damlıyor, dövmeli sırtı her bir nefesinde dalgalanarak kabarıyordu. Ona doğru yürümeye başladığımda beni hissetti, bakışları anında bana çevrildi ve mavi gözlerindeki şaşkınlığın anbean bir çığa dönüşür gibi büyüyüşüne şahit oldum.
“Sen,” dedi parmağıyla beni işaret ederek. “Neden buradasın?”
“Hafızanın içinde tutsak kaldın,” diye fısıldadım ona doğru kararlı adımlar atmaya devam ederken. Topuklularımın yere emanet ettiği sesler, ben onun yanına ulaşana dek aramızda yükselen tek ses olmuştu. Tam önünde durup, “Henüz iyileşmen başlamadı, çünkü henüz kalbin hâlâ seninle,” dediğimde bakışları donuklaştı. “Kalbin yaşıyor olsa da vücudun bir ölü.”
“Burada hapis kalmamı istemiyorsanız acele etseniz iyi edersiniz,” dedi Aytuğ.
“Deniyoruz,” dedim, bu cevap onu tatmin etmedi, zaten etmeyeceğini de biliyordum. “Erebos Kapanı’n açıktı, içeriye bir misafiri kolaylıkla aldın. Şu an senin hafızan benim konağım.” Duyduklarından hoşlanmamış gibi kaşlarını çattı, hemen arkasındaki eski bir vezne girişine benzeyen yıkık dökük yere baktım. “Burası neresi? Neden zihnin burada takılı kaldı?”
“Hakkımdaki her şeyi kurcalamadın, değil mi?” diye sorarak benim sorumu ekarte etmeyi denese de sorduğum sorunun cevabını bekleyen gözlerle ona baktığım için bundan kaçamadı. “Burası babamın vurulduğu yer,” dedi.
Aldığım cevap beni çok sarsmadı çünkü ölümlere alışkındım ama o cevabı verirken gözlerinde beliren çocuğun yansıması beni sarsmayı başardı.
“Çok içtiğimde de hep burada olduğumu hayal ederdim. Görüyorum ki ölüm anımda bile soluğu burada alıyorum.” Etrafına bakındı, daha sonra gözlerini yere indirip parmağıyla yeri işaret etti. Yerde etrafa saçılmış kurşun kovanları vardı.
“Burada beklemeye devam edemezsin,” dedim sessizce. “Seni buradan çıkaracağım.”
“Bu nasıl olacak?”
“Senin kalbini çıkaramıyorlar,” dediğimde bir an için duraksadı. “Kesi atılamıyor tenine. Hâlâ yaşadığın için iyileşmeye devam ediyorsun, iyileşmen devam ettiği için de kesiler anında kapanıyor.”
Bu planlamadığımız bir şeydi, hesapta yoktu. Aytuğ, “Kalbim hâlâ hayatta olduğu için iyileşmeye devam ediyorum,” dedi derin bir nefes alarak. “Bunu nasıl atlarım?”
“Kesi atmadan kalbini çıkaramazlar,” dediğimde bana baktı.
“Yani kalbi alamayacaklar mı?” diye sordu, o küçük kız çocuğuna bir söz verdiği için kendini o kıza borçlu hissediyordu ve bu isteği gerçekleştiremeyecek olmanın düşüncesi bile onu bozguna uğratmışa benziyordu.
“Hayır,” dedim keskin bir sesle, bir an durdu, anlamlandıramıyormuş gibi gözlerimin içine baktı.
Hafızam genişledi. Şimdi onunla bu bekleme salonundaydım evet ama aynı anda onunla birlikte küvetin içindeydim ve küvette alnım alnına yakın pozisyonda beklemedeydim. Artık dışarıyla olan bağlantım tamamen kesilmişti, hiçbir şeyi, hiç kimseyi duyamıyordum.
Duyduğum tek bir şey vardı, o da onun hafızasının sesiydi.
Küvetin içinde yavaşça kaykıldığımda su benimle birlikte hareket etti, dalgalandı ve küvetin dışına doğru aktı. Suyun yere damlamasıyla ben de ona sokuldum, mavi gözlerinin içine bakmaya devam ettiğim saniyelerde bekleme odasının beyaz duvarları kavlıyor, boyalar dökülmeye başlıyordu.
“Bir yol var,” dememle, gözlerindeki onayı görmem bir oldu. Onayı gördüğümde, bizim için vaktin az olduğunu biliyordum. Tıpkı küvetin içinde onunla olan bedenimde olduğu gibi, onun hafızasında dolaşan bedenimde de değişimler çok hızlı baş gösterdi.
Tırnaklarımın bir pençe misali uzayıp sivrildiğini fark ettim ama o gözlerime baktığından bunu fark etmedi. Damarlarım, siyah birer ip gibi dirseklerimin içine doğru uzamaya başladı ve elim tamamen siyaha dönüştü. Bir adım sonra, ona nefesinden daha yakındım.
Aytuğ, gözlerimde gerçeği gördü, ne yapacağımı anladı; oysa daha ne olduğumu dahi bilmiyordu. Ben biliyordum. Bir süpernova patlaması yaşamıştım, artık kimliğimi biliyordum, kim olduğumu biliyordum; kendimle yüzleşmiştim.
“Üzgünüm,” dedim, “buna mecburum. Canını acıtmamaya çalışacağım.” Bu cümle, Aytuğ’un altındaki anlamları göremeyeceği kadar esrarlı bir cümle olsa da dişlerini sıktığında ve tekrar onay vererek başını salladığında artık hazırdım.
Bir konum bilgim yoktu, nasıl kullanmam gerektiğini bilmiyordum, her şey gelişigüzel olacaktı, tamamen içgüdülerimle hareket edecektim. Sonunda ya kalbe kavuşacaktık ya hem kalpten hem de Aytuğ’dan olacaktık.
Gözlerimiz birbirine saplandığı an, bekleme salonunda bir kalbin atış sesleri yankılandı ve Aytuğ’un gözlerinin içine bakarak parmaklarımı hızla göğsünün ortasına sapladım. Parmaklarım, ağaçların karanlık kökleri gibiydi, tıpkı uğursuz dallar gibi ileri doğru atıldı ve o dalların Aytuğ’un göğüs kafesini sardığını hissettim.
Parmaklarımın etrafını sıcak bir şey kapladı. Bu sadece kan değildi, mürekkep gibi parmaklarımı ıslatıp o parmaklara kelimeler çizdiğini hissetsem de daha başka bir şeydi; bu onun kalbinin atışlarıydı. Elim girebildiği kadar derine girmişti, uzun köklü parmaklarım onun kalbinin etrafını sarmıştı ve o sıcak duygu makinesi parmaklarımın arasında duruyordu. Aynı anda, parmaklarım küvetin içindeyken de onun göğüs kafesini aşarak içeri saplanmıştı.
Kalbi avuçlarımın arasında duruyordu ve tek bir yanlış hareket, o kalbe hasar bırakabilirdi. Ama başka şansım yoktu, bu pençelerle ne kadar narin davranabilirsem o kadar narin davranacaktım.
Arkamdaki karmaşayı hissedebildim, tamamen odaklanmış olmama rağmen ıslıklı bir çığlık duymuştum; belki bu çığlık çok yüksek bir sesle atılmıştı ama öyle odak hâlindeydim ki çığlık bana fısıltı gibi duyulmuştu.
Aytuğ da bekleme salonunda gözlerime bakıyordu; gözlerimin içine bakıyordu. Hem onun hafızasını hem de dışarıda olup biteni, küveti doldurmaya başlayan kanı görebiliyordum. Kalbin sıcak atışları parmaklarımın etrafında ılık bir meltem gibi süzülürken damarların yerini anlamaya çalıştım. Damarlara zarar vermeden, bağları en doğru yerlerinden kopararak çıkarmam gerekiyordu bu kalbi.
Karga Sarmaşığı zihnimin her köşesine bilgeliği üflemişti lakin içimde hâlâ bir insan kadını vardı; o insan kadınının birinin hayatıyla ilgili endişeleri vardı.
Aytuğ’un gözlerindeki ışık çekildi. Ölüm onu hafızasının içinde de kavramak üzereydi ama direndi. Gözlerimin içine bakarken, kalbi parmak uçlarıma yaşamını fısıldarken o yalnızca öylece durdu. Daha fazla oyalanmadım, elim kalbiyle birlikte dışarı çıktığında artık hafızasının dışındaydım; şiddetle bir yerden itilmişim gibi bir şey beni geriye doğru asıldı ve âdeta duvarları sırtımla kıra kıra olduğum âna dek çekildim.
Avucumun içinde bir kalple küvetin dibine, kan gölünün içine yığılmak üzereydim ki Araf beni kollarımın altından kavrayarak küvetin dışına çekti. Uzun, pençeleri anımsatan parmaklarımın arasındaki yaşam mücadelesine devam eden kalbin bağlarından akan kan dirseklerime kadar gözyaşı misali kayarak inmişti.
“Lanet olsun, bunu gerçekten yaptı mı?” diye sordu Farah dehşet içinde. Bir iki adım sendeledim, Araf da sırtım ona yaslı olduğundan benimle sendeledi.
Noyan, “Ayevi, kalp dışarıda!” diye bağırdı, bunu duydum ama odaklanamadım. Etraf artık kızıl değildi, görüşüm duruydu ama küvetin içinde öyle çok kan vardı ki, sadece küvete bakıyor olsaydım, hâlâ kızıl görüşümün açık olduğunu düşünürdüm.
“Bunu gerçekten yaptı!” diye bağırdı Zeyna, sesinde heyecanı vardı. Gözlerimi zar zor ona çevirdim ve birden o mutluluğun donukluğa dönüştüğünü gördüm. “Buzlar,” diye fısıldadı sessizce. “Buzlar eriyor! Bir şey yapın, Aytuğ bu ısıda hayatta kalamaz, iyileşmesi başlamaz.”
“Az önce kesikleri buzun içinde daha hızlı iyileşti. Buz takviyesi yapalım, iyileşmesi kendini tekrar etmeli. Bedeni ısıya maruz kalırsa ölümün temelli geldiğini düşünür. Önce kalbi yeniden oluşmalı, sonra da kalbi geri geldiği anda onu ısıtmalıyız,” dedi Araf. “Böylece bedeni yaşam ve ölüm arasındaki dengeyi kurabilir.”
Geri kalan her şey bir siren sesine dönüştü.
Sonra zaman benim için yavaşladı.
Zamanın içinde düştüm, ilerledim, sonuna geldim ve yeniden başladığımı hissettim. Tüm bunlar olurken artık o otopsi odasında değildim, beyaz ve küçük bir tuvaletteydim, elimin üzerine akan su parmaklarıma bulaşan kanı alıp götürüyordu ama o kan düşüncelerime de sıçramıştı ve oradan gideceğe benzemiyordu. Aytuğ’un kanı parmaklarımı terk edene dek durmadan parmaklarımı ovaladım. Kuruyan kan sıcak olan kandan daha zor çıkıyordu; bu da bazı şeyler yaşandığı ilk anda, hatırlandığı ilk andaki kadar acıtmaz demek oluyordu.
Aytuğ iyileşecek miydi bilmiyordum, tek bildiğim kalbi sağlıklı bir şekilde çıkarmış olmamdı. Tek bildiğim, bir Karga Sarmaşığı olduğumdu. Kapı birden açılınca gözlerimi kaldırdım ve aynaya baktım, hemen arkamdaki kapıda beliren kişi Araf’tı ama o kapıyı açmadan önce bile onun enerjisini hissetmiştim.
Gözlerimi tek bir an olsun beni izleyen yansımasından ayırmazken, “Aytuğ nasıl?” diye sordum, hafızasının sesini duyamadığıma göre Erebos Kapanı aktif hâle gelmişti ya da gerçekten hafızasının sesini kesecek olan ölüm onu bulmuştu.
“Kalbi oluşmaya başladı ama kalbi iyileşene dek o soğuğa daha ne kadar katlanabilir bilemiyoruz. Bir doğaüstüyü kalbi olmadan hayatta tutabilmenin tek yolu onu soğuk suya gömmekmiş, bunu yeni öğrendim. Tabii bu da kesin bir çözüm değil.”
İçeri girip kapıyı kapattı, daracık lavaboda onun uzun gölgesi dolaşmaya başladı ve bana alan bırakmadığını hissederek kaşlarımı çattım. Gözlerini ellerime indirdiğinde kuruyan kanı kazımaya çalıştığımı gördü.
“Kan kuruyunca silinmesi çok zor oluyor. Anılar da böyle, değil mi? Zaman bazı anıları yaşandıkları anda hissettiklerimizden bile daha derin şekilde hissederek hatırlamamızı sağlıyor.”
Benimkine çok benzeyen düşüncesinin içimdeki düzeni değiştirdiğini hissettim. Bir yanı gerçekten bana benziyordu, bir yanıysa öyle çok yabancımdı ki ara sıra denk geldiğim o korkutucu benzerlik daha da şaşırmama neden oluyordu.
“Bazen sana akıl sır erdiremiyorum,” dedim Araf’a doğru dönüp gözlerimi camgöbeği rengindeki enteresan duruluğa sahip gözlerine dikerek. Araf bunu hiç şaşırtıcı bulmamış gibi gülümsedi, elini bana doğru uzatmasını beklemediğimden donup kaldım. Elimi kavradı, ıslak parmaklarımı avucunun içine aldı ve suyu yeniden açıp elimi avucunun içindeyken suyun altına getirdi.
“Hâlâ kan var,” dedi sakince, hemen ardından parmaklarıyla kuruyan kanlara baskı uygulayıp kan lekelerini çıkarmaya başladı. Suyun altındaki dokunuşumuzun bile tuvaletin ışığının voltajını düşürmeye yettiğini gördüm. Gözleri tekrar beni yakaladı. “Bana neden o kadar dikkatli bakıyorsun, Hera?”
“Buradan çıkmaya ihtiyacım var,” dediğimde bu talebi garipsemeden anlayışla başını salladı.
Gözlerimi suyun altında duran ellerimize çevirip, boğazımdaki ağrıyı yok etmek ister gibi yutkundum ama ağrı kaybolmadı. Beni izlediğini hissediyordum, beni izlerken gözlerindeki ifade de derinleşiyordu ve o gözünü kırpmadan bana bakarken voltaj biraz daha düşüyor, ampul patlayacakmış gibi vızıltılar çıkarıyordu.
“Sana sormayı düşünmüyordum ama bu geceki hâlinden anlıyorum ki, kendinle ilgili bir bilmece çözdün ve çözdüğün şeyin bedeli senin için ağır oldu.” Kısık sesi bana kendimi iyi hissettirse de kurduğu cümledeki her bir harf beni yeniden bir şeyle yüzleştiriyordu. “Anlatmak zorunda değilsin, senin özeline burnumu sokacak bir insan değilim. Ama işin içinden çıkamayacak gibi hissedersen diye söylüyorum, burada olacağım. Seni yargılamak için değil, seni anlamak için.”
“Buradan çıkabilir miyiz?” diye fısıldadım yalnızca.
Parmakları parmaklarımın üzerinde sürdürdüğü dairesel hareketleri kesti ve “Artık daha temizsin,” dedikten sonra elimi elinin içine hapsederek sudan uzaklaştırdı. “Aytuğ’un akıbeti belli olana dek biraz uzaklaşabiliriz. Bir ölüm haberi alacaksak da bunu seninle biraz vakit geçirdikten sonra alayım ki çok fazla sarsılmayayım. Mutlu olduğum şeyleri yaptıktan hemen sonra gelen üzüntü beni normalde olduğu kadar yıkmıyor.”
“Benimle olmak seni mutlu mu edecek?” diye sordum kendimi tutamayarak. Cevabı almak istemiyordum, çünkü cevap beni olduğum yere mühürleyebilirdi. Duyguların zirvede olduğu anları sevmezdim çünkü bazen duygular seni hassas birine dönüştürürdü ve hassasken duygusal hatalar yapmaya meyilli biri olurdun.
Duygusal bir hata yapmak istemiyordum, hassas bir anımdayken bir insana yaklaşmak o insana da haksızlık edecekmişim hissini doğuruyordu.
Araf, bir trenin girdiği tünelden alevler alarak çıktığı gibi sorumla birlikte girdiği o düşüncelerden alev alarak çıkıp gözlerimin içine gerçeğin yakıcı tezahürüyle baktı. “Cevabını bildiğin sorular soruyorsun, Taş Bebek. Bunu senden tek bir an gizlememiştim. Hâlâ senin hayatımın kadını olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda kaderim, yazgım ya da aklına her ne geliyorsa ondanımsın işte. Tabii ki bu bana göre öyle, sana göre öyle olmak zorunda değil. Davetkârımdır ama zorba değil, dürüstümdür ama hiçbir zaman ısrarcı değil.”
“Farklı bir insansın,” dedim, itirafım onu şaşırttı ama benim yüzüm öyle stabildi ki sanki ona normal bir şeyden bahsetmiştim. “Farklı şartlar altında tanışsaydık, yani atıyorum bir barda içki içerken tanışmış olsaydık ilgimi çekerdin.”
Bir diğer itiraf başını omzuna yatırıp bana davetkâr gözlerle bakmasına neden oldu ama dediği gibi, bu gözler davetkâr olsa da zorba ve ısrarcı değildi.
“Tabii o an tıpkı bir süredir olduğun gibi zevzek davranışlar sergilemiyor olsaydın dikkatimi çekerdin. Seninle konuşmak isteyebilirdim, seni anlamaya çalışabilirdim.” Omuz silkerek ellerimi çektim ve ıslak ellerimi lavabo tezgahına bastırıp aynadaki yansımama baktım. “Hatta seni anlamayı siktir edip, soymak isteyebilirdim.”
“Ee şey, ne anlamda soymak? Beni azdıracak bir cümle mi kurdun yoksa son kalan paramı da senin hortumladığını düşünüp kalbime inmesine neden olacak bir cümle mi kurdun orasını tam anlayamadım da.”
Derin bir sessizlikle omzumun üzerinden ona baktığımda, gözlerimde her neye rastladıysa tek bir an için dudakları birbirine mühürlendi ve sessizliğime gözleriyle eşlik etti. Araf, geceleri şehrin içinde ilerleyen sert bir rüzgâr gibiydi, evinin içinde olan insanlar o rüzgârın ne kadar sert olduğunu bilmiyordu ama bir kez onun gecesine karışanlar o rüzgârın dokunuşlarını ruhunda bile hissediyordu. Bir süredir onunla aynı gecenin içindeydik, bir süredir etrafımda şiddetle esiyordu, bir süredir ruhumda dokunuşlarını hissediyordum ama hâlâ birbirimize oldukça yabancıydık. Yine de o rüzgârı tanımıştım. O rüzgârı hafife almamam gerektiğini anlamıştım.
Tekrar ona doğru döndüm, ıslak parmaklarımı göğsünün ortasına yerleştirdiğimde camgöbeği gözlerinin yeşili birdenbire köknar yeşiline döndü, o suya benzeyen gözler şimdi balta girmemiş vahşi bir ormanı anımsatıyordu.
Üzerine sonradan geçirdiği siyah gömleğin kumaşı onun kalbinin vuruşuyla dalgalandığını gördüm, parmağımı biraz daha bastırdığımdaysa hissettiğim kalbinin parmaklarımın ucuna yerleştirdiği darbelerdi. O darbeler benim parmak uçlarımdayken romanlar yazabilirmişim gibi hissettim.
“Cüzdanını değil, bedenini soyardım,” dedim yakıcı bir sesle ve o sesin bir ateş olup onun içine düştüğünü, içinde büyüyerek ruhu da dahil olmak üzere her zerresini tutuşturmaya başladığını hissettim. Gözleri de ateşlerimden payını aldı. Köknar yeşili gözlerini gözlerimden çekmedi ama boğazından kayıp giden yutkunuş her şeyi açıklıyordu.
Parmaklarımın sadece göğsüne değil, tüm ruhuna temas ettiğini görebiliyordum; parmaklarım hiç dokunmadığım noktalarında bile izlerini bırakmış gibiydi.
“Eğer gözlerime böyle bakmaya devam edersen, Hera,” dedi Araf, sesinin ilk kez genzinin gerilerinden vahşi bir hırıltıyla yükseldiğini duyuyordum. “Bedenimi soyan sen olmayacaksın, senin bedenini soyan ben olacağım.”
Dudaklarımda neredeyse alaycı sayılabilecek bir gülümsemeyle ona baksam da kalbimin vuruşları kıyamet gibi dehşet vericiydi. Araf da aynı alayla bana gülümsedi ama bunu yaparken yüzüne yerleşen kemiklerin yüzünün derisini kaldırarak çizdiği kavisleri gördüm. Dişlerini sıkıyordu, sabrının sınırlarında dolanıyordum, belli etmemeye çalışsa da onun içindeki karanlığı varlığımla besliyordum.
Lavabodan çıkıp onu arkamda bıraktığımda peşimden geleceğini biliyordum. Nabzımı hızlandıran Araf ile aramızda büyüdüğünü hissettiğim gerilim miydi yoksa bu gece yaşananlar mıydı bilmiyordum ama damarlarım parçalanacakmış gibi hissediyordum.
Otopsi odasına girmedim ama zayıflayan hafızaların sesini duyabildim, Aytuğ’un iyileşmesini gözlemlemeye devam ediyorlardı ve çoğunun kalbine umutsuzluk ekilmeye başlamıştı. Bense Aytuğ’un iyileşeceğinden neredeyse emin hissediyordum. O hafızayı gezmiştim, içine ayak izlerimi bırakmıştım ve bu denli güçlü bir hafızanın sahibinin kolayca öleceğini düşünmüyordum. İyileşme gecikirse ölüm kaçınılmazdı, bu doğruydu ama Aytuğ ölümün kollarından kurtulabilecek bir adamdı.
Laboratuvardan çıkıp mermer basamakları inmeye başladığımda az ileride gri spor arabanın önünde duran kadın dikkatimi çekti. Bu Kanbaz Kadını’nı tanıyordum, ismi hafızama yer edinmişti ama onunla çok fazla diyalog kurmuş değildik. Reagan, parmaklarının arasında tuttuğu elektrikli sigarasıyla arabasının önünde dikilmiş binayı izliyordu, gözlerim Ramon’u aradı ama onu bulamadım.
Reagan bana başıyla kısa bir selam vermekten öteye gitmedi, aynı şekilde ben de başımı sallayarak onu selamladıktan sonra hâlâ ıslak olan ellerimi montumun ceplerine sokarak çaprazımda kalan koruluğa doğru yürümeye başladım. Laboratuvar şehir merkezinden uzaktaydı, iki yanı korulukla süslüyken önünde başıboş bir otoyol uzanıyordu.
Koruluğun kenarındaki kaldırımda yürürken arkamda ağır adımlarla beni takip edenin Araf olduğunu biliyordum. Bir süre hiç konuşmadan yürüdük, başımızın üzerindeki gökyüzünü ateş parçaları gibi saran yıldızların ışığı öylesine kuvvetliydi ki sokak lambalarının yanmadığı bu tenha yol gümüş renginde bir ışıkla ortadan ikiye bölünüyordu.
Araf, “Sanırım Zeyna, Aytuğ’a karşı boş değil,” diye mırıldandı. Bunun benimle konuşmak için ortaya yatırdığı bir cümle olduğunu hissettim.
“Aytuğ’un hafızasına sızdım,” dedim hiç düşünmeden. Araf bunu zaten biliyormuş gibi yorum yapmadı, beni takip etmeye devam ediyordu. “Erebos Kapanı etkin değildi, beni kolayca içeri aldı ve orada bazı anılar gördüm. Travmatik anılar da vardı, güzel anılar da vardı. Biraz saçma bulsam da gördüğüm bir şeyi yok sayamam. Güzel anılarında ya tamamen yalnızdı ya da Zeyna ile yaşadığı küçük bir an vardı. Hiç anıları olmayan bu iki insanın birbirlerini en güzel anılarının arasına yerleştirmesi sence de tuhaf değil mi?”
“Zeyna’nın anılarında Aytuğ’un olduğunu nereden biliyorsun?”
Adımlarım biraz olsun yavaşladı, bana yetişmesini istediğimi fark ettim. “Zeyna, normalde alaycı ve soğukkanlı bir kadın,” dedim Zeyna’ya ait bugüne dair görüntüler zihnimin içinde yeniden oynamaya başladığında. “Ama bu gece sadece endişeli bir kadındı. Yeni tanıdığı insanlar için endişelenen biri olmadığı gün gibi ortada.”
“Analizcisiniz de hanımefendi,” diye fısıldadı Araf, sesi tıpkı onu benzettiğim gibiydi, gecenin içinde ilerleyen sert bir rüzgârdı.
“Öyle olmasaydım bir bina dolusu askeri eğitemezdim,” dediğimde beni anlamadığını biliyordum. “Askerler eğitilmesi zordur, anlaşılmamak için duvarlar örerler, kimse onları görsün istemezler, ormanda koşturan yalnız kurtlardan tek farkları her birinin sürüsü olmasa bile alfa olmasıdır.”
Adımlarım bıçak gibi kesildi, aniden Araf’a döndüm ve aramızdaki farkın nasıl sıfıra indiğini onun nefesi yüzümü sıyırdığında anladım. Kafamı kaldırıp gözlerinin içine baktığımda şaşkınlığımı gizlemek güçtü çünkü yeşil gözleri Sirius yıldızı gibi parlıyordu. Onun soyunun erkekleri ruhlarını kuzey ışıklarından aldığı için mi gözleri böylesine parlak görünüyordu?
“Ama ben,” diye fısıldadım yüzlerimiz arasında yalnızca bir kafa boyutunda mesafe varken, “o yalnız kurtların yere düşen gölgesi oldum ve onların hafızalarının sesini değil, ruhlarının sesini dinledim. Sonra da onları anladım. Zaman insana farklı yetenekler bahşeder. Ben insanların zihnini duyma yeteneğiyle doğdum ama insanların sırlarına uzanmadım, o sırları hiç elime almadım. Bıraktım ve insanlar bana kendilerini açtı. Ben sadece analizlerde bulundum. Birinin tüm hissettiklerine kulak kesilmek, o insanı hiç çekici kılmıyor.”
“Bu yüzden mi hayatının büyük bir bölümünü yalnız geçirdin?” diye sordu gözlerini dudaklarıma, çeneme ve sonra gözlerime çevirerek.
“Yalnız değildim.”
“Erkeklerle olan ilişkilerin kısa, mesafeli ve sığ oldu,” dedi sanki anılarımın içinde dolanıyormuş gibi rahat bir sesle. Gözleri ise sesinin aksine bir cesedinki gibi cansız bakıyordu, Sirius kadar parlak olan gözlerinde bu denli yaşamdan uzak, ölüme yakın bir ifade görmek tüyler ürperticiydi.
“Bunu nereden bilebilirsin ki?”
“Seninle ilgili her şeyi bilebilirim. Sana vatandaşlık numaranı bile bildiğimi söylemiştim, hatırlıyor musun?”
“Evet,” dedim.
“Yalan değildi.”
“Beni bu kadar araştırmanın nedeni bana karşı duyduğun şüphe miydi?” diye sordum, gücenmiş değildim, şayet bunu yapmasını doğal buluyordum çünkü ortada çok sayıda cinayet vardı ve ben birdenbire ortaya çıkan o tuhaf doğaüstüydüm.
Yaptığı şeyin ağırlığı altında eziliyormuş gibi gözlerini gözlerimden çekip koruluğa çevirdi. “Evet,” dedi, itirafı kalbimi kırmadı ama yine de uğursuz bir hissin gölgesinin ağırlığını omuzlarımda hissettim. “Başta öyleydi.”
“Başta?”
Bunu bana söylemek istemiyor gibi sustu, daha sonra bu sessizlik direnişinin onu bir yere götürmeyeceğini anlamış gibi gözlerini yeniden gözlerime sabitleyip, “Seni merak ettim,” dedi. “Seninle ilgili her şeyi merak ettiğimi fark ettim. Kim olduğunu, ne olduğunu, nelerle uğraştığını, neler yaptığını. Tüm hayatını ve seni. Özünü görmek istedim.”
Ardı arkası kesilmeyen bombardımanının sonunda beni hedef alarak patlattığı silahtan çıkan kurşunların kovanları yere dökülmüş gibi hissettim. Her bir kurşun ruhuma girmiş gibiydi, ruhum kendi kanıyla lekelenmeye başlamıştı ama kimse görememişti.
Zaten ruhun ne kadar yaralanırsa yaralansın, ne kadar kendi kanında boğulursan boğul, insanlar sende sadece görmek istediklerini görürdü.
Merak ettim. Araf bende ne görüyordu? Görmek istediklerini mi yoksa benim bile kendime itiraf edemediklerimi mi? Bunu ona sormaya cesaret edemedim. Duyacaklarımdan mı korktum yoksa duymak istediğim hiçbir şeyi duyamayacak olmamdan mı bilmiyordum.
“Hayatıma girip çıkan insanları da merak ettin,” dedim tek kaşımı kaldırarak.
“Evet. Nasıl adamlardan hoşlandığını merak ettim,” dedi, sesi öyle soğuktu ki bir an bu düşünceden mi yoksa benden mi nefret ediyor çözemedim. Öfkesi ve soğukluğu bana gibiydi, oysa gözleri bana öyle sıcak bakıyordu ki bu öfke ve soğukluk değil bana dokunmayı, meskenime bile uğramazmış gibi görünüyordu.
“Nasıl adamlardan hoşlanıyormuşum?”
Başını yavaşça eğince aramızdaki mesafe kapandı ve bu kalbimin kapana kısılmış gibi sıkışmasına neden oldu. Göğsümün içinde böylesine büyük bir vurgunun başlamasına akıl sır erdiremiyordum.
“Benim gibi olmayan,” dedi, bu kez sesine bulaşan ne öfkeydi ne de başka bir şey. Bu kez sesinde sadece umutsuzluk vardı. Ulaşamayacağı bir yerde olduğumu mu düşünüyordu? Yoksa tüm bunlar oynadığı küçük kelime oyunlarından biri miydi? “Söylesene, Hera,” dediğinde düşüncelerim karanlıkla mühürlenmiş koyu dumanlar gibi dağıldı. “Neden her seferinde aradığını bulamamış olmana rağmen, aynı tür adamlarla şansını denemeye devam ettin?”
“Bu da ne demek?”
“Aradığın adam, o adamlar gibi olmayan bir adammış. Bu, her seferinde o adamları terk etmenden belli değil mi?”
“Terk etme nedenim oldukları insandan hoşlanmamam değildi. Terk etme nedenim gizemli olmamalarıydı, onlarla ilgili çözmem gereken bir şeyler varmış gibi hissetmememdendi. İnsanların hafızalarının kapısı ardına dek açıkken onlar bir sır olarak kalmazlar, Araf. Benim için insanlar her zaman normaldi. Gizemli hiçbir şey yoktu. Onlara bakardım ve hissettiklerini de bilirdim, istediklerini de bilirdim, anılarını da duyardım.”
Omuz silktim.
“Bir adam gözlerime bakıp beni sevdiğini söylediğinde, kafasının içinde memelerimle ilgili dolaşan her cümleyi duyardım, benimle ilgili kurduğu hayalleri görürdüm. O yüzden sevgi sözcüklerine hiçbir zaman inanmadım, o yüzden hep aynı adamlarla oldum ve birbirlerine benzeseler de kafalarının içinde başka bir şey bulabileceğimi umdum. Ama bulamadım. Çünkü birbirlerine çok benzeyenlerin de hiç benzemeyenlerin de ortak bir şeyi vardı. Benim için hiç gizemli olmamaları.”
Bakışlarında anlayışı gördüm. O anlayış, ılık bir rüzgâr gibi bana doğru esti, beni sardı, ısıttı ama aynı zamanda ürpertti. “Hakkımda başka neleri biliyorsun bilmiyorum, açıkçası umurumda da değil.” Omuz silkip gözlerimi koruluğa çevirdim. “Fark etmez.”
“Parmesan peynirli makarnaya bayıldığını, şampanya sevdiğini ama görüntüne daha çok uyduğunu düşündüğün için ne zaman yemeğe çıksan şampanya yerine kırmızı şarap sipariş ettiğini biliyorum. Bu da umurunda değildir ama söylemek istedim,” dedi Araf sakince. “Tekilayı da limonsuz yalnızca tuzla içiyorsun çünkü vücudun çok tuz üretemiyor, çocukluğundan beri her şeyi ekstra tuzlu tüketiyorsun. Tuza ihtiyacın var.”
İçimde her zaman karanlık bir düğüm vardı; bu düğüm, özellikle annem öldüğünde bir yumruk kadar büyümüş ve artık çözülmesi imkânsız bir hâle gelmişti. O düğümün çözüleceğine dair her zaman umutlarım vardı; ta ki Hemera’yı o odanın içinde yalnızlığa terk edene dek. O gün umut kayboldu, karanlık geldi, zihnimi kasırgalar sardı ve ben artık bir yumruk değil, kendi bedenim kadar büyük bir düğümle yaşamaya başladım.
Şimdi birinin o düğümü çözmek için ruhumun önüne oturup, korkusuzca o koca düğüme bakmaya başlaması benim için ön görülemez bir şeydi.
“Sen benimle ilgili birçok şeyi biliyorsun ama ben seninle ilgili hiçbir şeyi bilmiyorum.”
Çatık kaşlarla, “Merak ettiğini düşünmemiştim,” dedi.
“Biriyle ilgili hiçbir fikrimin olmamasına alışkın değilim, Araf,” dediğimde isminin dudaklarımdan dökülüşünü duymak hoşuna gitmiş gibi gülümsedi. “Sen koca bir soru işaretisin. Hem etrafımda olup hem de bu denli büyük bir soru işaretine neden olan biri daha önce hiç olmadı.” Sesimdeki rahatsızlığı duydu ama bunu garipsemedi, bana hak veriyor gibi başını salladı. “Diğerleriyle seninle olduğum gibi sürekli yan yana olsam bence onları da merak ederdim.” Omuz silktim. “Ama şu an kafamı kurcalayan tek insan sensin.”
Araf başını yeniden omzuna yatırıp, “Merak ettiklerini sorarsan cevaplayabilirim,” diye mırıldandı.
Yükümü tek bacağıma verdiğimde saçlarımın arasından geçerek ilerleyen rüzgâr saçlarımın dağılmasına neden oldu. Araf elini yüzüme uzatıp, dağılan saçlarımı usulca geriye doğru ittiğinde, metrelerce ileride kalan Reagan’ın olduğu yerde yanan tek sokak lambası da söndü.
“İlk sorum seninle değil, bizimle ilgili olacak,” dedim parmakları hâlâ yüzümün sınırlarındayken. İkimizden biz olarak bahsetmek bir anlığına beni de duraksattı, gördüm ki Araf da benim gibi buna şaşırmıştı ama bana belli etmemeye özen gösterdi. Elini geri çekip pantolonunun cebine soktuğunda gözlerimi keskin çene hatlarında dolaştırıp derin bir nefes aldım.
“Neden seninle yan yanayken karanlığı doğuruyoruz?” diye sordum hiç düşünmeden, bu soru gecenin içinde ilerleyen rüzgâra tutunup bizden uzaklaşmaya başladığında ortada asılı duran sessizliğin arkasından karmaşanın geleceğini biliyordum. “Sen hemen yanımdasın,” dedim. “Birbirimize dokunmuyor, yanlışlıkla temas ediyoruz ve ışıklar sönüyor.”
Bakışları yüzümün tam ortasında daha da derinleşti ama konuşmuyordu.
“Bu da geçenlerde anlattığın gibi ailenizin erkekleriyle ilgili bir durum mu?” diye sordum. Cevap vermemesi kaşlarımın ortasındaki merak çukurunu besliyordu. “Ailenizin erkeklerinin ruhunun kuzey ışıklarından yaratıldığını söylemiştin. Yine böyle başka bir özelliğiniz var da bu yüzden mi seninle her yeri karanlığa gömüp duruyoruz?”
“Hayır,” dedi sonunda konuştuğunda. “Bu daha önce başıma gelen bir şey değildi.”
Bu kez bakışlarını derinleştirme sırası benim gözlerimdeydi.
“Hera,” dediğinde sesinin aksanlı geldiğini fark ettim.
Güzel bir sesi vardı, biraz buğulu, hatta karamsar ve depresif bir sesti. Onun gibi hep sırıtan, muzip espriler yapan birinin bu denli buğulu, depresif bir sesinin olması garip geliyordu. Belki de sesinin bu denli depresif olduğunu başlarda fark edemememin sebebi her zaman alaycı davranıyor olmasındandı. Ama şimdi ne Sirius kadar parlak gözlerinde ne de kelimelerinde alay yoktu; şimdi o kadar ciddi görünüyordu ki, şu âna dek bu ciddiyeti nasıl örtbas ettiğini düşünmeden edemiyordum.
Ona soru işaretleriyle baktığımda ismimi söyledikten hemen sonra uzun süre sustuğunu yeni fark etmiş gibi derin bir nefes aldı.
“Sen buna çekim mi dersin, aramızdaki kimyanın çarpışmasıyla oluşan bir şey mi dersin, mistik bir olay mı dersin bilmiyorum,” diye başladı anlatacaklarına.
“Belki hiçbir şey demezsin. Belki ben sana göre biri değilimdir, istediğin adam değilimdir. Şu âna dek seçtiğin adamlara bakılacak olursa zaten istediğin adam değilim. O adam değilim. Belki de hiçbir zaman senin gözünde o adam olamayacağım. Sana çekilen yalnızca benimdir belki, sen bana karşı hiçbir şey hissetmiyorsundur ve tüm ışıkları söndürmemizin başka mantıklı bir açıklaması vardır. Hiç fark etmez. Ne olursa olsun.”
Sertçe yutkundum, sessizliği bir saniye bile sürmedi ve anlatmaya devam etti.
“Ben sana yaklaştığımda, kokunu ciğerlerimde hava gibi taşımaya başladığımda, gözlerine kirpiklerinden daha yakın bir mesafeye konumlandığımda, gözlerimiz bir anlığına birbirine saplı kaldığında, içimde incelip kopan o ipin izahını yapamam. Ben seninle aynı ortama girdiğimde içimde büyüyen karanlığın birden nasıl yerini aydınlığa bıraktığını sana tam olarak tarif edemem ama cennet bile içimden daha çok ışık saçıyor olamaz o an. İnan, içim cennetten daha aydınlık oluyor seni gördüğüm zaman. Belki bundandır, belki değildir, belki aramızda bir şey vardır, belki de bu şeyi yalnız başıma yaşıyorumdur ve senin içinde hiç yokumdur, hiç olmayacağımdır. Her kararın benim için emirdir, sorgulamam, değiştirmeye çalışmam. Ama içimde bu denli büyük bir ışık yaratan kadına dokunduğumda tüm şehri karanlığa boyamak garip gelmiyor bana. Çünkü o an, Hera, senin olduğun her an, şehrin tüm ışıkları benim içime doluyor.”
Söylediklerinin hangisi benim için daha büyük önem taşıyordu? Beni içinde büyüyen bir ışık olarak görmesi mi yoksa bana duyduğu saygı mı? Yoksa bu denli dürüst ve açık olması mı?
Erkekler tanımıştım, çoğundan hoşlanmıştım ve çoğu da benden hoşlanmıştı ama başlarda hoşlandıklarını hep saklamışlardı. Erkekler, süpernova patlaması yaşamadıkları sürece hislerini içinde yaşamayı tercih ediyorlardı ve bunu pek anlamlandıramıyordum. Ama karşımdaki adam, kalabalığın içinden sıyrılıp yanıma gelmişti ve onunla ilgili hiçbir şeyi göremiyor olmama rağmen dürüst davranıp önüme tüm düşüncelerini sermişti.
“Kurduğum hiçbir cümlenin cevabını almak isteyecek kadar bencil değilim sana karşı,” dediğinde beni sürüklediği düşüncelerden apar topar çekerek çıkaran yine o oldu. “Sadece sordun, sorduğun sorunun cevabını bilmiyor olmama rağmen senin benim içimdeki cevabını sana verdim.”
Derin bir nefes aldım ama kalbim o nefesle dolmadı, kalbim Araf’ın söyledikleriyle doluydu ve bu benim için kolay değildi. Bir insanın söyledikleri kalbime dolmayalı epey zaman oluyordu.
“Seni tanımak istiyorum,” dediğimde bu cevap onun için beklenmedik bir cevap olduğundan duraksadığını gördüm. “Kim olduğunu bilmek istiyorum. Madem hafızanın sesini duyamıyorum, Murat. Senin sesini duymak istiyorum.”
Kemikli, zayıf yüzü dişlerini sıkmasıyla daha da daraldı ve derisini geren kemikler güzel yüzünü süsledi. Burnundan içeri sert bir nefes çekerken, “Asıl beni görmek istiyor musun?” diye sordu, sesindeki kararsızlık içime yerleştirdiği merakın ucundaki fitili ateşledi.
“Evet,” dedim kararlı bir sesle.
“O zaman artık asıl beni göreceksin, Taş Bebek,” dedi, gözlerinde bir yemin vardı, tutulacağına dair içilmiş bir yemindi ve o yemini o içmiş olmasına rağmen sarhoşluğunun benim damarlarımda ilerlemeye başladığını hissettim. “Ama sen de bana asıl seni göstereceksin.”
Ona doğru bir adım attım ve artık bedenlerimiz arasında bir santim bile yoktu. Gözlerimi kaldırıp Araf’ın gözlerinin içine baktığımda o gözlerin içinde patlayıp ölen yıldızları, yeniden doğup parlamaya başlayan gezegenleri gördüm. Parmak uçlarımda yükseldiğimde zaman ikimizin de damarlarında ilerleyen kandı, mesafe kapandıkça şehrin bambaşka noktalarında da karanlığın doğmaya başladığını biliyordum.
Yanağım Araf’ın yanağına sürtündü, dudaklarım kulak boşluğuna gelmeden hemen önce sertçe yutkundum ve dudaklarım kulak boşluğuna sürtünürken fısıldadım.
“Katilin aradığı Karga Sarmaşığı benim.”
🎧: Annisokay, Under Your Tattoos
🎧: Cellar Darling, DANCE