🎧: Type O Negative, Christian Woman
Dışında çok yaldız olan hayatların içinde hiçbir ışığın aydınlatmaya yetmeyeceği büyüklükte bir karanlık olur.
Hemera ve benim hayatım, her zaman yaldızlı olmuştu. Lisedeki popüler ikizlerdik, Hemera erkekler arasında sevilirdi, ben hocalar ve kızlar arasında sevilirdim. Bazen erkekler arasında da sevildiğim olurdu. Hemera eve zil zurna sarhoş dönen ikizdi, bense başucu romanını okurken uyuyakalan ikizdim. Her anlamda ikimiz de ışıltılıydık, insanlar tarafından merak edilen, aranan tiplerdik.
Yaldızlı hayatımıza dışarıdan bakan herkesin gözü kamaşırdı, eminim o hayata sahip olmak isterlerdi ama bunu isterken hepsi karanlıktan bihaberdi.
Mesela Hemera’nın lisenin bir döneminde anoreksiya ile uğraştığını bilmiyorlardı. Saatlerce kustuktan sonra ağlayarak uyuyakaldığını ve babamın onu götürdüğü rehabilitasyon merkezinde kilosu biraz fazla çıksın diye tartılmadan önce beş litre su içtiğini bilmiyorlardı. Hayali bir arkadaşım olduğunu, çocukluğumdan genç kızlığıma kadar o hayali varlıkla savaştığımı da bilmiyorlardı.
Abim Hermes’in liseden üniversiteye dek uyuşturucu ile savaştığını, hatta kanında uyuşturucu çıkmasından korktuğu için yalvararak benim idrarımı alıp kendi idrarı gibi deneye götürdüğünü bilmiyorlardı. Bunu yaparken ona iyilik ettiğimi düşünmüştüm, ta ki onu ağzından köpükler çıkıyor ve gözlerinin beyazı görünüyorken arabasında bulduğum geceye kadar. Neredeyse ölüyordu.
Annemin ölümünden sonra, yaldızlarımız bir anda soyuldu ve karanlık dışarı sızdı.
Hemera, karanlık gökyüzünde hızla kayan bir yıldız gibiydi ve onun kayıp gidişini izlerken kendimi o karanlık gökyüzü gibi hissediyordum.
Babamın annemin acısını durdurmak için bir avuç ilaç içtiği, sarhoş gibi dolaştığı, işinden başka hiçbir şeyi görmediği o dönem, Hemera’nın da ellerimizden kayıp gidiyor oluşunu tek başıma sırtlanmak zorundaydım.
Araf’ın bakışlarının yüzümde esir kaldığı saniyeler, gelecek olan cevaptan çok, gözlerinde göreceklerimden korkmuştum fakat gözlerinde beklediklerimden daha farklı bir şey vardı. Şaşkınlığı ya da sorguyu göremedim gözlerinde.
Araf, gözlerini gözlerimden çekmeden, “Bunu anlamamak için salak olmak gerekir,” deyince, bir an şaşkınlığın yüzümün sınırlarını ateşe verdiğini hissettim. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. “Aranan o şeyin, yani Karga Sarmaşığı’nın seninle bir bağlantısı olduğunu anlamıştım.”
“Nasıl anladın?”
“O şey sen ve senin etrafındakiler arasında dönüyor. Muhtemelen Hemera’yı da sana benzettiği, sana benzer bir enerji aldığı için hedefi hâline getirdi.”
“Bu, Hemera bir Karga Sarmaşığı değil mi demek oluyor?”
“Hemera’nın bir Kuzgun Dikeni olduğu her hâlinden belli,” demesiyle kaşlarımı havaya kaldırdım. “Yani birbirinizin aynısısınız ama bir o kadar da farklısınız. Kuzgun Dikeni kadınlar en son yüzyıllar önce görülmüştü, bu yüzden Hemera’nın da türünü algılayamamış olmaları çok normal. Kuzgun Dikenlerinin birbirinden farklı özellikleri vardır ama genel olarak oyun oynamayı severler. Hemera oyuncu Kuzgunlardan, bence biraz da intikamcı bir yanı var. Kuzgun ve karga birbirine çok benzeyen türler, o yüzden katil, Hemera’nın enerjisini seninkisiyle karıştırıp ona saldırmış olmalı.”
“Peki ya saldırdığı diğer insanların benimle ne gibi bir bağlantısı var?”
“Araştırmalarıma göre, hepsi askeri geçmişi olan insanlardı. Kadın erkek fark etmiyor. Mesela ilk cinayetin maktulü Ece, askerlik için başvuru da yapmış zamanında. Asker olan ya da asker olmayı dileyip gizliden de olsa bunun için başvuru yapan insanlar hedef olmuş. Yirmi dört yaş da Varta’da askerliğin rütbe atladığı yaş olarak kabul edilir. Tüm kurbanlar yirmi dört yaşındaydı, hayatımın aşkı.”
“Yani katil benim askerlerle bir bağlantım olduğunu biliyordu.”
“Doğal olarak. Senin hafızan üzerinden bizle kurduğu bağlantıya bakacak olursak, enerjini güzel gizliyorsun ve hafızanı kullanarak bize mesaj yollamasına rağmen seni fark etmemiş. Bu da demek oluyor ki, doğuştan gelen bir kamufle tekniğin var. Bunu askerlerle içli dışlı olmana yorabiliriz. Tabii seni bir grup çok yakışıklı tim üyesi arasında görmek kalbimi çok kırardı.” Yapay bir şekilde dudaklarını büktüğünde şaşkınlığımı hala atlatabilmiş sayılmazdım çünkü Araf’ın zekasının bu kadar kıvrak ve bu kadar karanlık olması benim için beklenmedikti.
Bu denli zevzek konuşan bir adamdan beklemeyeceğim kadar çok ince noktayı fark etmiş, noktaları birbirine yaklaştırarak bir resim oluşturmuştu. Şaşkınlığımın tadına vardı, dudaklarındaki gülümseme bir sırıtışa dönüşene kadar ikimiz de sessizlikle birbirimizi izledik.
“Diğerlerine söylemeliyiz, değil mi?” diye sorduğumda, gözlerini yüzümde dolaştırıp, “Söylemeyi istiyor musun?” diyerek soruma soruyla karşılık verdi.
“Sanırım doğru olan bu olurdu. Öte yandan, beni tehdit olarak görmelerini, katille bağdaştırmalarını da istemiyorum. Çünkü aralarından bazılarının hala benim katil olduğum konusunda şüphelere sahip olduklarını hissediyorum.”
“Bu şüphelere yok diyemem tabii. En başında da katil olduğunu düşünüyorduk biliyorsun,” dedi dürüstçe. “Özellikle Aytuğ denen at çocuğun kalbini tek hamlede çıkardığında, şüphelerin yeni hedefi hâline gelmiş olmalısın.” Elini kafasına götürüp saçlarının arasını aheste aheste kaşıdıktan sonra, “Söylemezsem içimde kalır, gerçekten o kadar seksiydin ki, elinde bir kalp tutuyordun, kan banyosu yapmıştın ve lateks geçirilmiş gibi duran kara gözlerini bana dikmiştin. Bir an şehvetten kalbim duracak sandım. Sanırım vahşetten hoşlanan bir tarafım var.” Gülümsemesi tüm yüzünü kapladı. “Ya da düpedüz senden hoşlanıyorumdur.”
“Zevzeklik etme,” dediğim sırada ilk kez ona içtenlikle gülümsediğimi fark ettim, gülümsediğimi fark etmemi sağlayan dudaklarıma kilitlenen bakışlarıydı. Uzun zamandır bu anı bekliyormuş gibi uzun uzun dudaklarıma baktıktan sonra bakışlarını çaprazımızda kalan ormana çevirdi.
“Bu konuyu Noyan’a açmakta fayda görüyorum,” dedi. “Karga Sarmaşığı konusunda daha fazla bilgiye sahiptir. Aynı şekilde Ramon da öyle. Ramon eski bir kütüphanenin tozlu raflarına saklanmış yaşlı bir ansiklopediye benzer. Bir moruk olmasına rağmen nasıl bu kadar güzel görünüyor hiç anlamıyorum. Asabımı bozuyor.”
“Karga Sarmaşığı bilinen bir ırk değil öyleyse, değil mi?”
“Muhtemelen uykuya dalmış bir ırk olmalı,” dedi Araf, tek kaşımı kaldırdığım an gözleri yeniden beni buldu. “Yüzyıllardır uykuda olan binlerce güçlü, güçsüz, pasif ve aktif ırk var, Hera. Ana karada olup liderliği götürenler genelde Gümüş Pençeler ve Marlar olsa da onlar kadar güçlüler de var. Karga Sarmaşığı’nı araştırmamız gerekecek.”
Gözlerinin içine daha büyük bir merakla bakıp, “Seninle ilgili şeyleri öğrenecek miyim peki?” diye sordum, soruma şaşırsa da gözlerine yerleşen memnuniyeti gizlemedi. Onu merak ediyor oluşum hoşuna gitmiş olmalıydı. Onu merak ediyordum, özellikle de şehre karanlığı taşıyan ikimizken, onu merak etmememin imkanı yoktu. O da bu merakın esas sebebinin farkında olmalıydı.
“Peki,” diyerek elini bana uzatınca afallayarak eline baktım. “Yarın gece için sözleşelim mi öyleyse?”
“Bana çıkma teklifi mi ediyorsun?”
“Evlenme teklifini tercih ederdim ama sanırım bunun için oldukça erken.”
Alayla, “Evlenmeyi düşünmüyorum,” dedi.
“Evet, çünkü henüz beni tanımıyorsun. Beni tanıdıktan sonra ise evlenmeyi isteyeceksin,” deyince gözlerimi devirdim. Bazen koca dili pabuç kadar büyüyüp ağzından dışarı sarkıyordu.
“Gidip tekrar Aytuğ’a baksak iyi olacak,” dedim topuklarımın üzerinde dönerek. “Umarım hayati tehlikeyi atlatır ve iyileşmesi tamamlanır.”
“Bir Tulpar için iyileşmek oldukça kolay olsa da hayatını var eden tüm damarların çıkış noktası olan bir organı aldılar. İyileşmesi mümkünse bile kolay olmayacaktır.”
“O zevzek ağzın hiç hayra açılmaz mı senin?”
“Evleneceğimizi söyledim ya, bu ettiğim en büyük duaydı.”
“Bu cümlelerle kaç kızı anında kendine aşık ettin hiç bilmiyorum ama bana sökmediğinin bence farkındasın,” diyerek yürümeye başladım, arkamdan gelirken neşeyle ıslık çaldı.
“Çok kızı aşık ettim ama hiçbiri senin gibi tüm duyularımı uyandırmıyordu, hayatımın aşkı,” diye takıldı bana, gözlerimi devirdim ama ona bir cevap vermedim. Muhtemelen bir cevap vermeyeceğimi zaten biliyordu.
Araf’a cevap vermeden Reagan’a doğru yürüdüm. Reagan, arabasının önünde dikilmeye devam ediyordu. Şık, gri bir takım giymişti ve kaşe kabanı da takımıyla uyumluydu. Sivri topuklularının üzerinde bana doğru dönerken kül sarısı saçlarını yavaşça savurdu ve “Gittiğinizi sanıyordum,” dedi.
“Bilirsin, Reagan, sadece flörtleşiyorduk,” dedi Araf tüm sinirlerimi tepeme toplayarak
“Kalbini kırmak istemem şirin Kar Leoparı, fakat bence kız seninle pek ilgilenmiyor,” dedi Reagan dudaklarında hoş bir gülümsemeyle. Bakışlarını bana çevirdiğinde gerçekten çekici bir kadın olduğunu düşündüm. Kalkık kaşları, ince ve güzel bir burnu, şekliyle birçok insanın başını döndürebilecek dudakları vardı.
“Güzel kadınlar hep mi kalpsiz olmak zorunda?” Araf avucunu kalbine bastırıp sahte bir hüzünle Reagan’a baktı. “Bunu bu kadar acımasız şekilde söylemene gerek yoktu.”
“Gerçekler yeterince acıtmadığı sürece olman gereken kişiye dönüşmezsin,” dedi Reagan bilge bir tavırla.
Ramon binadan çıktığında, Reagan’ın gözleri binanın merdivenlerine çevrildi. Ramon sakince basamakları indi, bizi saygıyla selamladı ve gözlerini Reagan’a çevirdi.
“Sevgili Reagan, bu ne hoş bir sürpriz.”
“Burada olduğumu zaten biliyordun, Ramon,” dedi Reagan kemikten bir sesle.
“Hislerim kuvvetlidir, bu doğru.” Ramon’un mavi gözlerinde karanlık bir ima vardı.
“Hayır, doğrudan burada olduğumun bilgisini içeridekilerden aldın,” dedi Reagan yanakların içini şişirerek. Araları bozuk muydu, birbirlerinden hoşlanmıyorlar mıydı yoksa Kanbazlar arasında iletişim tam olarak böyle miydi anlayamamıştım. “Serseri erkek kardeşin ve sevimsiz kuzenlerin neredeler?”
“Söylemem gerekir ki, Reagan, zaman seni gitgide daha huysuz yaşlı bir kadına dönüştürmüş,” dedi Ramon dudaklarında sahte bir tebessümle. “Hala yıllar önce olduğun kadar güzelsin fakat kalp yaşlanıyor olsa gerek, sonsuz ömrün senin yaşlı bir kadın gibi davranmana engel olamamış.”
“Neden tartışıyorlar?” diye sordum Araf’ın kulağına yaklaşarak. “Kanbazlar arasında bir tür hiyerarşi falan mı var?”
“Yok,” dedi Araf tıpkı benim gibi kulağıma yaklaşarak. “Biz henüz bu dünyada değilken bu ikisi arasında yine bu oldukça yaşlı cinsel tansiyon vardı.”
Kaşlarımı kaldırarak birbirlerine sevimsiz sırıtışlarla bakan Reagan ile Ramon’a baktım. “Hiç fark etmemiştim.”
“Güzel örtbas ederler, ta ki yalnız kalana kadar. Çoğu insanın önünde ilk kez tanışıyor gibi yaparlar. Bir rivayete göre, rivayet diyorum çünkü ikisi de bunu şiddetle reddediyor, asırlar önce nişanlılarmış.”
Ramon ile Reagan aynı anda bize doğru döndüler ve bir Kanbaz’ın kulaklarının ne kadar iyi duyabileceğini kanıtlar şekilde kaşlarını çatarak, “Bu ahmak bir uydurmaca!” dediler aynı anda.
“Demek ki doğru,” diye mırıldandığımda ikisinin de bakışları daha da öfke doldu ve tek yaptığım omuz silkmek oldu. “Ne? Bu bizi ilgilendirmez.”
Reagan burnundan solarak, “Her neyse,” diye söylendi. “Şu Tulpar’ın son durumu nedir?” Soruyu Ramon’a sorsa da bakışları Ramon’da değil, bendeydi. Yine de sorunun muhatabı olduğunun farkında olan Ramon, “Birkaç damar kendini tamir etti ve kalbinin yalnızca çok küçük bir kısmı oluşsa da bu küçük oluşum kanın pompalanması için yeterli görünüyor. En azından şimdilik.”
“Bu iyileşeceği anlamına gelir,” desem de Ramon başını iki yana salladı.
“Belli bir süre bu şekilde devam edebilir ama iyileşme belli bir hız kazanmazsa, bir süre sonra bedeni her ne kadar bir insanüstü olsa da kırmızı alarm vermeye başlayacak, savaşmayı bırakacaktır, Sevgili Hera.”
“Peki Nixie?” diye sorarak konunun ölümle alakalı olan akışını değiştiren Araf’a yan gözle baktım. “Kalp nakli ne zaman yapılacak?”
“Bir doğaüstü doktoru, Farah’a yardım etmek için yola koyuldu, kısa sürede şehirde olacak,” dedi Ramon, ardından bakışlarını bana çevirdi. Bir an gözlerim eldivenli eline kaydı, ardından hızla ona baktım ama bakışlarımı yakalamış olacak ki gülümsedi.
“Endişen olmasın, Sevgili Hera. Yeniden eldiveni çıkaracak değilim.”
“Eldivenini mi çıkardın?” Reagan dehşet içinde Ramon’a doğru döndü. “Ne?”
“Evet. Değerli Hera’nın kafasında bazı soru işaretleri vardı, bir cevap arıyordu ve ona bir öneride bulundum,” dedi Ramon.
Reagan, “Sen çıldırdın mı?” diye bağırınca, bu kadar sakin bir kadını bile delirtecek kadar önemli olan konuya vakıf olmanın rahatsızlığıyla gözlerimi etrafta gezdirdim. “O eldiveni çıkardığın duyulursa yargılanabilirsin.” Gözlerini hızla bana çevirince ben de ona baktım. “Sakın bunu yapma, bu sana aklını kaçırtır.”
“Aslına bakılacak olursa, bunu zaten yaptım.”
Reagan, olduğu yerde kireçten bir heykele dönüştüğünde, Ramon keyifli bir şekilde sırıtarak ona bakıyordu. Araf elini omzuma koyunca, dokunuşuyla birlikte irkildim ve bir yerlerde yeniden sönen ışıkların sebebi olduğumuzu anladım.
“Reagan, tanıştırayım, o gözlerden kafayı yemeden kurtulan tek kişi,” dedi Araf. Bu böbürleneceğim bir şey değildi, aksine soluk boşluğuma kılıç girmiş gibi rahatsız bir hisle Reagan’ın şaşkınlıktan kireç kesilmiş yüzüne baktım.
“Şaka yapıyor olmalısın,” derken kekelemişti. “Bu bir intihar deneyi falan mıydı, Ramon?” Tekrar Ramon’a öfkeyle baktı, arkasından beni hedef alan bakışlarında sorgu vardı. “Bu sinsi Kanbaz sana olabileceklerden bahsetmedi mi? Hem nasıl olur da hiç zarar görmezsin? Bu imkansız.”
“İmkanı varmış sanıyorum, Reagan. Ayrıca sinsi etiketinden pek hoşlanmadım doğrusu.”
Reagan, Ramon’a bakmadı bile. “Görülmüş, duyulmuş şey değil doğrusu,” dedi şaşkınlığını gizleme gereği duymadan. “Ne zaman oldu bu olay?”
“Yaklaşık iki saat önceydi sanırım,” dediğimde Reagan’ın gözleri irileşti.
“İnanılır şey değil doğrusu,” dedi hayretler içinde. “İlk kez biri bu yaşlı zampara Kanbaz’ın gözlerinden hiçbir etki almadan karşımda duruyor.”
“Sen böyle olası tehlikeli öne sürdükçe benim bu zampara Kanbaz’ın kafasını koparasım geliyor, Reagan. Rica ediyorum böyle şaşırıp durma, gerçekten şiddet göstereceğim,” dedi Araf homurdanarak. “Hala öfkeliyim bu yaşlı horoza.”
“Benim yaşıma geldiğinde Araf, emin ol bu kadar güzel görünmeyeceksin. Tabii yaşıyor olursan,” diye söylendi Ramon.
“Türünü öğrenemediniz mi henüz?” Bu soru Reagan’dan ortaya atılmış bir soruydu.
Türümü artık biliyorduk, bilmek yeni kabuslara gebe kalacak gibiydi ama henüz birine söylemeli miydik işte bundan emin değildim. Gerçi gözlerinde potansiyel katile dönüştüğüme emindim, katil oklarını üzerimden çekebilmek adına türümü onlarla paylaşmak doğru olabilirdi ama katilin beni aradığını düşünecek olursak, işleri daha da sarpa sardırabilirdim.
Sessizliğim bir cevapmış gibi gelmiş olacak ki Reagan, “Bir süpernova patlaması işe yaramadı yani?” dedi sorar gibi. “Zampara Kanbaz’ın gözlerini bunun için kullandığını düşünmüştüm.”
“Süpernova patlaması yaşadığını düşünüyorum aslında,” dedi Ramon ama daha sonra başka bir yorumda bulunmadı, sessizliği giyindi ve ortadaki belirsizlik, binanın içinden Hemera çıkana dek devam etti.
Hemera, “Hera,” diyerek basamakları üçerli adımlarla inerken ona doğru döndüm. “Gidelim mi?”
“Aytuğ nasıl?”
“En azından kan pompalayan bir noktacığı var,” dedi Hemera yanaklarının içini havayla doldurarak. “Evet, noktacık çünkü kalbin yumruk kadar bir organ olduğunu varsayarsak, şu an Aytuğ’un göğüs kafesinde bir noktacıktan fazlası yokmuş. Umarım o noktacık çabuk büyür ve hayati tehlikeyi atlatır. Özünde at gibi çocuk, yaşayacak uzun ve yakışıklı günleri olmalı.”
“Bu kız beni çok korkutuyor,” diye söylendi Araf sessizce.
“Korkmana gerek yok, enişteci değilim,” dedi Hemera dudaklarında yapay bir gülümsemeyle Araf’a dik dik bakarak. “Hera, artık gidebilir miyiz? Çok fazla kana maruz kaldım, açım, yorgunum ve ayaklarım bu bir numara küçük topukluların içinde davul gibi oldu. Senin küçük ayaklı olmandan nefret ediyorum.”
Birden koluma girip beni yürütmeye başlayınca afallamış gözlerle ikizime baktım. Sessizce, “İyi bir eşleşme olduğunuzu düşünmüştüm ama bu çocuk nasıl desem… Biraz salak mı?” diye sordu.
“İnsanlara karşı önyargılısın.”
“Ne? Ben mi? Çocuğa salağa bakıyormuş gibi bakan sendin, hatırlatırım. Ben hiç değilse dürüstüm, sen insanları bakışlarınla yargılıyorsun, sarı kuku.” Hemera etrafına bakınıp birden durunca ben de durdum. “Araban nerede?”
“Şu tarafta. Ramon ile birlikte geldik.” Durdum, bilincimi yitirdiğimi, bu yüzden arabamı Ramon’un kullandığını ve başıma gelen şeyleri ona anlatmadım ama yüzüme bakınca bir şeylerin farklı olduğunu gördüğüne emindim. Hemera iyi bir gözlemciydi.
“Ah, Ramon. Olgun Kanbaz’ım,” diye mırıldanarak omzunun üstünden onlara baktı. “Reagan ile aralarındaki cinselliğin kokusunu çok net soludum, bu beni biraz düşürdü. Neyse ki Reagan benim annemin kızı değil, o yüzden Ramon’u çalabilirim.”
“Kanbazların kulakları iyi duyuyor…”
“Aa..” Hemera anında önüne döndü. “Baştan söylesene!”
Ramon, “Genç Hanımlar!” diye seslendiğinde Reagan’ın ısrarcı bakışlarının sırtımızda dolaştığını hissedebiliyordum. “Lütfen dikkatli gidin. Biliyorsunuz ki Kızıl Yaka eskisi kadar güvenli değil.”
“Keşke eve, hatta odama kadar bana eşlik etseniz, Bay Ramon,” dedi Hemera dudaklarında tilki gülümsemesiyle, Ramon da ona gülümsedi. Reagan ne kardeşime ne de Ramon’a bakmıyor, telefonuyla ilgileniyordu ama telefonuna bakarken kalbi, ruhu, zihni neler fısıldıyordu bilmiyordum. Erebos Kapanı olmasaydı hafızası bana her şeyi sunardı ama o bir Kanbaz’dı ve hafızasının kapıları bana kapalıydı.
Hemera’yı oradan aceleyle uzaklaştırdım çünkü ben de tıpkı onun gibi yorgundum ve şu an onun flörtleriyle uğraşacak halde hissetmiyordum. Araçtayken hiç konuşmadık çünkü yol boyunca horlayarak uyudu, uyandığında çoktan sitenin otoparkındaydık. Ona bir Kuzgun olduğunu söyleyip söylememe konusunda kararsızdım, çünkü bir Kuzgun olmama ihtimali de vardı. Üstelik Hemera, bunu nereden öğrendiğimi didikler, her şeyi öğrenene kadar asla durmazdı.
Asansöre bindiğimizde asansörün aynasına yaklaşmış, dudaklarının dış çerçevesine yayılan rujunu parmağıyla düzeltmeye başlamıştı. Sonunda derin bir nefes verip aynanın yüzeyinde kayan gözlerini bana çevirdi.
“Senin dışında bir insan için endişelenmeyeli uzun zaman olmuştu,” dedi, bir an ona şaşkınlığımı gizleyemeden baktım.
Asansör, kata geldiğini belirten bir zil sesiyle açıldığında Hemera asansörden indi ama ben birkaç saniye olduğum yerde durup ona baktım. Sonunda yürüdüğümde tekrar konuşacağını öksürmesinden anlamıştım. Uzun cümleler kuracağında gerginliğini dindirmek adına öksürürdü.
“Aytuğ denen çocuğu tanımıyorum, fiziksel güzelliğiyle de ilgilenmedim açıkçası,” dedi düşünceli bir sesle. “Ama bir çocuk için gösterdiği kahramanlık yüzünden olsa gerek, kalbimde ona karşı şefkat oluştu herhalde. Umarım bir an önce iyileşir. Zeyna denen kılıçlı deli çok endişeli görünüyordu. Bir iyileşme seksi yapılacak, benden demesi.”
Dairenin kartını okuturken, “İnsani duygular senin için korkutucu şeylermiş gibi konuşuyorsun,” dedim. Önceden de böyleydi ama bu kadar sert bir kabuğu yoktu. Evet, insanlara pek acımaz ve onları kendi çıkarları için kullanırdı ama çoğu zaman kullandığı insanları savunduğunu, hatta koruduğunu da görürdüm.
“Annem gittikten sonra kalbimin bir parçası da gitti,” diyerek açılan kapıdan içeri sızdı.
Holün ışığını açtığında hol beyaz bir ışıkla aydınlandı ve bu ışıktan rahatsızlık duyarak gözlerimi kıstım. Söylediklerini çok düşünmek istemiyordum çünkü hafızamdan sıyrılarak kalbime daldığımda korkuyu hissettim. Bazen sadece hafızanın kör edici sesini değil, kalbin ağıt dolu sesini de duyduğumu düşünürdüm.
Kalbin sesi, zihnin sesinden daha acımasız olabiliyordu.
“İnsani olan her duyguyu annemle birlikte uğurlamışım gibi hissediyorum.” Ayağındaki topukluları çıkarıp bir kenara fırlattı ve salona doğru yürüdü. “Mesela asla bir adamı annemin zavallı babamı sevdiği gibi sevmeyeceğim, sevmek istesem de sevemeyeceğim.” Gözlerini bana çevirdi.” Bu hayatta sevdiğim üç şey var. Sen, Hermes ve zavallı babam. Dördüncü ve son kişi annemdi, o artık yok ve yeni bir dördüncü olmayacak.”
“Büyük konuşuyorsun,” desem de bir yanım kendim için de aynısının geçerli olduğunu haykırıyordu. İkiz olmak böyle bir şey miydi bilmiyordum, birbirimizin duygularına mı sahiptik yoksa sadece yanıltıcı bir benzerlikten ötesi değil miydi?
Hemera kendini büyük koltuğa atıp elini başının altına koyarak tavana baktı ve “Büyük şeyler yaşayanlar, büyük laflar ederler ama onlar için bu büyük lafların tamamı oldukça küçüktür, Hera. Çünkü yaşadıklarından daha büyük bir şeyin olmayacağını bilirler,” dedi sessizce. “Aman, uykum geldi. Şurada uyuyup rüyamda Noyan’ın kozalaktan kanatlarını yalayacağım, umarım uzun ve ıslak bir rüya olur.”
“İyi uykular,” diyerek koridora dönecektim ki, “Hera,” diyerek beni durdurdu.
“Seni dinliyorum.”
“Noyan, katilden daha büyük bir sorunumuz olabileceğini söyledi. Bu konuyla ilgili bir fikrin var mı?”
“Sadece yakında büyük bir savaş olacağını biliyorum, sanırım öyle bir şeyler,” dedim, kulağa deli saçması gelecek her şeyi normal karşılamaya başlamıştım.
Hemera derin bir nefes aldı ve “Bu savaştaki pozisyonumuz ne olacak?” diye sordu. “Henüz kendini keşfedememiş üç salaktan fazlası değiliz. Sen, ben ve Hermes. Boş verip gidelim mi? Varta’da kalmak zorunda değiliz. Babamı da kandırırdık. Onun kafasının içine hükmedebilirim, biliyorsun.”
Tabii babamız gerçekten Erebos Kapanı olmayan bir insansa.
“Bir yanımın son ana dek neler olacağını görmeye ihtiyacı var, Hemera.”
“Sonunda göreceğim şey Hermes’in ya da senin ölü suratlarınız olmayacaksa eğer Hera, meydan senindir.” Hemera gözlerini yumarken kaşlarını çatmıştı. “Sizi bırakıp gidecek değilim.”
“Yarın senin için çilekli parfe yapacağım,” diyerek koridora girdiğim an bir çığlık kopardı.
“Aman tanrım sana aşık olamam biz ikiziz!”
Gülümsedim ama bu içten değildi, ağrılarımı ve düşüncelerimi gizlemek için dudaklarımın önüne çektiğim bir paravandı, hepsi buydu. Suyun altına girip uzun bir duş aldım ve su bedenimden akıp giderken bunun üzerinde düşünmemeye çabaladım ama çok zordu. Karga Sarmaşığı ile ilgili gerçek kafamda dönüp durmuştu, Ramon’un avuç içlerinde beni kıstırmak ister gibi hareket eden korkunç gözler ve o gözlerin zihnimde araladığı delilik kapısını düşünüp durdum.
O gece çok sıcaktı, bedenimde ateşten bir el dolaşıp durdu. O ateşten el bazen düşüncelerimdeki yangını körükledi, bazen boğazıma sarılıp nefesimi kesti. Üzerimdekileri çıkarıp sadece sutyenle yatağa geri girdiğimde saten çarşafın soğukluğu bile tenimdeki sıcağı dindirmeye yetmemişti. Gözlerimi yumup uykunun gelmesini bekledim, uyku uzun süre gelmedi çünkü binadaki tüm dairelerin hafızasının sesi kafama toplanmıştı.
İki blok ötede seks yapan çiftin teninden akan terin sesini bile duyuyordum, irite bir hisle çarşafı tekmeledim ve bağdaş kurarak oturup, karanlık yatak odasının içine süzülen şehir ışıklarına bakmaya başladım.
Odadaki boydan camın perdelerini çekmezdim, tamamen karanlıkta uyumayı sevsem de şehrin belli belirsiz ışıklarını görmekten hoşlandığım da oluyordu. Çenemi dizime bastırıp parıldayan şehir ışıklarını izlediğim sırada telefonuma bir mesaj geldi ve kaşlarım sertçe çatıldı.
Araf Murat Akalan yazısını görünce bir an onun telefon numarasının ne zamandan beri telefonumda olduğunu düşündüm, hafızam iyi işlese de bazı parçalar kaybolmuş gibiydi. Üstelik onun gibi bir zevzeğin ismini görmenin bedenimde ani bir gerilime sebep olmasına da anlam yükleyemiyordum.
Ateş oydu ve sanki ateşin içinde ilerliyordum, garipti ama varlığı hem çok sıcaktı ve yakıyordu hem de çok soğuktu ve donduruyordu; her halükarda derimin etrafını ikinci bir deri gibi sararak beni kuşattığını hissediyordum.
Mesaja, Hayatımın aşkı, diyerek başlaması gözlerimi devirmeme neden oldu. Yarın benimle çıkacağını söylemiştin, umarım bunu unutmamışsındır. Eğer hala beni tanımak istiyorsan –ki bunu istemeni her şeyden çok istiyorum. Benzine gelecek indirimi istediğimden bile daha çok istiyorum- lütfen bu mesajı cevapsız bırakma çünkü vazgeçme ihtimalin yüzünden vücudumda ateşten bir el dolaşıyor ve her ne kadar bir leopar olarak sıcaktan hoşlansam da, kadınım, inan bana bu sıcaklıkta uyunmuyor.
“Bu sadece bir mesaj, mektup değil, utanmasan altına imzanı da atacakmışsın,” diye söylendim ama daha sonra gözlerim tekrardan metinde dolaşınca boğazımda sarılmış sıcak elin varlığını daha net hissettim. Düşüncelerime erişmiş, hislerimin aynısını yaşamış gibi aynı kalıpları kullanarak kurduğu cümleler beni anlık olarak sarstı. Aynı el benim de bedenimde dolaşıyor, aynı sıcaklık beni de boğuyor ve uyutmuyordu.
Hera Günse: Görünen o ki bu gece ikimizi de uyutmayan şeyler var, Murat. Evet, yarın seninle buluşacağım ama bu bir randevu değil. Seninle çıkmıyoruz ama içini rahatlatmamı istiyorsan eğer, şunu söyleyebilirim. Evet, seni hala merak ediyorum.
Durdum, mesajı göndermeden önce imla hatası yapıp yapmadığımı kontrol ettim. Bir süre bekledikten sonra bu kadar ciddi bir mesajın karşı tarafa nasıl hissettireceğini merak ettiğim için mesajın büyük bir kısmını sildim ve yeniden yazmaya başladım.
Hera Günse: Bu bir randevu değil ve seninle çıkmıyoruz ama evet, yarın buluşacağız.
Durup mesaja daha dikkatli baktım. Neredeyse tüm ayrıntıları ve açıklamaları silmiştim. Bu kez resmi bir dil kullanmamış olsam da önümüze ördüğüm duvarın soğuğunu sanki duvarıma o değil de kendim toslamışım gibi tenimde hissetmiştim. Mesajı gönderir göndermez bakışlarımı tekrar şehre çevirdim. Düşüncelerimi kolayca alabora edebiliyordu, biraz önce kafamın içini ateşe veren her şey bir anlığına susmuştu.
Mesaj sesiyle irkilip telefonun ekranına baktım.
Araf Murat Akalan: Açıkçası ilk yazdığın mesajın ne olduğunu merak ediyorum.
Duraksadım, mesajı ona göndermediğim halde ikinci kez yazdığımı nereden biliyordu? Onun koca bir yaratığa dönüşüyor olmasını, bedeninin geçirdiği değişimleri normal karşılıyorken, benimle alakalı tahminlerini nasıl garipsiyordum hiçbir fikrim yoktu.
Hera Günse: Bunu da nereden çıkardın?
Araf Murat Akalan: Dürüst olmanı beklerdim, hayatımın kadını. En azından bu gece birbirimize oldukça dürüsttük, yani öyle olduğumuzu düşünmüştüm. Neden hala uyumadın? Hoş, uyumadığını hissetmiştim.
Sıcakladığımı söylemek absürt görünebilirdi, bu mesajlaşmanın erotik bir sohbet hissi vermesini istemiyordum şayet erotik mesajlaşmaları lisedeyken geride bırakmış olmalıydık.
Hera Günse: Çok fazla düşündüğümde uyuyamam. Erebos Kapanı olmayan insanların hafızalarının sesi de hiç kesilmiyor, haliyle uyumak zor.
Anında cevap yolladı.
Araf Murat Akalan: İki blok ötedeki çiftin hayvani şekilde yaptıkları seksin sesini ben bile duyabiliyorum. Senin için çok zor olmalı.
Bu konuşmanın erotik bir hal almaması için vermediğim bilgileri tek bir mesajıyla alaşağı etmesi anlık gülmeme neden oldu ama gülümsemem solgundu.
Hera Günse: Nerede ne konuşacağını bilmiyorsun, kedicik.
Mesajıma bir süre cevap vermedi, tam telefonu kenara bırakacağımdaysa gelen bildirim sesiyle irkildim.
Araf Murat Akalan: Emin ol, iki blok ötedeki adamın aksine, ben seks yaparken nasıl konuşmam gerektiğini çok iyi biliyorum, annecik.
“Arsız,” diye mırıldandım.
Hera Günse: Seninle seks hakkında mesajlaşmak istemiyorum.
Araf Murat Akalan: Yoksa bunu yüz yüzeyken mi konuşmak istiyorsun, Hera?
Hera Günse: Geceleri uyudun mu mesajı atan erkekler gibi davranıyorsun, kedicik. Cevabını aldığına göre artık uyuyabilirsin, değil mi?
Araf Murat Akalan: Son sorumun cevabını almadım ki…
Her Günse: Şansını zorluyorsun, Murat.
Başka neleri zorladığımı bilseydin, eminim bu konu hakkında uzun uzun konuşmak isterdin, diye cevap yazdığında duraksadım. Gözlerimi uzun süre mesajdan çekmedim ama ne cevap vereceğimi bilemedim. En iyisi mesajına cevap vermemekti.
Araf Murat Akalan: İyi uykular, hayatımın kadını. Suskunluğundan da etkileniyorum. Rüyanda hiç susmamamız dileğiyle…
“Ahmak.” Telefonu komodinin üzerine koyup yanağımı yastığa bastırarak cenin pozisyonu aldım, çıplak dizimi içeri doğru büküp gözlerimi kıstığımda kafamın içinde neler geçiyordu bilseydi, eminim şansını zorlamaya devam ederdi. Yastığa daha sıkı sarılırken, “Hayır,” diye tembihledim kendimi. “Onunla asla yatmayacaksın, Hera.”
Gözlerimi sıkıca yumdum.
Karga Sarmaşığı formundaki Hera o aynanın öteki ucundan fısıldadı: “Bu kadar kesin konuşma, Hera.”
🦂
ZEYNA WALKER
Belki kelimesi, içine dahil olduğu tüm cümlelerin daha acı verici hislerle dolmasına neden oluyordu. Bunu bildiğim için, hayatımda nasıl bir anlam ifade ediyor olursa olsun, bir duygumdan söz ederken kurduğum cümlenin içine belki kelimesini eklemezdim. Belkiler, en az keşkeler kadar kalbimi kırıyordu.
Ama bu gece, ölüme sürüklediğim adamın alnındaki boncuktan terleri beyaz bir havlunun ucuyla silerken, dudaklarımdan ilk kez belki kelimesi dökülüyordu ve kalbim, belki de belki kelimesi yüzünden bu kadar ağır hissediyordu.
“Belki seni buraya sürüklemeseydim, şu an yaşama tutunmak için ecel terleri döküyor olmazdın,” dedim ve terini bir kez daha silip gözlerimi göğsündeki dövmelere indirdim. Göğsündeki yara kapalı ve iyileşmiş olsa da göğsü hala kan içindeydi, dövmeleri kandan bir örtünün altında kalmış, zar zor seçiliyordu.
Belki kelimesinin, keşke kelimesiyle eş anlamlı olduğunu, bu cümleyi kurduğumda anlamıştım çünkü bu cümlenin bir diğer anlamı kesinlikle şuydu: Keşke seni buraya sürüklemeseydim, şu an yaşama tutunmak için ecel terleri dökmek zorunda kalmasaydın.
Ölülerin içini karıştırdıkları metal tezgahta öyle savunmasız yatıyordu ki, o geceki yırtıcı tavırları sanki hiç var olmamış gibi soğuk teninin altına gömülmüştü. Bir canavar derin uykuda gibiydi ve yüzeye çıkan bir çocuk yansımasıydı; oysa derinlerinde bir canavar olduğunu hissediyordum, sadece şu an çok savunmasızdı ve gördüğüm küçük bir erkek çocuğuydu.
Loş ışığın altında duruyordu, içerisi neredeyse karanlık sayılırdı. Farah rutin kontrolleri yaptıktan sonra çekilmişti, Rose ise yüzümdeki ifadesizliğe rağmen benim için endişeleniyormuş gibi bana bakarak sık sık onun nabzını ölçüyor ve sormamış olmama rağmen, “İyi,” diyordu. Rose’a cevap vermiyordum çünkü ne birini tersleyecek ne de merak etmediğimi haykıracak halim vardı. Zaten merak ediyordum. İyi olup olmadığını, iyileşip iyileşmeyeceğini merak ediyordum.
Yüzü kireç gibi beyazdı, evet, zaten beyaz tenliydi ama ölüm tenine akmış gibi görünmesi can sıkıcıydı. Cin gibi bakan mavi gözlerini görememek ise kabul etmesi benim için yüzyıllar sürebilecek bir paniğin göğsümde kurşun gibi patlamasına neden oluyordu. Ağzımı açıp tek kelime etmesem de gözlerimi ondan bir an olsun ayırmadığımdan, kelimeler gözlerimden düşüp onun tenine tutunuyor olmalıydı.
“Zeyna,” dedi Carmella, Huzurgetiren’in sesi bu defa huzuru aşılamadı. Omzumun üstünden ona baktım. Kakülleri terden alnına yapışmıştı, demek ki içerisi oldukça sıcaktı. Demek ki cehennem alevleri dünyaya dökülmemişti ya da yanan benim için değildi; demek ki ortam gerçekten sıcaktı. Aptalca fikirlere kapılmama gerek yoktu.
“Biraz dinlenmelisin,” dedi cevap vermeyeceğimi anladığında. Uzun, koyu renk saçlarını dişleri büyük bir tokayla toplayıp ağır adımlarla tezgahın önüne geldi. Aytuğ’a bakarken, “Ölüm ve kaos gücümün denge kaybı yaşamasına neden oluyor,” dedi. “Merak etme, burada ölüm de yok, kaos da yok.”
“Merak ettiğimi nereden çıkardın?” diye sordum cansız, yorgun bir sesle. Carmella cevap vermedi, sadece Aytuğ’un yüzüne bakmaya devam etti.
Çöl Cadısı, aynı zamanda bir polis memuru olan Jadira kapının önünde Noyan ile hararetli bir konuşmanın tam ortasındaydı. Carmella gözlerini Aytuğ’dan ayırıp kapıya çevirdiğinde elimdeki havluyla Aytuğ’un yüzüne doğru eğildim ve alnında yeniden peyda olan ter damlalarını yavaşça sildim.
Kirpiklerinin birdenbire hareket etmesini beklemiyordum. İçimden yakıcı bir his geçip gitti ama yüzümdeki soğukkanlı ifadeyi koruyabildim. Akıp giden saatlerin ardından ilk kez tepki verir gibi gözlerini kırpması iyi bir şey olsa gerekti, demek ki iyileşiyordu. Göz kapaklarını oluşturan derinin titrediğini gördüğümde bilincinin yavaşça bedenine çekildiğini fark ettim. Havluyu daha sıkı kavradım ve “Acele etsen iyi olur, aygır,” diye mırıldandım. Çünkü bedeni daha fazla savaş veremezdi. Acele etmek zorundaydı. Komaya girmemesi, iyileşmenin aniden yarıda kesilmemesi, hayatta kalabilmesi için.
“Zeyna,” diyerek içeri girdi Noyan, Carmella’nın kapıya ilerlediğini hissettim ama onlara bakmadım. “Seni evine bırakayım mı?”
“Hayır,” dedim. “Burada iyiyim, şimdilik eve gitmeyi düşünmüyorum, Noyan.”
“Yoruldun. Saatlerdir ayaktasın,” dedi Noyan ama boşuna konuştuğunun kendisi de farkındaydı.
“Onu buraya sürükleyerek getiren bendim, gözünü açana kadar başında olması gereken kişi de benim.”
“Vicdan mı yapıyorsun?” Noyan’ın sesinde sorgu yoktu, sanki zaten benim bile farkında olmadığım her şeyin farkındaydı.
“Sen buna vicdan ya da her ne dersen de.”
“Benim söyleyeceklerimden pek hoşlanmayacağına eminim.” Öksürerek boğazını temizledi. “Madem öyle, Carmella, sen benimle geliyor musun?”
“Ah, evet. Bu arada Ayevi hala buralarda mı?”
Noyan, Ayevi’nin durgun ateşinde kavruluyordu. Bunu anlamak imkansız değildi. Onları uzun zamandır tanıyordum ve uzun zamandır birbirlerine olan çekimlerinin farkındaydım. Bir çocuk bile fark ederdi ama ikisi bunu görmezden gelmeyi seçiyorlardı. İşlerini profesyonelce yapmalarıyla alakası olabilirdi ama aşkın ve seksin profesyonellikle bir bağlantısı olduğunu zannetmiyordum.
“Ayevi konağına döndü,” dedi Noyan, derin bir nefes aldığını duydum. Arka cebine taktığı kelepçelerin şangırtısı da nefes sesine eşlik etti. “Hazırlaması gereken karışımlar varmış. Birkaç saat sonra Aytuğ için yeniden burada olacaktır. Zey, sen de daha fazla yorulmasan iyi olur. Hiç değilse gidip bir yer bul ve biraz uyu. Eminim o minik bedeninle bir sandalyeye sığabilir, rahatça uyuyabilirsin.”
“Beni dert etmeyin,” dedim omuz silkerek. “Keyfinize bakın.”
“Hadi Carmella, çıkalım öyleyse.”
Carmella tedirgin gözlerle bana baktı ve “İstersen sana eşlik edebilirim,” dedi. “Kahve içeriz, fırın açılınca sana tereyağlı kruvasan ısmarlarım.”
Ona cansız da olsa gülümsedim ve “Gerek yok, Carm,” dedim. “Teşekkürler ama sorumluluk alacağım. Gidip dinlen, huzurunu korumadan huzur veremezsin. Bunu unutma.”
“Peki, lütfen çok yorulma olur mu? Seni seviyorum.” Bana tenimde hissetmediğim ama ruhuma dokunan bir öpücük attı. Kapıdan çıkıp gittiğinde gözlerim yeniden Aytuğ’a çevrildi.
Kaç saat daha o şekilde durup uyanmasını bekledim bilmiyorum, tek hatırladığım bir ara göz kapaklarım çok ağırlaştığı için önüne sandalye çektiğimdi. Sandalyede uyurken alnımı onun yattığı soğuk tezgaha yaslamıştım. Tezgah soğuktu, içerisinin sıcağının aksine üzerine ölüm akmış gibiydi; beni uykularımdan eden bu düşünce miydi bilmiyordum ama yorgunluk göz kapaklarıma darbeler indirdiğinde bile uyumadım. Sadece çok kısa bir an için içimin geçtiğini hatırlıyorum.
Bir elin saçlarımda gezindiğini, saçlarımın arasına girerek parmak uçlarını düşüncelerimde turlattığını hissettiğimde burnumdan verdiğim sıcak nefes yüzüme geri döndü ve tenime yayıldı. Parmaklar saç diplerime dek uzanıp, saç diplerime baskı yaptığında gözlerimi açtım ve yüzüme yayılan saçları nefesimle uçurdum. Uçan saçlarımın yarattığı aralıktan gördüğüm manzara bir an donup kalmama neden oldu.
Aytuğ’un mavi gözleri açık ve canlıydı, yüzüme saplı duran gözlerindeki yorgunluk yok sayılamaz olsa da yaşam da tam olarak oradaydı.
“Yaşıyorsun,” dedim pürüzlü bir sesle, sesim soğuk çıksa da içim hiç soğuk değildi; insanlara ördüğüm duvarın çatlaklarından onu izliyormuşum gibi hissediyordum.
“Ne yazık ki yaşıyorsun demeni beklerdim,” dedi zar zor çıkan, yorgun sesiyle.
Kafamı kaldırıp yavaşça yutkundum, hala yatıyordu ama gözleri bende saplı durmaya devam ediyordu. “İyileşmen sanılandan uzun sürdü,” dedim, belki ona bulaşmamı, belki kavga etmeyi bekliyordu ama halim kalmamıştı.
Beni başında bulması pek hoşuma gitmiyordu aslında, bana sahte bir minnet duygusu hissetsin istemiyordum. Hoş, onu zorla buraya sürüklediğim gerçeğini önüme koyduğumda, bana minnet beslemesi teknik olarak zaten imkansızdı.
“Yoksa iyileşmemi beklerken küçük bir çocuk gibi dudaklarını mı büküyordun?” diye sordu, sesinde alay olsa da mavi gözlerinde gördüklerim kesinlikle alay değildi.
Kılıcımı rüzgara doğru savurduğumda rüzgarı bile keserdim, denesem, geceye bir yarık atabilir, karanlığı kılıcımla kanatabilirdim ama kılıcımı önümüze koyup ikimizin arasındaki bir duvara çeviremedim. Bu adam, buna kesinlikle engel oluyordu.
“Öyle olmasını diliyor gibi bir halin var,” dediğimde mama kabı dolmuş bir kedi gibi sırıttı.
“Görünenin bir pusulaya ihtiyaç duyacağını sanmam,” dedi, ardından yavaşça öksürdü ve “Küçük peri?” diye sordu.
“Onun için bir doktor çoktan yola koyuldu, geliyor.”
Yorgunluk öyle ani çökmüştü ki kafamı dik tutamadığımı fark ettim. Aytuğ da bunu görmüş olmalıydı, gözlerinin ardına gizlenen canavar tekrar gölgesini bir sunak gibi önüme serdi. Bakışlarının yüzümün sınırlarında mayınlar gibi derinleştiğini gördüm ama mayınlar ne kadar derine gömülü olursa olsun, ayak bastığım an beni parçalaması an meselesiydi.
“Sanırım biraz uyumalısın, kara kedi,” dediğini duyar gibi oldum ve yorgunluk her şeyi puslandırdığı gibi onun görüntüsünü de puslandırdığında, saçlarımda dolaşan parmaklarının dokunuşları şiddetlendi.
Başımı yavaşça tezgaha yaslayıp onun gözlerine son kez baktıktan sonra gözlerimi yumdum ve uykunun bir sanrı gibi aniden zihnime dolmasıyla beraber son kez onun sesini duydum:
“Benim için burada olmana sevindim.”
🦂
HERA GÜNSE
Kızıl Yaka’nın en büyük kütüphanesine gitmek için arabama bindiğimde yağmur şehri etkisi altına almasına az kaldığını belli edercesine hızlanmaya başlamıştı. Evden çıkmadan önce kirli çamaşırları yıkamış, hala horlayarak uyuyan Hemera için çilekli parfe yapıp buzdolabına bırakmıştım. Otoparktan çıkıp yola koyuldum ve yol üzerindeki kahveciye uğrayıp bir kutu kahve alarak yolculuğa kaldığım yerden devam ettim. Beyaz boğazlı triko bir elbise giymiştim, elbise miniydi ve bedenimi sarıyordu. Siyah çorap çizmelerim de bana pek işlemeyen soğuğa rağmen insanların üşümüyor mu bakışları atmalarından kurtulmam için bacaklarıma kara bir yılan gibi dolanmıştı.
Kütüphane kartımı gösterip tarih kokan duvarların arasından geçerek raflara ilerlemeye başladığımda saat 11.21’di. Ahşap rengi rafların her birinin boyu hemen hemen iki metreye yakındı, kütüphanenin tam ortasında bir balo salonundaymışız hissi veren dev bir avize asılı duruyordu. Kristallerinden altın rengi ışıklar yayılan avizenin altından geçtiğim sırada ışığın titrediğini hissettim.
Eski, sadece efsanelere konu olduğu düşünülen ama altında gerçekleri de saklama ihtimali olan birkaç ansiklopedi alıp, uzun masaya doğru ilerlerken gergin hissediyordum. Aslında uyandığımda internette küçük bir araştırma yapmıştım ama Karga Sarmaşığı hakkında hiçbir şey bulamamıştım. Belki ansiklopediler yardımcı olurdu.
Sandalyeyi çekip oturdum ve ansiklopedilerden birini açıp sayfalarını karıştırmaya başladım. Sayfalar anason ve toz kokuyordu, yüzümde hoşnutsuz bir ifadeyle efsanevi yaratıkların resimlere döküldüğü sayfaları incelemeye devam ettim. Sayfalardan birinde devasa büyüklükte bir kurt resmi vardı, resmin bazı noktalarında mürekkep dağılmıştı ve bu da sayfaların ne kadar eski olduğunun kanıtıydı. Gümüş Pençe olarak adlandırılan kurt klanı hakkındaki makaleyi okumadan diğer sayfaya geçtim.
Guqulalar, periler, cadılar, Krokodiller ve daha onlarca türün ismi yavaşça hafızama yerleşmeye başladı. İnsanlar onların sadece efsanevi varlıklar olduklarını düşünüyorlardı ama hiç de öyle değildi. Çoğuyla karşılaşmıştım. Bir Çöl Cadısı, insan dostum Meriç ile aynı karakolda çalışıyordu, bir dedektifin de kozalaktan kanatları vardı ama dışarıdan bakınca insana benziyordu.
Karga Sarmaşığı ile ilgili bir şey bulamayınca diğer ansiklopediyi açtım, sayfaları karıştırdığım sırada birden önüme koyulan karton kahve bardağıyla irkilip kafamı kaldırdığımda Meriç’in yüzündeki samimi gülümsemeyi gördüm. Bir süredir cinayetler dışında hiç denk gelmemiştik ve onunla bir kütüphanede karşılaşmayı beklemiyordum.
“Burada olduğunu görünce senin için kahve aldım,” dedi, cebinden sarkan kelepçelerin tıngırtısı eşliğinde karşımdaki sandalyeye oturduğunda gergin bir şekilde önümdeki ansiklopedinin kapağını kapattım. “Seni buraya hangi rüzgar savurdu, Günse?”
“Biraz kafa dağıtmak istemiştim.”
Meriç’in kahverengi gözleri önümde duran ansiklopediye indi, çok kısa bir an için bakışlarında dolaşan merakı gördüm, daha sonra tekrar bana baktı ve sanki merakı kaybolmuş gibi gülümsedi. “Son zamanlarda işlenen cinayetler yüzünden canım çok sıkkın, ben de okuyabileceğim bir şeyler bulmaya geldim. Kütüphaneden ödünç kitap almayı her zaman sevmişimdir, bilirsin.”
Gülümsedim. “Bilmez miyim?” diye sordum. “Cinayetlerle ilgili bir gelişme var mı?”
“Yok ama ulusal kanallar cinayetler hakkında haberler yapmaya başladı. Yani ulusal bir felakete sürüklenmemiz an meselesi gibi görünüyor. Kızıl Yaka’ya ilgi azaldı, turist ziyaretleri bir anda bıçak gibi kesildi. Ekonomik ve sosyal anlamda kötü etkilenmeden bu dönemi atlatırız umarım,” dedi Meriç, iki kaşı arasında oluşan yarığı parmağıyla sıkarak büzdüğünde hala pürdikkat bakan gözlerle onu izliyordum. “Hermes’in şehre dönmesine çok sevindim.”
“Pek görüşemiyoruz, hangi cehennemde kim bilir?” dedim iç çekerek.
“Yine madde kullanmıyor, değil mi?” Meriç’in sorusu yüzümdeki kanı çekse de bozuntuya vermeden başımı iki yana salladım.
“Hayır, endişelenme. O boktan tamamen arındı.”
Meriç bileğindeki saate bakıp, “Hay aksi şeytan!” diyerek oturduğu yerden kalktığında, “Ne oldu?” diye sordum.
“Şu Farah denen yeryüzüne kadın suretinde gelmiş şeytanla bir görüşmem vardı,” dedi masaya bıraktığı kahvelerden birini kafasına diktikten hemen sonra. “Cesetlerle ilgili bulguları paylaşacaktı benimle. Umarım huysuz gününde değildir.”
“Laboratuvara mı gidiyorsun?”
“Evet.” Gözleri tekrar önümdeki ansiklopediye inince gerildim ama çaktırmamak benim için çok kolaydı. Meriç bir insandı ve Erebos Kapanı yoktu, bu yüzden hafızasının kapılarının küçük aralığından içeri sızabiliyordum. Saf bir meraktan ziyade, neden böyle saçma bir şeyle vakit harcadığımı düşünüyordu. Bu düşünce beni rahatlattı.
“Mitolojik varlıkları mı araştırıyorsun?”
“Evet,” dedim omuz silkip gülümseyerek. “Hemera’nın pornografik düşüncelerini dinleyerek yaşamak sandığından daha zor. Biraz kafam dağılsın istedim. Mitolojiye her zaman ilgim vardı, bilmem hatırlar mısın?”
“Pek hatırlayamadım,” dedi dürüstçe, çünkü hiçbir zaman ilgim olmamıştı ama hafızasından aldıklarım benden şüphelenmediği konusunda beni rahatlatmaya yetmişti de artmıştı bile.
Oturduğum yerden kalkarak, “Ben de seninle kriminal laboratuvarına geleceğim,” dediğimde kaşlarını kaldırdı. “Nova ve Rose orada, Farah ile çalışıyorlar. Onları özledim.”
“Donovan neden dövüşlere geri dönmüyor? O çocuk bir kurbağanın bacağını bile kesemez. Nasıl bir kimyager olabildi hiç anlamıyorum,” dedi Meriç küçümseyici bir gülümsemeyle. “Hadi öyleyse, seni oraya bırakayım.”
“Arabamla geldim. Seni takip ederim. Yarışalım derdim ama sanırım bir polis memuruna teklif etmemem gereken bir şey,” dedim bıyık altından gülerek.
“Yasaları çiğnemene göz yumamam, Hera,” dedi sahte bir kızgınlıkla. “Ama yasaları benimle çiğnemene hayır da diyemiyorum doğrusu.”
Gülerek masanın üzerindeki ansiklopedilerden birini aldım ve “Bunu ödünç alacağım,” dedim. Kahve kutusunu da elime alırken Meriç’e gülümsedim. “Kahve için teşekkürler, az önce de içmiştim ama bedava kahveye hayır diyemiyorum.”
“Bedavacı olan Hemera’dır, sen değilsin,” dedi Meriç gülerek. “Seni çıkışta bekliyorum. Ansiklopediyi aldığını bildirmeyi unutma, Riff kitaplar konusunda çok hassas. Polis merkezine seni bildirecek olursa, üzülerek de olsa seni ansiklopedi hırsızlığından tutuklamak için dairene gelmek zorunda kalırım.”
Gülerek Riff’in masasına gidip ansiklopediyi aldığıma dair bir kayıt oluşturdum. Riff, altmışlı yaşlarının sonunda, boynuna fular takıp piposunu tüttürürken sallanan sandalyesinde kitap okuyan nazik ama ketum bir adamdı. Mitolojiye ilgisi vardı ve mitolojik bir ansiklopediyi almak istediğimi gördüğü anda gözlerinde bariz parıltılarla gözlüklerini burnunun ucuna indirmiş, bana genişçe gülümsemişti. Kısa, mitoloji içeren sohbetin sonunda kütüphaneden çıkabilmiştim.
Meriç ile şehir merkezinde olmasa da ara sokaklarda yarışmıştık. Devletin polis memurunu suça teşvikten üç yıla kadar hapis istemiyle yargılanma ihtimalime rağmen bu illegal yarış bir nebze olsun kafamı dağıtmaya yetmişti. Kriminal laboratuvarının önüne geldiğimiz an, farkındalık kanımın içinde çıra gibi tutuştu çünkü Aytuğ hala burada olmalıydı, iyileşmemiş olma ihtimali çok yüksekti ve Meriç’in ortamdaki tuhaflığı sezmesi kaosu büyütebilirdi.
Yüzümde ruh gibi bir ifadeyle arabamdan inip kriminale giden basamakları tırmanırken Meriç hemen yanımda olduğu için Rose’u arayamadım. Acaba Donovan buralarda mıydı? Aytuğ’u gördüyse, tepkisi ne olmuştu? Kafamda onlarca soru işaretiyle laboratuvarın içinde ilerlemeye başladığımda Aytuğ’u hangi odaya taşıdıklarını merak ediyordum.
Burada henüz yeni ölmüş, inceleme için getirilen maktullerin tutulduğu bir morg alanı vardı, kadavraları ayrı bir bölmede tutuyorlardı ve üç farklı kontrol bölgesi mevcuttu. Cinayete kurban gidenlerin tutulduğu morg farklıydı, bir hayvan saldırıcı sonucu öldüğü düşünülenlerin tutulduğu morg daha farklıydı; birbirlerinden ayrı tutulmalarının belli başlı nedenlerinden biri, yayılma ihtimali olan bir enfeksiyonu önleyebilmekti. Bir hayvanın saldırısına uğrayıp ölen birinin cesedindeki açık yaralar her zaman enfeksiyon yaymaya meyilli oluyordu.
Meriç kapılardan birinin önünde durup yumruğunu havaya kaldırdığı anda kapı açıldı ve Meriç afallayarak bir adım geri çekildi. Farah, sıkı bir atkuyruğu yaptığı saçları, sadece allıkla renklendirdiği yüzüyle tam karşımızda duruyordu. Yüzünde panik yoktu, bir şeyleri gizliyor gibi de durmuyordu. Üstünde önlüğü, önlüğünün ön cebinde de soyadının yazdığı yaka kartı vardı.
“Ben de seni bekliyordum,” dedi Meriç’e, ardından gözleri bana dokundu ve neden burada olduğumu sorgular gibi baktıktan sonra, “Hoş geldiniz,” diyerek kapıyı tamamen açtı.
Meriç’in arkasından içeri girerken çaprazımda kalan Farah’a soru işaretleriyle baktım ama tek yaptığı gözlerini yumup geri açmak ve başını sallamak oldu. Bu, tehlike yok demek olmalıydı. Zaten içeride Farah’ın asistanlarından biri olan Barış’ı ve arkadaşım Donovan’ı gördükten sonra Meriç’ten saklamamız gereken bir şey olmadığını daha iyi anladım çünkü Meriç gibi bu ikisi de birer insandı.
Donovan, koca bir goril yavrusu gibi bana doğru gelirken, “Hera!” dedi. “Benim küçük sarı bebeğim, seni özledim!” Kolları belime sarıldığında ve beni kolayca kucaklayarak kendi etrafımda döndürdüğünde gözlerimi devirmiş olmam umurunda bile değildi. O sevgi dağıtan koca bir oyuncak ayıdan farksızdı. “Neden buradasın?”
“Sizi görmeye geldim.” Meriç ile Farah, odanın içindeki bir diğer odaya girdiklerinde etrafıma baktım. “Rose nerede?”
“Zeyna adındaki kız arkadaşınızın erkek arkadaşı yaralanmış,” diye fısıldadı kulağıma doğru eğilerek. “Farah bunu duymasın, hemen polise haber verir. Çocuk odalardan birinde, Rose ona dikiş atmış sanırım, durumu iyiymiş ama dinleniyormuş. Rose da durumunu kontrol etmek için sık sık o odaya gidiyor.”
Farah bunu zaten biliyordu ama Donovan’ı sessiz kalması için bu şekilde kandırmış olmalıydılar. Yalanlara maruz kaldığı için derinlerimde çırpınan bir üzüntü hissetsem de bir şey söylemedim.
“Aman Hera, ağzını sıkı tut. Meriç de burada. Rose’un ve arkadaşınızın başı belaya girsin istemem.”
“Merak etme,” diye fısıldadım. Koca bir bedeni olduğu gibi, tıpkı bedeni gibi kocaman da bir kalbi vardı.
Barış, sanki beni her gördüğünde şansını denemiyormuş gibi, “Hera, nasılsın?” diye sorduğunda, gözlerimi devirerek, “Teşekkür ederim, Barış,” dedim. Onun kafasından geçen erotik düşüncelere maruz kalmadığım zamanlar, gerçekten iyi olduğum zamanlardı ama şu an için pek mümkün değil gibi duruyordu. Kullandığım parfümün bile onu azdırdığını hafızası tarafından duyuyor olmak, oldukça rahatsız ediciydi.
“Sanırım bu kez de benimle bir kahve içmeyeceksin,” dedi Barış, Donovan ona gülerek baktı ama eğer tıpkı benim gibi o da Barış’ın kafasından geçen rahatsız edici sapıklıktaki düşünceleri duysaydı, eminim Barış’a nasıl bir dövüşçü olduğunun tadına baktırırdı. Donovan yufka yürekli olsa da konu sevdikleri olduğunda bir magandaya dönüşmekten çekinmeyen adamlardandı.
“Seninle ne şimdiki hayatımda ne de eğer yaşayacak olursam bir sonraki hayatımda asla kahve içmeyeceğim, Barış. Parfümümü beğenmene çok sevindim.”
“Parfümünü beğendiğimi söyledim mi ki?”
“Havayı bir tazı gibi koklayıp durduğuna göre, beğenmiş olmalısın, öyle değil mi?”
“Tanrı biliyor ya sen hisleri çok kuvvetli bir kadınsın ve buna her seferinde tavlanıyorum.”
Gözlerimi devirerek Donovan’a doğru dönüyordum ki kapı ikinci kez açıldı ve içeri giren kişinin yüzünden önce enerjisini gördüm; etrafımı kızıl bir duvar gibi ördü, çevreledi, altın rengi bir zincir misali bedenimi sardı. Gözlerim içeri giren yüzün sahibine tutunduğunda cam gibi bakan yeşil gözler çok kısa bir anlığına bana, hemen arkasından Barış’a dokundu. Her şeyi duymuş gibi bakıyordu, dahası, Barış’ın zihnindeki düşüncelerden de haberdar gibi bir hali vardı. Araf’ın yeşil gözleri Barış’a saplı bir halde odaya girmesi atmosferin alev gibi yanmaya başlamasına neden oldu.
Varlığı hissedilirdi, huzur bir anda ortadan kaybolmuştu, Araf’ın varlığı soğuk ve uğursuzdu ama bu insana kendini güvende hissettiriyordu.
Barış’ın hafızasından Araf’ın gelişinden doğan memnuniyetsizliği belirten düşünceler sızdı, her birini tuttum ama Araf’a tutunan gözlerimi ayırıp Barış’a bakmadım. Muhtemelen yüzünde de Araf’ın varlığından memnun olmayan bir ifade oluşmuş olmalıydı. Araf, siyah deri ceketini çıkarıp gri, yuvarlak yaka tişörtüyle kaldığında gözlerim kolundaki akrep dövmesine kaydı. İnce bedenine rağmen kaslı olan kolundaki damarlar, akrebin teninin üzerinden geçiyordu. Varlığı her yanı ele geçirmiş gibiydi.
“Hera,” dedi ciddiyetle, uzun zaman sonra adımı ilk kez ciddi şekilde zikrediyordu.
“Araf,” diye karşılık verdim sadece.
Araf’ın camgöbeği rengindeki gözleri Barış’a kısaca dokundu ve ardından bir alev gibi yanarak bana doğru geldi. “Seni saat kaçta alayım?” diye sormasını beklemediğimden bir an afalladım. “Akşam,” dedi her bir harfe vurgu katarak. Barış’ın hafızasından karmaşa dolu cümleler yükseldi ama ona odaklanmadan sadece Araf’a bakmaya devam ettim.
“Saat sekizde hazır olurum,” dedim. Nova’nın şaşkın bakışları bir bana, bir Araf’a çevriliyor, soru işaretleri kafasının üzerinden yükselip tavana vuruyordu.
“Hey, siz çıkıyor musunuz?” Donovan bu soruyu nihayet sorduğunda, Barış da bir cevap bekliyor gibi karmaşık cümleleri hafızasından dışarı salmaya devam ediyordu.
“Bu gece, evet,” dedi Araf konuşmama müsaade etmeden. Bu başka zaman olsa beni kızdırırdı ama Barış’ın ısrarcı tavırlarından duyduğum rahatsızlık beni durdurmuştu, Araf ile çıktığımı düşünürse belki fantezilerinden vazgeçer, bedenim üzerinde hayaller kurmayı bırakırdı. Tabii bu onun gibi bir embesil için mümkünse.
Araf, iki küçük adımda yanıma geldi. Bir elini omzuma koyunca, voltajların yeniden düştüğünü hissettim. Her temasımızda şehrin elektriğini sömüreceksek eğer, gece aklıma anlık da olsa düşenleri yapacak olursak herhalde kıyameti koparırdık. Gözlerimi kısıp bu aptal düşüncenin kafamın içinden çıkıp gitmesini bekledim ama eklemlerini oluşturan o sert kemikler omzuma baskı uygularken ve bedenimde kan şerbetleri kaynamaya başlamışken bu düşüncelerden sıyrılmak çok zordu. Uyuşturucu yoksunluğu çeken bir insan gibi hissettim ve sanki onun dokunuşu bana yoksunluğum olan şeyi kana kana içmem için sunuyordu.
“Hera, biriyle çıkıyorsun ve bunu bana söylemedin mi?” Donovan alınmış gözlerle bana baktı ama bir yandan da sonunda kabuğumdan çıkıp yeniden erkeklerin dünyasına adım attığıma sevinmiş gibiydi. “Üstelik liderimizin kardeşiyle mi?” diye sorarken Farah’tan bahsettiğini biliyordum. “Lütfen Farah’ın bana biraz olsun ayrıcalık tanıması için Araf’a koca bir öpücük vereceğini ve Araf’ın da benim için ablasıyla konuşacağını söy-“
“Seve seve, yeter ki o öpücüğü alayım,” dedi Araf birden.
“Sadece bir randevu,” diye fısıldadım Donovan’a dik dik bakarak.
“Demek çıkıyorsunuz,” diyerek içerideki odadan çıkan Farah’tı, Meriç de elinde zımbalanıp tel dosyanın içine koyulmuş bir tomar kağıtla hemen Farah’ın arkasından çıkmıştı.
“Sadece bu gece dışarı çıkacağız,” dedim donuk bir sesle.
Meriç, “Bu kızdan bir randevu kapmak, piyangoyu tek seferde tutturmaktan daha zordur, evlat,” dedi Araf’a. “O yüzden kıymetini bilip onu bu randevuya çıktığına pişman etme.” Bakışlarını Farah’a çevirdi ve birbirlerinden hiç hoşlanmadıklarını belli eden kısa bir bakışmanın ardından, “Teşekkürler,” diyerek dosyayı salladı. “Seni de uğraştırdım.”
“Bir dahaki sefere uğraştırmazsın, olur biter,” dedi Farah sahte bir gülümsemeyle.
“Ne kadar da zarifsin.” Meriç gözlerini Araf’a çevirdi. “Umarım kardeşin bu kadar zarif değildir.” Bu cümlenin alt metninde, Hera’nın canını sıkacak olursan senin boğazını sıkarım, vardı ve bunu Araf’ın da anladığına emindim. Tabii ki Meriç, tehdit ettiği adamın koca bir hayvana dönüştüğünü bilmiyordu.
“Ben bir centilmenim,” dedi Araf sinsi bir gülümsemeyle. O gözler daima sinsi bakıyordu.
Meriç laboratuvardan ayrıldığında, Farah bu randevuyla ilgili ayrıntıları sormadı ama Donovan’ın bakışlarından anladığım kadarıyla, gece yarısından sonra beni görüntülü arayacaktı ve görüntülü konuşurken tüm detayları taramalı tüfek gibi sıraladığı sorularıyla öğrenmeye başlayacaktı.
Barış, Araf’a dik dik bakarak işinin başına döndü, düşüncelerini bizden uzaklaştırmak için çok uğraşsa da kafasında devamlı olarak Araf’ın sadece yakışıklı olduğu, bunun dışında tam bir aptala benzediğiyle ilgili negatif düşünceler dönüp duruyordu.
Rose, odaya girdiğinde bakışlarım ona çevrildi. Yorgun görünüyordu, uzun bir gece geçirdikleri her halinden belliydi. Esneyerek bana doğru yürüdü, çenesini omzuma koydu ve bir kedi yavrusu gibi sevgi dilenirken, “Ölüyorum!” diye mızmızlandı. “Tüm geceyi iki kavruk tenli, aygır gibi adamın üzerine binerek geçirebilirdim ama bunun yerine Zeyna benim üzerime bindi.” Barış bunu duymadığı için şanslıydı, muhtemelen laboratuvarda neler olduğuyla ilgili bir fikri yoktu ve olmaması daha iyiydi çünkü koca, düşük bir çenesi vardı. Rose, göz ucuyla Donovan’a baktı ve sessizce fısıldadı: “Yine de seni iki yakışıklı aygıra değişmezdim, kör herif.”
Donovan bunu duymadı, duysa aralarında ne değişirdi tam olarak kestiremiyordum çünkü Nova hala sırılsıklam şekilde Hemera’ya aşıktı. Hatta hafızası içeri girdiğim ilk anda bana olan özlemini, ardından da Hemera’ya olan merakını bana doğru savurmuştu.
“Aytuğ nasıl?” diye sordum, Rose’un kulağına doğru.
Rose omuzlarını düşürerek, “Zeyna başında,” dedi ve geri çekilip bana baktı. Zeyna’nın hala Aytuğ’un başında olmasının nedeni vicdan azabı mıydı yoksa Aytuğ’un hafızasında dolaşırken denk geldiğim anılar onun da kafasının içini esir aldığından mıydı bilmiyordum. Düşünmek istemedim, çünkü bu beni ilgilendirmezdi, bu onların özeliydi. Rose kapıyı işaret ederek, “Biraz gelsene,” dediğinde başımı salladım.
O sırada Donovan, “Rose, Araf ile Hera’nın çıktığını biliyor muydun?” diye sorunca, Rose bir an duraksayıp, irice açılan gözlerini bana çevirdi.
“Ne?”
“Sadece bu gecelik,” desem de Rose çoktan koca bir sırıtışla bana bakmaya başlamıştı bile.
“Korunmayı sakın unutma, kızım.”
“Hey, ben buradayım!” diye mırıldandı Donovan yüzünü buruşturarak.
“Sen duymazsın sanmıştım, pardon. Malum, genelde insanları duymazsın,” dedi Rose, Donovan’a kötü kötü bakarak ama Donovan, Rose’un böyle bir lafla onu paylamasının nedenini anlayamamıştı. Kaşlarını kaldırarak Rose’a alık alık bakınca, “Aptal,” diye homurdandı Rose.
“Seni dışarıda bekliyorum,” dedi Araf tam yanımdan geçerken. Bedeninden bedenime yağan statik enerjiyi hissettim, tüm tüylerim kabardı ve derim de tüylerim gibi kabarıp etimin üzerinden sıyrılıp gidecek sandım. Kapıdan çıkarken deri ceketini üzerine geçirdi, omzunun üstünden Barış’a uyarıyla kaplı yeşil bir bakış gönderdi ve odadan çıktı.
“Seninle çıkmaya başlamak birdenbire bu çocuğu çok mu ateşli birine dönüştürdü yoksa hep mi öyleydi?” diye sordu Rose hayretler içinde Araf’ın çıkıp gittiği kapıya bakarken.
“Rose,” diyerek göz devirdim. “Çıkalım mı?”
“Ha, evet.” Rose, Donovan’a kötü bir bakış atıp kapıya doğru yürümeye başladı. Donovan sorunun ne olduğunu hala anlamamıştı, anlamaması normaldi. Yıllardır anlamayan biri bir günde mucizevi bir şekilde sizi anlamaya başlayacak değildi.
“Nova, sonra görüşürüz,” dedim el sallayarak.
“Görüşürüz bebeğim, detayları gece konuşalım.”
“Peki peki,” diye geçiştirdim onu.
Dışarı çıktığımız an Rose beni kolumdan tutup çekiştirerek, “Nixie için iyi haber, yarın akşam saatlerinde ameliyata alınacak,” dedi. Boş, beyaz koridorda ağır adımlarla yürürken çizmelerimin topuklarının yere emanet ettiği sesler bizi takip ediyordu. “Cennet Perisi’ne gelecek olursak, görev için hazır ve kızı iyileşeceği için sandığından çok daha motive olmuş durumda. Tulpar da iyileştikten sonra yoluna bizimle devam edecektir. Geriye sadece çapkın kız kardeşinin ve senin ne olduğunuzu öğrenmek kaldı.”
Ben zaten ne olduğumu biliyordum, muhtemelen Hemera’nın da ne olduğunu biliyordum. Sessizce Rose’a bakmaya devam ettim.
“Abinin ne olduğu ortada zaten, hiç değilse onu araştırmak zorunda kalmayacağız.” Derin bir huhlamanın ardından bana baktı. “Seninle bir şey paylaşmalıyım, bebeğim.”
“Ne oldu? Başka bir sorun mu var?”
“Sanırım içimizden bazıları senden korkmaya başladı,” dedi Rose gözlerini yere indirip, mahcup bir şekilde dudaklarını bükerek. “Aytuğ’un kalbini ne şekilde aldığını hepsi gördü. Her ne kadar her şeye hazırlıklı olsalar da daha önce böyle bir şeyle karşı karşıya kalmamışlardı. Biraz dehşet uyandırıcı gelmiş olsa gerek.”
“Birinin kalbini neşterle sökmeye çalışmaları dehşet verici değil ama benim birinin kalbini tırnaklarımla sökmem dehşet verici öyle mi?”
Rose, tam da öyle olduğunu söyler gibi gözlerime bakınca dilimi dişlerimin üzerinde gezdirdim.
“Her ne boksa. Ne düşünürlerse düşünsünler, hiçbirinin fikriyle ilgilendiğim yok. Paylaşacağın tek şey bu mu?”
“Hayır,” dedi Rose endişeli bir sesle. “Şehirde avcıların dolaştığına dair bir durum aldım.”
“Avcılar mı?”
“İnsanüstü ırkı avlayan, doğaüstülerle arası pek de iyi olmayan bir grup,” dedi Rose, yüzündeki endişeden anladığım kadarıyla durum ciddiydi ama her nedense paniklemedim ya da ekstra bir duygu değişimi yaşamadım.
“Neden birden ortaya çıktılar?”
“Cinayetler ulusal kanallarda yayımlandı,” dedi Rose, burnundan soluyordu. “Avcılar da bu durumdan haberdar olmuş oldu. Muhtemelen bu işte bir doğaüstünün parmağı olduğunun farkındalar ve bu yüzden bölgeyi yakın takibe alıp sardılar.”
“Haksız da sayılmazlar,” dediğimde bana üzgün gözlerle baktı. “Bu cinayetlerin arkasında bir insan olmadığını hepimiz biliyoruz. Bence bu durumu katil düşünsün, biz neden tetikte olmak zorundayız?”
“Çünkü biz de insanüstü ırktanız ve onların gözünde potansiyel birer katiliz, Hera,” dedi Rose, sesi bu kez kızgın geliyordu, muhtemelen bu durumu çok fazla hafife aldığımı düşünüyordu.
“Alnımızda doğaüstü yazıyor değil, Rose.”
“Dönüşüm geçireceğimiz anları kestiremediğimiz zamanlar olur,” dedi Rose. “Her an açık hedefiz. Ne zaman ne yaşayacağımızı bilemezsin. Üstelik artık teknoloji sandığımızdan daha ileride. Eskiden doğaüstüleri tespit edebilmek çok zordu, şimdiyse ölüm çanları sayesinde bizi tespit edebiliyorlar.”
“Ölüm çanları da neyin nesi?”
“Bir tür frekans sesi. O ses bizi tetikler, içimizdeki gerçekliği ortaya döker ve asıl doğamızı göstermemizi sağlar. Avcıların ölüm çanlarıyla birçok doğaüstüyü ifşa ettiğini duymuştum. İnsanlar varlığımızdan bihaber olsa da hükümet bizi tamamen bilmiyor sayılmaz.”
Kabul, frekans sesiyle bir şeyleri açığa çıkarıyor olmaları bir nebze olsun ürkütücü olabilirdi.
“Avcı dediğine göre, bizim gibileri öldürüyorlar,” dediğimde başını salladı.
“Ya da hain olmaya zorluyorlar ve hain olanlarımız da iyi bir hayat sürmüyor. Onların deneği olarak hayatlarına devam ediyorlar, denek oldukları süre boyunca kendi ırkları ve tanıdıkları ırklar hakkında bilgileri onlarla paylaşıyorlar. Üzerlerinde deneyler yapılıyor. Bazıları deneyleri kaldıramadığı için kendi infaz kararının altına onay imzası atıyor ve hayatını sonlandırıyor, bazıları da deneyler bittiğinde sefil bir hayat sürüyor ve bir çiple daima onlar tarafından izleniyor. Çünkü bizim bilgilerimizi satan bir doğaüstü deneyler bittiğinde avcıların bilgilerini de bize satabilir. Avcılar oldukça temiz çalışır, böyle bir şeye asla izin vermez, doğaüstülere göz açtırmazlar.”
“Doğaüstülerin çoğu ölümsüz değil mi?”
“Her ölümsüzü öldürmenin bir yolu vardır.”
“Anlamadığım şey, doğaüstüler daha üstünse, nasıl avcıları yok etmiyor ve o sefil hayata, deneylere, ölüme göz yumuyor ki?”
“Avcılar her şeyi atalarından öğrendi. Yüzyıllarca süren gelenekler, bilgi aktarımları, donanım… Haliyle etkisiz hale getirebilmenin yolunu da muhakkak buluyorlar. Aralarında öldürülenler olmadı mı? Oldu. Doğaüstüler tarafından katledilen avcıların sayısı çoğaldıkça, intikamcı avcıların sayısı da çoğaldı.”
“Şu an şehirdeler, öyle mi?”
“Noyan öyle olduklarını öngörüyor. O bir dedektif, biliyorsun. Hükümetle içli dışlı ve iş birliği içinde. Avcılarla ilgili bilgileri edinmesi çok da zor olmuyor,” dedi Rose sıkıntıyla. “Dışarıdayken ekstra dikkatli ol lütfen, bebeğim. Araf senden daha fazla bilgi ve deneyime sahip. O yüzden onunla olman biraz olsun içimi rahatlatıyor.”
“Onunla beraber değilim,” dediğimde dudakları yukarı kıvrıldı.
“Çekimine daha ne kadar karşı koyacaksın? Evet, kişilik olarak tamamen zıtsınız ama aranızda uçuşan alevleri, elektriği, sen ne her diyorsan onu, görmemek imkansız.”
Tam ağzımı açacaktım ki, “Hadi ama Hera,” dedi adımın son harfini uzatarak. “Eğer ilgini çekmiyor olsaydı, bu gece onunla bir randevuya çıkıyor olmazdın, değil mi?”
“Öyle değil.”
“Aman, her neyse. Korunmayı unutma çünkü türü belirsiz melez bir yeğen kucaklamaya hazır hissetmiyorum. En azından şimdilik.”
Rose’a bir baş belası olduğunu ima eden gözlerle bakıp, “Onunla seks yapmayacağım,” dedim.
Abartılı bir şekilde, “Sikişirsin ya da sikişmezsin, bu beni ilgilendirmiyor,” dediğinde yüzümü buruşturdum. “Ama etin etiyle buluşmayı tercih ederse, lütfen ondan bir başlık kullanmasını iste. Burnumu sokuyor gibi görünmek istemem ama Araf’ın sana bir şeyler sokmak istediği açıkça ortada.”
“İğrençsin.”
“Biliyorum. Bu sabah Donovan’ın ağzıma tükürdüğünü hayal ettim ve Aytuğ’u kontrol etmeye gitmeden önce yedek iç çamaşırımı giymek zorunda kaldım.”
“Hemera ve sen, aynı kişiler gibisiniz.”
“Beni şu uyuz ikizine benzetmezsen sevinirim,” diye söylendi Rose, aslında Hemera’yı sevmiyor oluşunun tek nedeni Donovan’dı. Eğer aralarında Nova olmasaydı, eminim Hemera’yla benimle olduğundan daha iyi anlaşırdı. “Neyse git hadi, Araf’ı daha fazla bekletme.”
Etrafıma bakınıp, “Sahiden, o nereye kayboldu?” diye sordum.
“Gözlerin şimdiden onu aramaya başlamış, bu gece kesinlikle fırında mercimek var.”
“Kes sesini de işinin başına dön, azgın peri.”
“Donovan ne kadar azgın olduğumu bilseydi, bir matador gibi eline kırmızı pelerinini alırdı ve bu boğaya nasıl hükmetmesi gerektiğini bilirdi,” diyerek işaret parmağıyla kendini gösterdi. “Hoşça kal, seni seviyorum ve bu gecenin güzel geçmesini diliyorum. Kaçtım ben.”
Rose’un topuklarını yere vura vura koşarak gidişini izlerken boynumu esnettim. Önüme dönmemle, Araf’ın aniden dibimde bitmesi bir oldu ve onun hangi ara geldiğini fark edemediğim için kaşlarımı çatarak ona baktım. Gözlerini indirmiş pürdikkat beni izlerken aramızda iki santimden daha az mesafe vardı ve deri ceketi ile pantolonu benim kıyafetime temas ediyordu. Elektrik kıvılcımlarının çatırtılarını benim gibi onun da duyduğunu biliyordum.
Nefesi yüzüme rüzgar gibi vuruyordu, bu öyle bir rüzgardı ki sıcaklığını alevlerden, esintisini buzlardan almış gibiydi. Yutkunmak istedim ama yaparsam beni yakalardı. Aramızda yükselmeye devam eden tansiyon benim damarlarımı mı zorluyordu yoksa onunkisini mi bilmiyordum.
“Neden yalnız kaldığımız anlarda gözlerini kaçırma isteği duymaya başladın?” diye sorması beni afallattı ve kaşlarımı çatıp, bunu reddeden gözlerle yeşil gözlerin derinliklerine daldım.
Gözleri beni ürpertiyordu, onu ilk gördüğümde de bunu hissetmiştim; geçmişimi sarsan bir ürpertiydi. Onunla daha önce hiç karşılaşmamıştık, karşılaşsak hafızam bunu bilirdi, karşılaşsak o da bunu bana tek seferde söylerdi. O halde bu tanıdıklık hissinin sebebi neydi?
“Hissediyor musun?” Sorduğu soru beni duraksattı.
“Neyi?”
“Hissettiğin şeyin ne olduğunu biliyorum,” dedi bu kez, beni tamamen köşeye sıkıştırmıştı.
“Daha önce karşılaştığımızı mı düşünüyorsun?” diye sordum, sorum anlık olarak dudaklarını yukarı kıvırdı ama dudaklarındaki alaydan uzak bir şeydi.
“Bunu düşünen sen değil miydin, Hera? Yoksa kendi düşüncelerini benim düşüncelerim sanacak kadar içine mi aldın beni?”
Sorusundaki cinsel ima kasıklarımı, derin anlam kalbimi yaktı.
“Her neyse,” diyerek yanından geçecektim ki bir adım yana atarak yolumu kesti ve kafamı kaldırıp tam gözlerine, derinliklerine baktım.
“Ne oldu?” diye sordum.
“Bugün bana hiç zevzek demedin,” dedi ama sanki kuracağı cümle daha farklıydı. Teninden yoğun şekilde gelen baş döndürücü kokuyu içime çekerken düşüncelerimin sürüklendiği uçurum beni ürpertti.
“Kuracağın cümle bu değildi.”
“Birbirimizi ne kadar da iyi tanıyoruz.”
“Öyle mi dersin?”
“Aklından geçen buydu, ben de söyledim. Aynı şeyi düşünüyorsun,” diye fısıldadığında nefesinin sıcaklığı tenimde ilerledi. Bu etkiden nefret ettiğimi düşündüm ama bedenim bu etkiden keyif alıyor gibiydi.
“Önümden çekilecek misin?” diye terslendiğimde dudaklarındaki kıvrım daha da büyüdü ama gözleri öyle sinsi bakıyordu ki, kanım ters yöne akmaya başlamıştı.
“Rose’un söyledikleri hakkında ne düşünüyorsun?”
“Ne kadarını duydun?”
“İkimizi ilgilendiren kısımların tamamını. Geri kalanı dinlemedim çünkü özel hayata saygım sonsuzdur, Taş Bebeğim.”
“Ne kadar da nezaket sahibi, ince bir adamsın,” diye iğneledim onu, daha da derin gülümsedi ama şimdi gülümsemesi alay kokuyordu.
Aniden yüzüme doğru eğilip, yüzünü yüzümün eksenine sokunca nefesim kesildi.
“Endişen olmasın,” diye fısıldadı, sesi bir meltem gibi esip tenimi sardı ve ürpertimi tetikledi. “Rose haksız diyemem, isteklerimi görmüş, beni az da olsun çözmüş ama sen kemerimi ellerinle çözmeden ve o kemeri bileklerime bağlayarak yüzümü duvara yaslayıp, dilini çıplak sırtımda gezdirmeye başlamadan sana dokunmayacağım.”
Kanım asit gibi damarlarımı eritmeye başladığında sadece ona bakıyordum ama bedenim bir vurgun yemiş gibiydi. Kemiklerime kadar dolanan o istek duygusunu bastırmak istedim ama gözleri gözlerime saplıyken, yüzü yüzüme bu denli yakınken ve kelimeler dudaklarından erotik bir melodi gibi dökülürken bunu yapmak çok zordu.
“Neyse, annecik,” dedi alayla ve doğrulup sırtını dikleştirdi. “Akşam sekize kadar yapacağın hazırlıklar vardır. Seni daha fazla alıkoymayayım.”
“Dilin de pabuç gibiymiş, kedicik,” dediğimde gözlerini kıstı.
“Çok uzun bir dilim var, istediğin her yere kolayca ulaşabilir ve onu istediğin her an kullanabilirsin.”
“Arsız,” diyerek yanından geçtim ve hızlı adımlarla çıkışa doğru ilerlemeye başladım. Arkamdan geldiğini hissedebiliyordum ama beni takip etmediği kesindi, yine de sırtımdaki varlığı beni gerim gerim germeye yetmişti. Uzun zamandır, hatta epeyce uzun zamandır birinin varlığı böyle bir gerilime yol açmamıştı. Beğendiğim, takıldığım, hoşlandığım adamlar olurdu ama hepsinin zihninden geçeni bilirdim çünkü bunları hafızaları bana sunardı. Belki Araf ile ilgili bilinmeyenleri öğrendiğimde bu gereksiz çekim sona erer, merak hissi diner, ilgim sönüp giderdi.
Onu esrarengiz buluyor olmamın tek sebebi, kapalı olan hafızası olmalıydı. Esrarengizden fazlası değildi, olmayacaktı, olmamalıydı. Ne zamanıydı ne de o doğru insandı. Doğru insan zırvalığına inanmasam da öyle bir şeylerdi işte. Kafam zaten bir düğümden bile daha karmaşıkken, bir de bir erkeği alıp kafamın içine yerleştirirsem işin içinden çıkmak imkansız hale gelebilirdi.
Dışarı çıkıp atıştıran yağmurun altında hızla yürüyüp arabamın kapısını yukarı kaldırarak açtım. Arabaya bindiğim an gözlerimi ön camdan dışarı uzattım ama orada değildi. Bir an şaşkınlığı hisseder gibi oldum ama bu şaşkınlık, yan tarafımdaki kapı açılana, soğuk hava aracın içine dolana ve Araf ön yolcu koltuğuna sertçe oturana kadar sürdü. Tüm bunlar sadece iki saniyeye sığdığında ve Araf aracın kapısını kapatıp bana doğru döndüğünde, şimdi kaşlarımın ortasında koca bir sorgu yarığı oluşmuştu; ona dik dik bakıyordum.
“Aynı sitede oturuyoruz, beni bırakma nezaketinde bulunmayacak mısın yoksa? Ne kadar kötü kalplisin.”
“Ben de zevzek nerede kaldı diye merak ediyordum.” Emniyet kemerimi bağlarken ona dik dik baktım. “Avcılardan haberin var mı?”
“Evet.”
“Bana neden söylemedin?”
“Aramızdaki cinsel tansiyon yüzünden kanayan burnuma peçete parçaları tıkıştırarak yanında duruyorken nefes alması zor oluyor, haliyle bazı detayları atlayabiliyor insan. Erotizm insanların burnunu kanatıyormuş, bunu fark ettim.” Ona düz düz bakıp cevap vermeden arabayı çalıştırdım.
“Emniyet kemerini bağla.”
“Ben kolay ölmem, bunu daha önce de söylemiştim.”
“Trafik polislerine de bunu söylersin. Yazılacak cezayı sen ödeyeceksen, buyur, emniyet kemerini bağlamasan da olur.”
Hızla emniyet kemerini bağladı.
“Akıllı çocuk.”
“Başımı da okşamak ister misin?”
Caddeye doğru sürmeye başlamadan hemen önce, “Kendini okşatmak mı istiyorsun?” diye sordum.
“Senin beni okşaman için deliriyorum,” demesiyle sertçe yutkundum ama daha ileri gidip beni tamamen köşeye sıkıştırmadı. Arka koltuğa doğru eğildiğini göz ucuyla da olsa gördüm. Ansiklopediyi eline alıp önüne döndüğünde, “Kütüphanede miydin?” diye sordu merakla.
“Evet, buraya gelmeden önce şehir kütüphanesine uğradım.”
“İçine kendimi koymaya çabaladığım kalbini kırmak istemem ama burada yazan çoğu şey uydurmaca,” dedi Araf sayfaları karıştırırken. “Çoğu türün ismi bile yanlış girilmiş.” Parmağını bir resme bastırdı.
“Gece Tilkileri böyle görünmez. Bu daha çok siyah boyanın içine düşmüş normal bir tilkiye benziyor. Gece Tilkileri daha büyük olurlar, tüyleri de siyah ametist taşları gibi parıldar.”
“Belki Karga Sarmaşığı hakkında bir şeyler bulurum diye aldım ama bana da pek elle tutulur bir şeyler bulamayacağım hissi geldi.”
“Karga Sarmaşıkları hakkında kapsamlı bilgiyi Mavi Yaka’daki kaynaklardan bulabilirsin,” dediğinde omzumun üstünden ona baktım. Hala sayfaları inceliyordu ama ona baktığımı fark edince yeşil gözleri bana çevrildi. “Ne?”
“Diğerleri Karga Sarmaşığıyla ilgili bir şey bilmiyor gibi ama sen biliyorsun,” dedim şüpheyle.
“Noyan ve Ramon bilgilidir ama bilgilerini kolayca sunmazlar,” dedi omuz silkerek. “Uyuyan ırklardan biriysen seninle ilgili kaynaklara ulaşmak sanılandan zordur ve uyuyan ırklar kendini gizlediği için hafızalarda yer edinmezler. Ta ki uyanana dek.”
“Karga Sarmaşığı konusunda Ramon Velencoso’dan yardım istemeliyiz sanırım.”
“Sanırım,” dedi Araf, gözlerini tekrar sayfalara indirerek.
“Avcılar hakkında ne düşünüyorsun?”
“Dikkatli olursak sıkıntı çıkacağını düşünmüyorum.” Kafasını kaldırıp yola bakmaya başladığında parmağıyla sayfanın kenarını katlayıp duruyordu. “Sakınan göze çöp batar, derler. Çok üstünde duracak olursak belayı kendimize çekmiş oluruz. En iyisi biraz akışına bırakmak ama tabii ki bunu yaparken dikkatli olmakta da fayda var.”
Haklıydı, yorumda bulunmak yerine siteye varana dek sessizce arabayı kullandım. Araç, sitenin otoparkına girdiğinde kitabın kapağını kapatıp kitabı arka koltuğa bıraktı ve emniyet kemerini çözmeye başladı. Aracı park etmemle beraber koca bir sessizliğin içinde nefes seslerimiz yükseldi.
“Teşekkür ederim,” diyerek bana doğru dönünce yeniden nefesini hissetmek bedenimi gerim gerim gerdi.
“Kendini zorla getirttin,” dedim sadece.
“Çok şükür ki bu gece benimle zorla değil, kendi isteğinle çıkacaksın.”
“Bu gece beni nereye götüreceğini öğrenebilir miyim?”
“Çalıştığım yere,” dedi.
“Çalıştığın yere.” Başımı salladım. “Bir porno stüdyosu değil, değil mi?”
Yüzündeki çizgileri gösteren bir gülümsemenin ardından dişlerini de ortaya çıkardı ve bir kahkaha patlattı.
“Merak etme, porno çekilen bir stüdyoya götürmeyeceğim.”
“İçimi rahatlattın,” diyerek kapıya uzandığımda, “Hera,” diyerek taş kesilmeme neden oldu.
“Evet?” diye sorarken omzumun üstünden ona baktım.
“Karga Sarmaşığı konusunu çözeceğiz,” dedi güven veren gözlerini gözlerimden çekmeden.
Diyecek bir şey bulamadığım için sadece gözlerinin içine baktım. Beni daha fazla sıkıştırmamaya karar vermiş olacak ki kendi tarafındaki kapıyı açıp dışarı çıktı. Onun gidişini izlerken hala arabanın içinde oturuyordum. Onu çözmek zaman alsın istemiyordum, bu gece onunla ilgili tüm merakım dinsin ve aklımdan da kasıklarımdan da silinsin istiyordum. Derin bir nefes alıp kafamı koltuğa bastırarak arabamın tavanına baktım.
“Neden o olmak zorunda?” diye sordum kendi kendime. “Erebos Kapanı aktif olan, düşüncelerini okuyamadığım için merak edeceğim onlarca doğaüstü erkeği vardır zaten. Yok mudur?”
Direksiyona sert bir şekilde vurup homurdanarak arabadan indim ve daireme girene kadar kendime duyduğum öfkeyle kendi içimdeki savaşı büyütmeye devam ettim.
Dairemde beni bekleyen kişi sadece Hemera değildi.
Başta kim olduğunu çıkaramadığım ama sonrasında yüzüne dikkatli bakmamla kimliğini tanımladığım bu adam Baha’ydı. Gölge Teğmeni. Araf’ın yakın arkadaşı olmalıydı, onu sadece bir ya da iki kez görmüş olsam da yüzü hafızama yerleşmeyi başarmıştı. Bir doğaüstü askeri olduğunu vurgulayan kumral saçları üç numaraydı ve üzerinde siyah bir paltoyla salonumun ortasında oturuyordu. Hemera ona bir ucubeye bakıyormuş gibi bakarken cam kenarın dikilmiş, kollarını bedenine sarmıştı. Baha ise Hemera’nın aksine Hemera’ya asla bakmıyordu.
“Merhaba?” dedim sorar gibi.
Baha oturduğu yerden kalkıp, “Merhaba,” diyerek resmi bir şekilde beni selamladı. “Güvenlik için buradayım. Umarım sizi rahatsız etmiyorumdur.”
Hemera, “Ediyorsun,” diye söylendiğinde, Hemera’ya gözlerimi dikerek kötü kötü baktım.
“Hayır ama ne güvenliği bu? Anlamadım,” dedim.
Baha, “Avcılar konusunda gerekli istihbarata sahip misiniz?” diye sordu bana resmiyetle.
“Yani, duydum bir şeyler.”
“Kız kardeşiniz pek dikkatsiz bir yenidoğanmış,” dedi Baha ve Hemera gözlerini belerterek, “Ne?” diye homurdandı.
Baha ona aldırış etmeden yeniden konuşmaya başladı. “Bu gece Araf ile dışarı çıkacakmışsınız, umarım keyifli vakit geçirirsiniz. Aklı başında olan ikiz siz olduğunuz için, uçarı kaçarı olan ikizin velayetini bu gecelik sizden ödünç alıyorum izninizle. Bir avcıya yem olmasını istemezsiniz diye düşünüyorum. Duyduğum kadarıyla insanları kandırma konusunda usta bir yenidoğanmış ve onu korumak zorundayım.”
Hemera topuklarını yere vurarak, “Hey!” diye bağırdı kabaca. “Ben buradayım adam, karşında duruyorum! Saksı değilim ben!” Dönüp bana baktı. “Bu Araf denen götün başının altından çıktıysa ve bu gece o herifle sevişecek olursan doğacak yeğenlerimi sepetin içinde kilisenin önüne bırakırım.”
“Araf değil, Noyan istedi,” dedi Baha, ikizime bakmadan.
“Noyan…” Hemera hüzünlü bir şekilde abartıyla başını sola yatırıp, “Kozalak adamım, bunu senden beklemezdim,” diye mırıldandı burnunu çekerek.
“Eğer Noyan’ın kararıysa, saygı duymalıyız,” dedim ve bu cümlem Hemera’nın bana kocaman gözlerle bakmasına neden oldu. “Ne? Beni bile kandırmıştın, hatırlatırım. Dışarıda avcılar fink atıyorken seni korumak zorundayım çünkü başını belaya sokmaya oldukça meyillisin.”
“Kalbim paramparça edildi.”
“Olsaydı paramparça edilirdi,” diye dalga geçtiğimde burnunu çekip dudaklarını bükerek bana baktı. “Hiç öyle bakma. Yanında birinin olması daha iyi.”
Baha başını sallayıp, “Mantıklı olan ikiz olduğunuzu duymuştum zaten,” dedi.
Hemera kalbine yeni bir bıçak darbesi yemiş gibi tekrar Baha’ya baktı ve “Asıl tehlike beni bu herifle baş başa bırakman olacak,” diye inledi. “Ruhsuz adam.” Hemera bana yalvaran gözlerle baktı ve “Lütfen bari boynuzlu adamım Asil gelsin,” dedi sahteden ağlayarak.
“O seni korumaz, seninle oynaşır,” dedim.
“Hermes onu korkutmuş, beni Meryem Ana olarak görüyor, dokunmaz bile!”
“Dokunmasını mı tercih ederdin?” diye sorduğumda, “E herhalde!” dedi abartıyla.
Hazırlanmak için koridora sapmadan önce, “Baha, eğer bu gece buradaysan misafir odasını kullanabilirsin,” dedim ama Baha’nın verdiği tepkiyi göremedim. Hemera’nın isyan dolu çığlığı ise evimin duvarlarında yankılar uyandırıyordu.
Duş alıp hazırlanmaya başladığımda Hemera ile Baha’nın tartışma sesleri evin her yerindeydi. Hoş, Baha asla karşılık vermiyordu, daha çok Hemera kendi kendine konuşuyor gibiydi. Saç bakın rutinimi yaptıktan sonra elbise dolabımın önünde uzun süre ne giyeceğimi düşünüp askıları yatağımın üzerine atmaya başladım. Kırmızı, klasik bir elbise giyebilirdim ama gideceğimiz yerle ilgili hiçbir bilgim yoktu. Kırmızı iddialı olabilirdi, klasik bir elbisenin kaldıramayacağı bir yere gitme ihtimalimiz vardı.
Sonunda üzerinde çok düşünmemeye karar verdim ve bacaklarında yırtıkları olan deri pantolonumu çıkardım, deri pantolonum bir tayt gibi bedenimi sarıyordu ve yırtıklar bacaklarımı tamamen açıkta bırakmasa da güzel bir görüntü oluşturuyordu. Üzerime siyah, karnımın büyük bir kısmını açıkta bırakan bir büstiyer giydim, büstiyer sütyen yakaydı ve yakası kalp şeklinde görünüyordu. Tıpkı pantolonum gibi, büstiyerim de deriydi ve birbirlerinden farklı görünmüyorlardı; sanki takım olarak satılmış gibi aynı görüntüye sahiptiler.
Siyah stiletto botlarımı da ayağıma geçirip saçlarımın ıslak görünmesini sağlamak için spreyledim, ıslak saçlarımı geriye doğru yatırdım ve sarı saçlarım sırtımdan aşağı ıslak, dağınık bukleler halinde salındı. Bordo ruj, rimel ve keskin elmacık kemiği gölgesiyle geceye hazırdım. Siyah el çantamın içine rujumu, cüzdanımı, arabamın anahtarını ve gerekli her şeyle birlikte telefonumu koyduğumda kapı çalmıştı.
Siyah deri ceketimi kolumun iç tarafına asarak odadan çıktım ve kaosun hüküm sürdüğü salonun önünden geçerek kapıyı açtım. Araf’ın gözleri telefondaydı, hemen kapının önünde dikiliyordu. Beni fark edince gözlerini kaldırıp bana baktı ve göz bebeklerinin içinde kendi yansımamın nasıl yükseldiğini gördüm. Benim gibi deri ceket giymişti, bu kez boğazlı, siyah bir badi giyiyordu ve altında siyah, uzun bacaklarını saran bir kot vardı. Ayağındaki siyah postallar, üzerindekilerle oldukça uyumlu görünüyordu.
“Sözleşmişiz gibi uyumlu görünüyoruz,” dediğinde gözleri hala bedenimde dolaşıyordu. Baha ve Hemera’nın arkada son sürat devam eden kavgası dikkatini çekse de bir şey söylemedi çünkü gözleri bende asılı duruyordu.
Hiçbir şey söylemedim. Zaman bizi önce asansöre sürükledi, ardından o asansörün içindeki ışıklar birbirine yakın duran bedenlerimizden saçılan enerjiyle kısılıp tekrar açıldı. Alt kata inene dek asansörün tamamen karanlığa gömüleceği düşüncesi içimi sıyırıp durmuştu.
Tamir edilen arabasına ilerlerken birkaç kez kendi arabamla gelmeyi teklif etmeyi düşündüm ama bunun saygısızlık olabileceği düşüncesi beni durdurdu. Muhtemelen o da bu düşünceyi fark etmişti ama sessizliğime katıldı ve hiçbir şey söylemedi.
Yüksek, siyah cipine bindik ve yolculuk başladığında onun kokusunun araca nasıl yoğun bir şekilde yayıldığını fark ettim. Karmaşık hislerin yeniden karnımın içinden göğüs kafesime yükseldiklerini hissediyordum.
“Ansiklopediyi inceleme şansın oldu mu?”
“Yok, arabada unutmuşum,” dedim.
“Mitolojiyi seviyor musun? Ansiklopedide mitolojik varlıkların çoğundan bahsediliyordu,” dedi, karanlık bir orman yolunda ilerleyen aracı takip eden gecenin kızıl örtüsüydü.
“Bayılıyor değilim. Pek ilgim yok.”
“Favori çiftin var mıydı peki? Mitolojide.”
Bir süre düşündükten sonra, “Persephone ve Hades,” dedim sessizce. “Senin?”
Her nedense dudakları yukarı kıvrıldı ve “Demek Hades,” diye mırıldandı. “Benimki Pyramus ve Thisbe.”
Yorum yapmadım ama Pyramus ve Thisbe cevabı beni durgunlaştırdı çünkü Araf’tan beklenmeyecek şekilde dramatik bir aşk hikâyeleri vardı. Araç, doksanlardan kalma bir büyüye sahip olan kulübün önünde durduğunda ona garip garip baktım.
“Barmen misin?”
“İzle ve gör,” diyerek emniyet kemerini çözüp araçtan indiğinde onu takip ettim.
Kafamdaki karmaşa gitgide daha da çoğalıyor, onu çözdüğümü sandığım yerde daha da büyük bir esrar doğuyordu. Kulüpten içeri girerken soluduğum sigara ve yasak madde kokusu ciğerlerimi yaktı ama beni rahatsız etmedi. Kulübün girişindeki uzun ve dar koridor kırmızı renge boyanmıştı, duvarlarda eskitme görüntüsü verilmiş onlarca poster vardı. Önümde ilerlerken bir an durup eliyle ileriyi işaret edip nazikçe bana yolu gösterdiğinde başımı sallayarak yanından geçtim ve birden büyük bir alana geçiş yaptık.
Yüksek platformda görkemli bir sahne vardı ama sahne gotik bir görüntüye ev sahipliği yapıyordu. Sahnenin altındaki yoğun kalabalık kaşlarımı çatmama neden oldu. Sahnede küt saçlı bir adam, elindeki gitarın akordunu yaparken bir yandan da yere koyduğu şarap şişesini eline alıp kafasına dikip duruyordu.
“Benimle gel,” dedi Araf ve o anda mikrofondan yükselen sinir bozucu ses her yana yayıldı.
Beni siyah bir perdenin altından geçirip yeni bir koridora soktuğunda aynı duvar hizasında sıralanmış dört, beş kapı gördüm. Kapılardan birini açıp içeri girdi, içeriden yoğun bir votka kokusu dışarı süzüldü ve bir adım sonra odanın içindeydim. Siyaha boyalı duvarlara asılmış onlarca plak, boş cd ve posterin olduğu odanın içinde yürümeye başladı, etrafı ampullerle sarılı makyaj aynasının önünde durduğunda neler olduğunu anlamaya çalışan meraklı gözlerle ona bakıyordum.
“Garip şeyler görmeye alışkın olduğun için bir sorun olmaz herhalde?” dedi sorar gibi, ben daha ne olduğunu anlamadan gözlerini yumduğunu gördüm ve saçları usul usul uzayarak omuzlarına doğru inmeye başladı. Bu, onu ilk kez uzun saçla görüşüm değildi; dönüşüm geçirdikten sonra da insan formunu aldığında saçları tıpkı şu an olduğu gibi uzundu. Uzayan saçlarını karıştırarak bana dönünce, yüzümdeki stabil ifadeyi görmek onu gülümsetti. “Gerçekten de alışmışsın, Taş Bebek.”
“Burada neler olduğunu açıklamanın zamanı gelmedi mi?”
“Benimle gel,” diyerek odadan çıktı, arkasından odadan çıkarken kaşlarım iyiden iyiye çatılmıştı.
Perdenin arkasından çıkarak kalabalığın içine karıştı. Bir an yön duygumu kaybettim, onu hiçbir yerde bulamadım. Etrafıma şaşkın bakışlar atarak gotik giyinmiş kalabalığın içinde ilerlerken, “Araf,” diye mırıldanıyordum ama görüş alanımdan öyle çok çıkmıştı ki, baktığım hiçbir yüz ona ait değildi.
Elektro gitardan gelen anlık sesin ardından biri yabancı dilde şeyler mırıldandı ve tanıdık gelen ama bir o kadar da yabancı olan güzel sese bakmak için gözlerimi sahneye çevirdim.
Dudaklarını mikrofona yaslamış kısık gözlerle mırıltısını şarkıya dönüştürmeye başlayan adamı gördüğümde tüm uzuvlarım, hafızamla beraber dondu. Üstündeki deri ceketi ve badiyi çıkarmıştı, altındaki kotu saymazsak bedeni çıplaktı. Uzun saçlarının arasında keskin duran yüzüne bakınca göğüs kafesimde bir şeyler parçalanmaya başladı ve yeşil gözler beni bulduğu an, kalabalıktan bir çığlık yükseldi.
“Plüton!”
O kalın sesin mırıldandığı şarkı birden vahşileştiğinde, ses tonunu bu kadar sert ve kalın şekilde kullanabilmesi beni dehşete düşürdü. Brutal vokal, diye düşündüm ve sonra yeşil gözleri gözlerimin içinde daha da derinleşti.
Durdum ve bir an idrak edemedim.
Bir kez daha, “Plüton!” diye bağırdılar ve kolundaki akrep dövmesinin şişmesine neden olacak bir hareketle boynuna astığı gitarı çalarak vokaline kaldığı yerden devam etmeye başladı.
Bu duyduğum, Plüton’un sesiydi.
Plüton onun sahne ismimi miydi?
Dahası…
Araf Murat Akalan bir rock yıldızı mıydı?
🎧: Type O Negative, I Don’t Wanna Be Me