Korkuma neden olan şeylere meydan okumayı öğrendiğimde, cesaretimin korkularımdan daha güçlü olduğunu öğrenmiştim. Cesaret benim kitabımın sayfalarını oluşturan kelimeler gibiydi ve her bir meydan okumam, aslında benim kaleme aldığım bir karakterdi.
Kanımda dolaşan korkuyu bastırmaya, cesaretimle yok etmeye çalıştığımda, Araf’ın cam gibi keskin bakan yeşil gözleri yüzümün tam ortasında kanıyordu. Gözleri cesede, ardından yeniden bana çevrildiğinde, bakışlarının kıskacı beni yaralayacak kadar kuvvetliydi.
“Hemera’nın bana ihtiyacı var,” diyerek geri çekildiğimde, Araf’ın bakışları hâlâ üzerimdeydi.
Merak ediyordu. Katilin cinayet işleme tarzına nasıl sahip olduğumu, nasıl tıpkı onun gibi birini öldürdüğümü merak ediyordu. Bunu ben de merak ediyordum ama cesaretim o kadar derine inecek güce sahip değildi. Korkmamak istesem de göğsümün içini pençelemeye başlayan o hisse yenik düşmek üzereydim.
“Buradan hemen gitmeliyiz,” dediğimde kanatlarım yere sürtündü. Araf, sırtımdan taşan kanatlara bakarken başını salladı. Kanatlarımın usulca derimin altına, inine dönen bir canavar gibi çekildi. Acıyı hissettim ama odaklanamadım. Kemiklerim kırılıyormuş gibiydi ama hiçbir şey Hemera’yı düşünmemin önüne geçememişti; buna acı da dahildi.
Sendeleyerek Araf’a tutundum. Bedeni hâlâ sıkışıklık içinde olduğundan normalinden daha büyüktü. Boyu çok uzun, omuzları genişti ve sesi de hırıltılı yükseliyordu. Pantolonu parçalanmasa da yüzeyinde yer yer yırtıklar oluşmuştu.
“Hemera’yı aramalıyım,” diyerek telefonumu tutmaya çalıştığımda tırnaklarımın hâlâ pençe gibi uzun olduklarını gördüm, içine vahşetin izleri yayılmıştı; kan kurumuş olsa da hissiyatı hâlâ tırnaklarımın, daha doğrusu pençelerimin içindeydi. Pençelerle zor da olsa telefonumu açabildim. Tüm bunlar olurken Araf’a yaslı duruyordum, ortam o kadar karanlıktı ki bir şeyleri patlatabilmemizin imkanı yoktu ama yine de teninden tenime çarpan kıvılcımları hissediyordum. Hemera telefonu açmayınca hızla araca yöneldim.
Araf, normalden daha büyük cüssesiyle cipe zor sığsa da bedeni usul usul sönmeye, normaline en yakın haline dönmeye başlamıştı. Araç adeta uçtu ama ne kadar hızlı ilerlerse ilerlesin, benim içimdeki kasırga dinmedi, zaman sanki benim için çok yavaş ilerliyordu.
“Biraz daha hızlan,” dedim sırtımdaki ağrıyı yok saymayı deneyerek. Araf tek kelime etmeden aracı daha da hızlandırdı.
Cip, otoparka girdiği anda araçtan kapıyı parçalar gibi açarak indim ve hızla koşmaya başladım. Hemera’nın yaralandığı gün kafamın içinde pervane gibi dönüyor, yeniden aynısını yaşama korkusu pençelerini boğazımda gezdiriyordu. Asansöre bindiğimde Araf yetişemedi, kapılar üzerime kapanırken son kez onunla göz göze geldik ve asansör büyük bir hızla yukarı tırmanmaya başladı.
Evimin olduğu katta duran asansörün kapılarının açılması sadece birkaç saniye sürmüş olmasına rağmen, bu süre bana bin yıl gibi gelmişti. Kendimi hızla koridora atıp, kızıl ışıklarla aydınlanan koridorda son sürat koşmaya başladım. Evin kapısının önüne geldiğimde, beni korkutan bir diğer ayrıntı hemen oradaydı; kapı aralık duruyordu. İçeride tehlikenin sürüyor olabileceği düşüncesiyle kapının kulpunu yavaşça tutup ileri doğru iterken kalbim göğsümün içinde deviniyordu. Etrafı dinleyerek kapıyı aralayabildiğim kadar araladım; o süre zarfında binadaki Erebos Kapanı’na sahip olmayan tüm hafızaların kapıları bana açıldı ve karmaşık ses örgüsü başımı döndürdü.
Asansörün zilinin sesi etrafa yayıldı, kapıların açılırken çıkardığı sesi duydum ve Araf bir ninni gibi, “Hera,” diye fısıldadı. “İçeri tek başına giremezsin. Beni bekle!”
Araf’ı dinlemedim, içgüdülerimi dinledim, belki de korkularımı dinledim. Böyleydi işte. Birini kaybetmekten çok korkarsanız, kaybolan siz bile olsanız, onu var etmeye çabalardınız. Kapıyı ardına kadar açmamla, evin dağınıklığı beni karşıladı. İçerisi karanlıktı ama gözlerim karanlıkta da görüyordu; bunu kızıl görüşüme mi borçluydum bilmiyordum. Devrilen berjere, ortadan ikiye kırılan cam sehpanın iki farklı boyuttaki parçasına, tırmalandığı her halinden belli olan dört büyük pençe iziyle yırtılmış perdeye bakakaldım. Araf hemen arkamdan eve girdiğinde, o da böyle bir manzara görmeyi beklemiyormuş gibi donup kaldı.
“Siktir,” dedi kısık bir sesle.
“Hemera?” İçeri doğru bir adım daha atarken göğsüm korkuyla çarpıyordu. “Hemera, burada mısın bebeğim?” Algılarım tamamen kapandığından mı yoksa gerçekten evde tek bir kalp atışı duyamadığımdan mı bilmiyordum ama bir an kendimi kaybolmuş, kaybetmiş gibi hissettim.
“Gölge Teğmeni’nin onu koruyacağını söylemiştin!” diye bağırarak Araf’a döndüğümde, yere eğilmiş, parmaklarının arasında tuttuğu bir şeye baktığını gördüm. Ona doğru yürürken, “Ne o?” diye sordum.
“Baha arkasında iz bırakmış,” dedi ve parmağını havaya kaldırarak iki parmağının arasına hapsettiği şeyi bana gösterdi. Altın yaldızların parladığı bir zırh parçasıydı bu. “Bu, güvendeler demek.”
“Bunu nasıl anladın?” diye sorarak parçaya dokunmak için elimi uzattığımda, Araf büyük elini geri çekerek parçaya dokunmamı engelledi.
“Çünkü bu bir tür teğmen gps cihazı. Kendi dönüşüm zırhından bir parça bırakırsa, bu onun konum bilgilerini içeriyor ve güvende olduğu anlamına geliyor demektir,” dedi Araf gözlerimin içine bakarak. Kalbimdeki korku bir köşeye geçti, daha kısa bir forma gelen tırnaklarıma baktım, bedenim kendi normaline usulca geri dönmeye devam ediyordu ama güç hâlâ içimi sıkıştırıyordu. Hemera’nın iyi olduğunu duymak, güvende olduğunu bilmek kafamı toparlamamı, panik havasının bir nebze olsun kırılmasını sağladı.
“Peki neredeler? Hemera yanındadır, değil mi?”
“Gölge Teğmenleri onlara emanet edilen kimseyi arkasında bırakmaz. Güvendeyim parçası bıraktığına göre, deli kız kardeşin de güvende demektir.”
“Neredeler?” diye tekrarladım sorumu sertçe.
“Bana baskınlık kurduğunda sertleşiyorum,” diye alay edince ona dik dik baktım. “Tamam tamam,” diyerek parçayı havaya kaldırdı. “Konum bilgilerine ulaşabilmem için parçayı başka bir zırhla ya da zırhın bağlı olduğu bir şeyle birleştirmem gerekir.” Bunun mantığını çözemesem de başımı sallayarak devamında ne söyleyeceğini beklemeye başladım. Bir süre sustu ve “Zırha ya da zırh parçalarının bağlı olduğu bir şeye nasıl erişilir bilmiyorum ki,” dedi.
“Hemera’yı bulmam gerek!”
“Böyle parçalara anca antika ailesinin evinde rastlanır,” dedi Araf ayaklanırken.
“Antika ailesi?”
“Velencosolar tabii ki, başka antika mı var?”
“Sen de antika sayılırsın.”
“Kırıcı konuştuğunda da tahrik oluyorum, benden söylemesi.”
“Kız kardeşimi bulmalıyız. Hemen,” diyerek kapıya yöneldiğimde, “Hera,” dedi ve adımlarım aniden durdu. “Hemera güvende, peki ya sen? Sen güvende misin?”
“Güvende olup olmamak umurumda değil, kız kardeşimi bulmalıyım.”
“Katil ve senin tarzınız tamamen aynı,” dedi bu kez, sırtım ona dönük halde donup kalmama neden olan cümlesinden sıyrılıp kaçamadığımı fark ettim. Haklılığı bedenimi bir sarmaşık gibi sarıyor, beni boğuyordu. “Tüm oklar üzerine dönebilir. Açık hedef haline gelebilirsin. Diğer doğaüstüler senin bir doğaüstübüken olduğunu düşünebilir, seni infaz etme kararı alabilirler. Ortalığı birbirine katan seri katil olduğunu düşünmelerini istemiyorum. Bu sorunu çözmemiz gerek.”
“Tarzlarımızın benzediğini düşünüyorsun,” diye fısıldayıp omzumun üstünden ona baktım. “Peki hiç onun ben olabileceğimi düşündün mü?”
Dürüstçe, “Evet,” dedi. “Elbette düşündüm. Ama şu an düşünmüyorum.”
“Ben de düşünmemek istiyorum.”
Araf, tek bir an için gözlerimin içine beni anlıyormuş gibi baktı. Daha sonra o anlayışlı bakışlar, sert bir ifadeyle perçinlenerek gözlerinin haresinden silindi. “Kendinden şüphe duymaya başladığını biliyorum,” dedi. “Hiç düşündün mü? Belki de o şey, senin de kendinden şüphe etmeni istiyordur.”
“Benim kim olduğumu bilmeden bunu nasıl yapabilir?”
“Senin kim olduğunu bilmiyor ama gücünü biliyor, gücünü taklit edebilecek güçte bir şeyse, neden bunu yapamasın?”
Buna verecek bir cevap bulamadım. Sadece Araf’ın bana ekmek istediği farkındalığın parladığı gözlerine baktım. “Gitmeliyiz,” dediğimde gözlerini kapatıp açmakla yetindi.
Evden çıkarken arkada bıraktığımız dağınıklık umurumda bile değildi. Umurumda olan sadece Hemera’ydı, onu bulmak istiyordum, onu bu işten sıyırıp çıkarmak istiyordum; güvende olmasına ihtiyacım vardı. Ne kadar çılgının teki olsa da bu iş onu korkutuyordu, içine girdiğimiz bu dünyadan korktuğunu görmüştüm. Normal olmak istiyordu, normal bir hayata ihtiyaç duyuyordu. Bense onu bu kalabalığın, bu kaosun içine sürüklemiştim. Şimdi nerede olduğunu bile bilmiyordum, bildiğim tek şey gerçekten korktuğuydu.
Araf’ın cipi perişan haldeydi. O ciple şehir merkezinde dolaşmak imkansızdı, bir polis arkamıza takılır, aracın nasıl bu hale geldiğini sorgular, tutanak tutar, bizi sorguya bile çekebilirdi. Kızıl Yaka güvenli bir yer değildi, bu yüzden polis memurları şehri daha sıkı gözlemliyor, daha sıkı güvenlik önlemleri alıyordu ve şehirde her gün yeni bir yasa yürürlüğe giriyordu. Cinayetlerin çoğalmasıyla yasalar da yenilenmeye başlamıştı. Bu yüzden benim arabama atladık. Direksiyon başına geçmemi istemiyordu ama kafamı dağıtmak için araba kullanmaya ve mantıklı düşünceleri zihnime çağırmaya ihtiyacım vardı.
Araf’ın çıplak göğsünün üzerinden geçirdiği emniyet kemerine bakarken, “Belki de bir şeyler giymeliydin,” dedim, omuzları hâlâ çok geniş görünüyordu ama genişleyen bedeni kendi insan fiziğine inmeyi başarmıştı.
“Vaktimiz olduğunu sanmıyorum,” dedi Araf elini ön konsola vurarak. “Manzaranın tadını çıkarmayı bırak da Velencosolara sür, taş bebeğim. Daha sonra senin için farklı bir görsel şölen hazırlarım.”
Avucumun içiyle direksiyonu sertçe çevirmemle, Araf, “Siktir,” dedi. “Avucunun içiyle o hareketi yaparken sana bakmamam lazımmış, bunu anladım.” Gözlerini ön cama çevirdiğinde ona yandan bir bakış atıp aracı hızla otoparkın yüksek rampasından geçirip yokuşu tırmandırdım, nihayet otoparktan çektiğimizde gökyüzünün karanlığına kızıl bir sis eşlik ediyordu.
“Teğmen, Hemera’yı yanında tutabilecek mi bilmiyorum,” dedim. “Ne kadar korkmuş olsa da Hemera yırtıcıdır, ele avuca sığmaz. Korku onu daha vahşi birine dönüştürebilir. Umarım kafasına göre bir şey yapmaya kalkışmaz.”
“Baha onun üstesinden gelebilecek türden bir adam. Endişen olmasın.”
Gözlerimi anlık Araf’a çevirip, “Diğerlerine anlatacak mısın?” diye sordum merakla.
“Neyi?”
“Yaptığım şeyi.”
“Bir canavarı haşat ettiğini mi? Seninle böbürlenmek için evet.” Gözlerini tekrar ön cama çevirirken ifadesi sertleşti. “Sormaya çalıştığın şey, cinayet işleme tarzınızın benzerliğiyse eğer, hayır. Seni hedef haline getirmeyi göze alamam.”
“Neden beni koruyorsun?”
“Nedenini anlamamış olamazsın,” dedi sadece, başka hiçbir şey söylemedi, devamında bir şeyler sormayacağımdan emin gibiydi; konunun burada kapanması gerektiğini düşünüyordu.
“Bu işin sonunda ekipten bir şeyler sakladığın için sen de yanacaksın,” dedim.
“Etrafında dolaşırken ateşlerinden yeterince payımı aldım. Senin bu mesafede yanında oturuyor olmak bile oldukça yakıcı. Biraz daha yanmakta sorun görmüyorum.”
Altımızdaki aracı hızlandırmama neden olan cümlesinin beni etkisi altına almaması için çok uğraştım ama olmadı, göğsümün etrafına kara, zehirli bir yılan gibi dolanan o hissi durduramadım; o his güçlü bir şekilde göğsümü boğmaya başladığında o hisse savaş açmadım. Sessizdik, ikimiz de susuyorduk, aramızda bir şey varsa bile bunu reddediyorduk çünkü bazı şeyleri ne kadar reddedersen, ondan aldığın zevk o kadar çoğalırdı.
Velencosoların konağına gitmek için orman yolunu tercih ettik, orman yolu her zaman olduğundan daha karanlık, daha ıssızdı. Yabani ceylanlar ormandaki yüksek ağaçların arasında, sütun gibi yere inen gök ışıklarının altında otlanıyorlardı. Araç yanlarından hızla geçtiğinde ürpererek aracın içine baktıklarını gördüm, daha sonra onları arkada bıraktım ve gösterişli, heykellerle süslenmiş yüksek kubbelere sahip Velencoso konağının önüne geldik. Siyah, yüksek demir korkulukların arkasında kalan konağa bakarken emniyet kemerimi çözdüm.
Velencosoların tek kadın varisinin orada, kapının önündeki iki büyük aslan heykelinin ortasında durmuş bize baktığını gördüm. Varlığımızı kolaylıkla hissetmişti. Yine on dokuzuncu yüz yıldan kalmış gibi görünen vatkalı, kabarık elbisesinin içindeydi ve ince belini vurgulayan korsesi çok uzaktan bile varlığını belli ediyordu; o korsenin içinde nefes almak zor olsa gerekti.
“Modaya uyması gerekiyor,” dedi Araf kapıdan çıkarken. “Ayevi ve o bana kendimi çöl gribiyle mücadele edilen, gripten ölenlerin üzerini kireçle örttükleri on dokuzuncu yüz yıl zamanlarındaymışız gibi hissettiriyor.”
Vasili Velencoso demir parmaklıkların uzandığı korkutucu kapıya doğru yürümeye başladı. Kapıdan bir metre uzakta durup, avuç içlerini birbirine vurmasıyla, demirler gıcırdadı ve kapılar usulca iki yana kanat gibi açılmaya başladı. Vasili, “Ziyaretinizi neye borçluyuz?” diye sorarken dantel eldivenlerin sardığı ince ellerini birbirine bastırıp, avuç içlerini birbirine yasladı.
“Vasili, bu gece de ay ışığı kadar şıksın,” dediğinde Vasili, arabada söylediği şeyi duymuş olacak ki ona alayla karışık rahatsız edici gözlerle baktı. “Yemedin, değil mi?” Araf, suçlu bir çocuk gibi sırıttı. “Ramon Velencoso ile acil bir görüşme talep ediyorum. Hayati bir mesele.”
“Ramon beslenmek için dairesinden ayrılalı birkaç saat oluyor, az sonra burada olacaktır.” Vasili bir adım geri çekilip yan dönerek eliyle konağı işaret etti. “Şöyle geçin.” Gözlerini Araf’ın çıplak göğsüne çevirdi. “İçinde bekar bir hanımefendinin de yaşadığı konağa bu kadar özensiz bir şekilde, yarı çıplak gelmen hoş dedikodulara sebep olmayacaktır, Akalan.”
“Şimdiden söyleyeyim Vasili, dedikodulara konu olursak seninle evlenmem.” Parmağını kalbine bastırdı. “Burada bir evlilik gerçekleştirdim. Seni gelecekteki -tabii ki kandırıp nikah masasına oturtabilirsem- eşimle tanıştırayım. Aa zaten tanışıyordunuz, değil mi?” Araf, bir elini belime koyup beni önüne çekince, tenimde eriyen dokunuşu beni sarstı ve konağın önündeki küçük sokak lambası birden yanmaya başladı. “Vay be,” dedi Araf. “Sadece söndürürüz sanıyordum, yakıyormuşuz da.”
“Bu güzel kadının seninle işi olacak mı? Sanmıyorum,” dedi Vasili, ardından bana çapkın bir gülümseme yolladı ve “Kadınlardan da hoşlanıyor musun?” diye sordu.
Araf, “İşte şimdi çok olmaya başladın rüküş kadın,” dediğinde Vasili’nin ilk kez karga kahkahaları attığını duydum.
Ramon, biz konağa girdikten yaklaşık yirmi dakika sonra buradaydı. Avucunun içindeki gözleri saklamak için taktığı eldivenini düzelterek altın varaklı tekli koltuğuna otururken, “Demek Hemera ve sen yine bir saldırıya uğradınız,” dedi şaşkınlıkla.
Valerio, abisinin oturduğu koltuğun altın varaklı kolçağına kalçasını yaslayarak, “Hemera şu seksi esmerdi, değil mi? Yüzü seninkisinin bir kopyası olan,” dedi beni işaret ederek. Onu duymazdan geldim, Araf’ın gözleri ise Valerio’ya saplanmış haldeydi. Valerio, Araf’ın bakışlarından hoşlanmış gibi sırıttığında, Araf burnundan sert bir nefes verdi ama gözlerini Valerio’dan çekmedi.
“Valeri,” dedi Ramon, Valerio’ya. “Misafirimizi rahatsız etmeyi bırak seni şımarık velet.”
“Ben şımarık bir velet değilim, sen yaşlı bir keçisin,” dedi Valerio gözlerini indirip, abisine dik dik bakarak. Aynı koltuğun üzerinde bir süre birbirlerine kötü kötü baktılar ama Ramon gözlerini yeniden bana çevirdi. “Bu veledin kusuruna bakmayın, son zamanlarda ergenlik sancıları çekiyor.”
“Benim yaşımın kaç olduğundan haberin var mı senin?”
“Bizler ergenliğe o yaşlarda gireriz salak seni,” dedi Ramon. “Kendini iyice insandan sayar oldun.”
“Bunak.”
“Kes sesini, sünepe. Beni rezil ediyorsun.” Ramon gözlerini tekrardan bana çevirirken, “Tekrar özür diliyorum, Güzel Hera,” dedi. “Hemera ve Baha kayıp mı yani?”
Araf, parçayı çıkarıp, “Baha zırhından bir parça mühürleyerek bırakmış,” dedi. “Bunu aktif edip nerede olduklarını bulmamız gerekiyor.”
Ramon, “O iş kolay,” dediğinde, Araf, “Sana buranın bir antikacı olduğunu söylemiştim,” dedi.
“Öyle demedin. Velencosolar antika dedin.”
“Sussana! Ele niye veriyorsun ya?”
“Çocuklar,” dedi Ramon parmağını şıklatarak. “Onları bulmak kolay ama ortada daha büyük bir sorunumuz var. Hera ve Hemera hâlâ hedef demek değil mi bu?”
“Bana saldıran yaratığı ortadan kaldırdım,” dediğimde, Ramon’un bakışlarına şaşkınlık dağıldı. Valerio kaşlarını kaldırıp önce abisine, sonra bana baktı ama o da söyleyecek bir şey bulamamış gibiydi.
Frederick, “Bu seksi tanrıçanın çok tehlikeli olduğunu daha önce de söylemiştim,” dediğinde, sesinin geldiği yöne baktım ve merdivenlerde olduğunu gördüm. Arkasına aldığı bir tablonun önünde dikilmiş, kollarını göğsünde bağlamıştı. Küllü kumral saçları dağınık görünüyordu, sivri köpek dişlerini göstererek sırıttığını gördüm. “Demek bir doğaüstü öldürdün.”
“Yaratıktı,” dedim.
“Yaratıklar da doğaüstüdür.”
“Ona saldıran, onu öldürmeye çalışan bir yaratığı öldürdü,” dedi Araf sertçe. “İkisi arasındaki farkı böyle daha iyi anlarsın diye düşünüyorum, Fred.”
“Avukat Leoparımız da buradaymış,” diye şakıdı Frederick. Ardından basamakları inmeye başladı ve “Ne olursa olsun, bir doğaüstünü katletmiş, Ramon,” dedi sertçe. “Bu işin içinde bulunmamalısın. Tulpar kendi isteğiyle o küvete girdi ama bu kez bir doğaüstü öldürüldü.”
“Sana o doğaüstünün Hera’ya saldırdığını söylüyorum, küçük kafan bunu almıyorsa o küçük kafana güzelce sokabilirim. Bunu.” Araf aniden oturduğu yerden kalkınca, parmaklarımı hızla onun bileğine sararak onu durdurdum. Frederick, Araf’ın öfkeli bakışlarına aldırış etmeden sırıtarak son basamağı da indi ve kıvırcık saçlarını karıştırdı.
“Sadece şaka yapıyordum. Seni gerginken izlemek çok keyifli oluyor, Kar Leoparı.”
Valerio, “Aptal şakalarını kendine sakla,” dedikten sonra bana baktı. “Kendini savunmuşsun. Üstelik bir katille anlaşması olan doğaüstünü elbette etkisiz hale getirmeliydin. Sana hiç ipucu verdi mi?”
Araf, “Hiçbir şey söylemedi, sadece onu kimin yönlendirdiğini biliyoruz, o kadar,” diyerek cevabımın önüne bariyer ördüğünde, daha fazla detay vermemem gerektiğini fark ederek Araf’a uyarak sessizliği kuşandım.
“Bu iş gitgide ilginçleşmeye başlıyor. Katil sürekli Hera’nın etrafında dönmeye başladı,” dedi Ramon çenesini kaşıyarak. “Sanırım büyük çarpışmaya az kaldı.”
“Büyük çarpışma mı?”
“Çeşmeden akan kanın miktarı çoğalıyor,” diye fısıldadı Ramon esrarengiz bir sesle. “Her neyse.” Aniden ayaklanınca karman çorman gözlerle ona baktım. “Beni takip edin çocuklar.”
Merdivenlere yöneldiğinde, Araf ayağa kalkıp hiç beklemediğim anda elimi tutarak beni ayağa kaldırdı. Elimi tutmasına şaşırsam da elimi geri çekemedim. Ortalık yeterince dağınıkken onun da kafamın içine sızıp içeriyi daha çok dağıtması beni ondan bir adım uzağa gitmeye itiyordu aslında. Ama o adımı atamıyor, uzaklaşamıyordum. Frederick’in yanından geçerken, bilinçli yaptığına emin olduğum bir şekilde omzuyla Frederick’in omzuna sert bir tane geçirdi. Frederick geriye doğru sendelerken boğazından güçlü bir hırıltı yükseldi ama bu hırıltı atak olarak şekillenmedi, sadece hırıltı olarak kaldı.
Elim Araf’ın elinde basamakları tırmanırken anlık bir farkındalıkla parmaklarımı parmaklarından kurtardım, gözlerini bana çevirdi ama bakışları uzun süre yüzümde asılı kalmadı, tekrar önüne bakıp basamakları tırmanmaya devam etti. Ramon bizi konağın büyük kütüphanesine soktuğunda, tozun ve kitap sayfalarının kokusu boğazıma doldu ve bu beni öksürttü. Yüksek rafların arasında ilerleyip, rafların tam ortasında kalan zemini ahşap kaplı boşluğa ulaştık.
Ramon, “Beni burada bekleyin,” diyerek rafların arasında kaybolduğunda, Araf’ın gözleri omzunun üzerinden bana süzüldü.
“Dostun bile olsa, kimseye sonuçlarını bilmediğin bir şeyin detaylarını verme,” dedi sert bir sesle. Bakışlarım onun gözlerine tutundu, gözlerinde yaşanmışlıkları gördüm. Her ne kadar alaycı bir yanı olsa da bu hayatı benden daha uzun süredir deneyimliyordu ve benden daha fazla bilgi birikimine sahip olduğunu biliyordum.
Ramon, elinde büyük bir ansiklopediyle dönüp, “Parçayı ver,” diyerek eldivensiz elini Araf’a uzatarak avuç içini açtı. Araf, parçayı avucuna bıraktığı anda Ramon bağdaş kurarak yere oturdu ve ansiklopedinin sayfalarından birini açtı. Karmaşık harflerin oluşturduğu sarmallardan birinin üzerine parçayı koymasıyla, yaldızlar kuvvetle parladı ve altın rengi bir ışık Ramon’un tüm yüzünü altın seline boğdu.
“Pekala çocuklar,” diyen Ramon, ansiklopediden ellerini çektiğinde, zeminde duran ansiklopediden ışıklar süzülmeye devam ediyordu. “Sanırım doğru parça üzerinde çalışıyoruz.” Bu cümlenin arkasından, ahşap zeminde ilerlemeye başlayan altın rengi sütunu gördüm. Yaldızları parlıyor, göz alıyordu ve usulca hareket ederek ilerleyip yere bir şekil çiziyordu. Ne kadar uzun süre altın rengi ışığın yaldızlı çizgilerini izledik bilmiyorum ama sonunda yerde, zemini kaplayan büyük bir harita oluşmuştu. Haritaya bakarken göz bebeklerim genişledi ama siyah olan gözlerimdeki bu ayrıntı kimse tarafından fark edilmedi.
“Bu çılgınlık,” dediğimde Araf, “Dedi sırtından kanat çıkaran seksi meleğim,” diye fısıldadı.
Yerdeki haritanın bir fotoğrafını çektikten sonra eğilip altın yaldızın turuncu bir yaldıza dönüştüğü noktayı işaret ettim. “Buradalar mı?”
“Sen bu işi çözmüşsün,” dedi Ramon keyifle gülerek. “Evet, konumları burası. Birlikteler.”
Gözlerimi telefonumun ekranına çevirdim, turuncu kısım telefonumdan da belli oluyordu. Hızla Araf’a doğru dönerek, “Bu haritadaki altın yaldızları takip ederek onları bulacağız değil mi?” diye sordum.
“Vay canına, seni doğa harikası zeka küpü seni,” dedi Araf eğlendiğini gösteren, beğeni dolu bir gülümsemeyle. Gülümsemesi hâlâ dudaklarında asılı duruyorken gözlerini haritaya indirdi ve bir müddet beklemenin ardından kaşları çatıldı. “Doğaüstü askeri üssü,” dedi dalgın bir sesle. “Demek onu buraya götürmüş.”
“Orası neresi?”
“Doğaüstü askerlerin üssü,” dedi. “Güvenliğin en yüksek olduğu yerdir. Oraya ne insan ne de doğaüstü girebilir. Sadece asker olan doğaüstülerin girme izni var.”
“Bu da demek oluyor ki, oraya gidemeyiz,” dedim gözlerimi devirerek. Uzun süre askerlerle yaşamış, onları eğitmiş, kurallarını öğrenmiştim. İnsan askerlerin kuralları nasılsa, doğaüstü askerlerin de kuralları ona yakın şekilde yazılmış olmalıydı; hatta kesinlikle onların güvenlik duvarları bizimkilerden daha sağlam olmalıydı. Araf, bu kadar kolay kabullenmeme şaşırmış gibi tek kaşını kaldırarak bana baktı. “Ne?” diye sordum. “Askerlere her zaman saygım vardır.”
“Hemera’yı oraya sokmakta zorlanmış olmalı,” dedi Ramon. “Hemera yaramaz bir kadın ve askeri üslere henüz türü bile belirtilmemiş doğaüstüleri almazlar. Tehlikenin sona erdiğini düşündüğünde Baha onu size geri getirecektir.”
“O zamana kadar Hemera’yı askeri üste mi tutacaklar? Bu imkansız, Hemera orayı darmadağın eder,” dedim. “Ona ulaşmamın bir yolu yok mu?”
“Telefonla görüşebilirsiniz,” dedi Araf. “Üssü arayabiliriz. Bunun için Noyan’ı devreye sokalım. Askerlerle arası iyidir o kozalak adamın.”
“Baha’ya kardeşimi getirmesini söyleyelim.”
“Baha bu isteğini reddedecektir, onun kendine göre güvenlik kuralları var.”
“Kardeşimi rehin almış sayılacak,” dedim dehşet içinde.
“Korumak için gerekirse rehin de alır,” dedi Araf bu çok normal bir şeymiş gibi. “Zor biliyorum ama birkaç gün bekle. Muhtemelen Baha takip edilme ihtimallerini düşündüğü için telefonla ulaşmıyor. Noyan üsse ulaşacaktır.”
“Biraz dinlen,” dedi Ramon. “Perişan görünüyorsun. Sana şurup hazırlatırım, daha rahat bir uyku çekmeni sağlar. Fakat bu durumu, yani bir yaratığı yok etme durumunu Noyan’a bildirmemiz gerekiyor. Gelecek bir sonraki hamleyi tahmin edebilmemiz için Noyan’ın bu durumdan haberdar olması gerek. İzninizle onunla ben görüşürüm.”
“Eve gitmeliyim.”
“Hemera’ya evinizde saldırmadılar mı?” Ramon bu soruyu sorarken tedirgin görünüyordu.
“Evet ama… Babamın yanına gidemem, bu onu da tehlikeye sokar. Hermes hangi deliğe girdi bilmiyorum. Onunla da kalamam.”
“Burada kalabilirsin,” dedi Ramon, Araf’ın bakışlarının Ramon’a saplanıp kaldığını gördüm. Yaklaşık on saniyelik sessizliği, “Hayır,” diyerek bozan Araf oldu. “Benimle kalması daha iyi. Aynı binada yaşıyoruz ve herhangi bir durumda müdahale etmem daha kolay olur.”
Bu düşünce, konakta kalma düşüncesinden daha yakın hissettiğim bir düşünce olsa da evimde de kalabilirdim. Gözlerimi Araf’a dokundurup, “Araf ile kalmam daha iyi olur,” dedim. Araf bu cümleden hoşlandığını saklamadı, zafer kazanan küçük bir çocuk gibi gülümsedi. “Hem evime daha yakın olurum. Bir tehlike olduğunu hissetmezsem evime dönmem daha kolay olur.”
“Eğer kolayına gelen buysa, fark etmez,” dedi Ramon omuz silkerek. Gözleri Araf’a kaydı. “Sana bir gömlek vereyim de Tarzan gibi gezme ortalık yerde.”
“Senin bin yıllık gömleklerinin içine gireceğime çıplak gezerim daha iyi. Gömleklerini güve yemedi mi?” Araf birden kaşlarını çattı. “Üstelik bana hâlâ kıyafet borcun var, bunu unutmadım. Hesabıma yatırırsan senin yerine gidip kendime giyecek bir şeyler alırım. Senin zevkine hiç güvenmiyorum. Tarihte en son Kont Drakula senin gibi giyiniyordu.”
“Terbiyesiz velet, ne olacak,” diye burun kıvırdı Ramon.
“Velet mi?” diye sordum. “Sen onun yaşını biliyor musun?”
“Biliyorum. Bana göre hâlâ velet. Kardeşimin yeni ergenliğe girdiğini göz önünde bulundurursak, Araf kesinlikle bir velet.” Ramon hoş bir kahkaha atarak kumaş pantolonuna bulaşan tozları silkeledi. Ardından parlak rugan ayakkabısının ucuyla haritaya vurdu ve yerdeki yaldızlar etrafa toz şeklinde dağıldı; harita silindi. “Harita sizin elinizde varsa, yerde kalmasına gerek yok. Köstebeklerin hangi camdan içeri sızacağını bilemezsiniz.”
“Gördün mü?” diye sordu Araf omzuyla omzuma hafifçe vurarak çıkışa yürümeye başlamadan hemen öncesinde. “Ben gencim.”
🦂
Araf’ın dairesi minimaldi. Girişte büyük, beyaz, üç kapaklı bir ayakkabı dolabı vardı, dolabın ortası oyuk şeklinde boştu, o boşluktaki askılardan birine takılı deri mont dikkatimi çekmişti. Hol ikiye ayrılıyordu, holün bir ucu kapısı olmayan büyük salona gidiyor, diğer ucu da yatak odası ve banyoya gidiyordu, bir kapı daha vardı ama orayı ne olarak kullanıyordu bilmiyordum.
İçerisi nergis çiçeği gibi kokuyordu. Geniş salonun son kısmında dört kişilik siyah mermerden bir yemek masası vardı, siyah deri koltuk L şeklindeydi, oldukça büyük ve konforlu görünüyordu, koltuğun hemen yanında da ayaklı lamba duruyor, belli aralıklarla önce kızıl, ardından mavi ışık yanarak salonun karanlık atmosferini bir nebze olsun aydınlığa taşıyordu. Darmadağın evimden aldığım birkaç parça kıyafetin olduğu sırt çantasını salondaki büyük televizyon ünitesinin yanına bıraktım ve şehrin manzarasının dolduğu salonun ortasına doğru ilerledim. Ben sessizce etrafı süzerken içeriden su sesi geliyor, Araf yüksek ihtimalle ya tuş alıyor ya da elini yüzünü yıkıyordu.
Neden burada olduğumu düşündüm. Düne kadar bu adamla arama bir mesafe koymam gerektiğini, onun bana uygun olmadığını, sadece takılmak için bile ona yaklaşmamam gerektiğini düşünüyordum. Şimdiyse onun evindeydim. Salondan içeri önce kokusu girdi, ardından gölgesini hissederek omzumun üstünden ona baktım. Siyah saçlarından şakaklarına kayan su damlalarını elinin tersiyle sildi. Pürüzsüz göğsünden de gözyaşları gibi kayan suları gördüğümde, suyun altına girip çıktığını anladım. Altında bir eşofman vardı, eşofmanın ipleri aşağı, bacaklarının arasına doğru sarkıyordu. Sabun, şampuan ve erkek parfümü kokusu birbirine karışarak tetikleyici bir kombin oluşturmuştu.
“İstersen bir duş al, sonra da uyu. Karnın aç mı?” Arka arkaya sıraladıklarına yüzümde ezbere bir ifadesizlikle baktım. Yaşananların travmatik olduğunun farkındaydı, ben de farkındaydım ama bu normalimize dönüşmüş gibi öylece durmuş, birbirimizin gözlerinin içine bakıyorduk.
“Rahatsızlık vermekten hoşlanmam,” dedim sertçe, bu cümle sinirlerini bozmuş gibi kaşlarını çattı.
“Rahatsızlık verdiğin yok.”
Gözlerim evinin duvarlarında dolaştı. Duvarlardan birinde mavi, gri, beyaz ve siyahın birbirine karıştığı karmaşık bir tablo vardı. Büyük tabloya o kadar uzun süre baktım ki sonunda, “Beğendin mi?” diye sordu.
“Evin güzel. Kenarda kırık bir sandalye, küçük tüplü bir televizyon ve eski bir kilim bekliyordum,” dediğimde gülümsedi. Gözlerim dudaklarına yerleşen gülümsemeye takıldı. Kemikleri belirgin zayıf yüzüne yerleşen gülümseme, yüzündeki mimik çizgilerinin de derinleşmesine neden oldu. Güzel bir yüzü vardı. Bakışlarımı fark ettiğinde elleri ıslak saçlarına kaydı ve gözlerini benden ayırıp saçlarını kaşırken, “Sana yemek hazırlarım,” dedi. “İstersen ılık bir duş al.”
“Su faturasını gördüğünde kulağımı çınlatmayacaksın değil mi?”
“Bir ördek değilsindir diye düşünüyorum.”
“Suda vakit geçirmeyi severim.”
“İstediğin kadar vakit geçirebilirsin,” dedi, ciddi olup olmadığını anlamak ister gibi kaşlarımı kaldırdığımda bu kez daha derin, çizgilerin çok daha belirgin göründüğü bir gülümseme sundu bana. “Sana karşı cimri olamayacağımı söylemiştim Hera.”
“Madem öyle, bunun tadını çıkaracağım.” Kenara bıraktığım çantayı alıp salondan çıktım. Sabun ve şampuan kokusunun yoğun geldiği kapıya beni götüren içgüdülerim oldu. Kapıyı açmamla, onun kokusu daha yoğun bir şekilde buhar olup yüzüme çarparak karnımda bir ağrının baş göstermesine neden oldu.
İçerisi hâlâ nemliydi. Beyaz fayanstan banyosu benim banyomdan biraz daha küçük olsa da ilk bakışta birbirlerine çok benziyordu. Ben banyo daha geniş olsun diye duvarlardan birini kırdırmıştım ama o bu daireye yeni taşındığından ya da gerek duymadığından olsa gerek, duvarı kırdırmamıştı. Kapıyı kapatıp üzerimdeki kıyafetleri yavaşça çıkarmaya başladım. Duş kabininin camında onun bıraktığı buharın izi duruyordu, o buharın tam ortasından gözyaşları gibi kayıp giden su damlalarını izleyerek son parçamın da içinden çıktım ve kıyafetlerimi ayağımla kenara iterek cam kapıyı açtım.
Islak zemine adım attığımda içimdeki ürperti çoğaldı. Suyu açmamla, su şiddetle kafamdan aşağı akmaya başladı. Kafamı kaldırıp, boynumu gererek suyun yüzümü sıyırıp geçmesine izin verdim. Sıcak su düşüncelerimin arasından geçti ama düşüncelerimi gevşetemedi; omuzlarım ise düşüncelerimin aksine sıcak suyun temasıyla anında gevşemişti.
Onun şampuanını saçlarıma döktüm, saçlarımı köpürtürken içinde kuru kanın olduğunu bildiğim tırnaklarımı saç derime adeta saplıyordum. Kokusu saçlarımı, boynumu, köpüklerin aktığı göğüslerimi, karnımı ve bacaklarımın arasını sarmaya başladı. Şampuanı o kadar onun gibi kokuyordu ki, sanki cam kabinin içinde yanımdaydı, uzun kolları çıplak belimi sarıyor, bacaklarımın arasına kendini yaslıyor, kasıkları karnımda kalp gibi atıyordu. Tenimde ateş gibi yanmaya başlayan o duyguyu tanıyordum, onu kovmaya çalışarak uzun tırnaklarımı boynumdan çıplak göğüslerime doğru indirdim, köpükler de parmaklarımın altında ilerleyerek göğüslerime doğru gitti. Onun büyük avuçları köpüklerin temas ettiği her noktaya değiyor, dokunuşlarının izleri bana bırakıyor gibiydi. Nabzımın hızlandığını, kurtulmak için çırpındığım o düşüncelerin beni boğmaya başladığını hissettim.
Neden bana dokunduğunu düşünüyordum? Neden kokusu tenimden su ile birlikte kayıp giderken, kokusunun bulaştığı her noktada onun dokunuşlarını hissediyor, belki de o dokunuşları istiyordum?
Uzun tırnaklarım iki göğsümün arasından derimi çizerek ilerledi, dudaklarımın arasından şiddetle akan suyun bir kısmını yuttum ve tırnaklarım göbek deliğimin üzerinde durdu. Göbek deliğimin etrafında bir daire çizerken tırnaklarımı derime daha sert bastırdığımı fark ettim. Çekimi durdurmanın başka bir yolu yok muydu? O bana temas edince sönen ışıkların, patlayan camların sebebi bu çekim miydi yoksa bu çekimin sebebi mi onlardı? Tırnaklarımı karnımın biraz daha altına sürterek indirecekken sertçe yutkunup kafamı kaldırdım, elimi çektim ve suyun yüzüme beni kendime getirmek için tenimde çınlayan bir tokat gibi yağmasına izin verdim.
Kahretsin. Cam gibi bakan keskin yeşil gözlerini, sivri çenesini, belirgin elmacıklarını, düz inen güçlü burnunu, büyük ama ince parmaklara sahip beyaz ellerini, ıslak göğsünü, gözlerinden öteye ulaşan sinsi bakışlarını unut.
Çünkü Hera, karanlık sularda yüzerken bacağına bir taş bağlarsan, karanlık suların dibine gömülmen daha kolay olur.
Unut.
Düşünme.
Arkadaşsınız, arkadaş kalmalısınız, o sana göre biri değil, o senin istediğin türden biri değil, o senin tarzın değil. Onunla sevişemezsin, ona herkese baktığından daha farklı gözlerle bakamazsın, onunla ilgili uzun uzadıya düşünemezsin.
Ama lanet olsun ki, elimde olmadan, bazen düşünüyordum. Rose bu düşüncelerimi duysa, “Onu bir kez becer, belki de istediğin sadece onu becermektir,” derdi. Muhtemelen ben de onunla aynı fikirdeydim. Ama bu olmayacaktı. Böyle bir şeyi onunla yaşamayacaktım. Kesin ve net.
Suyun sesine rağmen kapının tıklatılırken çıkardığı sesi duyabildim. Düşünceler etrafa kurşunların kovanları gibi saçıldığında, kapı usulca aralandı ama tamamen açılmadı. Elindeki havluyu içeri doğru uzattığını gördüm, tam kenara bırakacakken havlu elinden kayıp yere düştü ve kapıdan dolayı onu göremesem de eğilip havluyu aldığını fark ettim.
Havluyu oraya koyabilmesi imkansızdı, havlu ağırlığından dolayı o dar köşeden yere düşüp duracaktı. Cam kabini hafifçe araladığımda yarattığım buhar banyoya yayıldı ve “O havluyu bankonun üstüne koyar mısın?” diye sordum.
Çok kısa bir an için donup kaldığını onu göremesem de hissettim. Birkaç saniye sonunda içeri girdi. Sırtı kabine dönüktü ama tam karşımızda bankonun aynası vardı ve gözleri tek bir an aynaya dokunsa, kabinin içindeki bedenimin büyük bir kısmını görebilirdi. Varlığı tüm damarlarımın gerilerek kaslarımın etrafını sarmasını sağladı, bedenimdeki gerginlikten kurtulamayacağımı düşünerek tekrar sıcak suyun altına girdim. Şampuanın köpükleri saçlarımdan kayarak vücudumun üzerine bir yılan gibi süzülmeye başladığında, elindeki havluyu yavaşça bankonun üzerine bıraktı ve o an, gözlerini kaldırıp, aynaya baktığı andı. Buhar tüm vücudumu saklayacak şekilde cam kapının üzerine ağını örmüş olsa da boynumu, gerdanımı ve yüzümü net bir şekilde görebildi. Gözlerimiz birbirine gökten yere düşecekken birbirine vuran iki farklı yıldırım gibi vurdu. Alevler doğdu.
Bir aynanın yüzeyinde, gözlerimiz birbirine çarpan iki farklı yıldırımken, bakışmamız o yıldırımlardan doğan alevlerdi.
Yeşil gözleri çok davetkardı, bakışları ürkütücü ve karanlıktı; bakışlarında onun karakterine uymayan bir şeyler vardı. Siyah olan benim gözlerimken, karanlık bakan onun gözleriydi.
Sırtımda hissettiğim yoğun bir acıyla birden kaşlarım çatıldı, Araf’ın gözlerinin daha da keskin bir şekilde bana saplandığını hissettim ama bu kez bakışlarına karşılık veremedim. Elim hızla omzumun üzerinden sırtıma kaydı, kanatların fırladığı kısımdaki pürüzlü dokuyu hissedince yüzümü buruşturdum. Elimi geri çekip parmaklarıma baktığımda, parmaklarımda kan lekeleri olduğunu görünce, “Siktir ya,” diye söylendim.
Birdenbire kabine doğru dönmesini beklemiyordum. Gözlerini buharın arkasında bıraktığı vücuduma dokundurmadan kabinin önünde durup, “Sırtın mı?” diye sordu.
“Feci şekilde sızı hissettim, kanıyor,” dediğimde parmağıyla kabinin kapısını işaret edip, “Sırtını döner misin?” diye sordu.
Kollarımı göğüslerimin üzerine sarıp sırtımı ona döndüğüm an kabinin kapısı kayarak açıldı ve sis kütlesi bir kez daha kabinden dışarı süzülüp bu defa onu da içine aldı. Omzumun üzerinden arkama baktığımda, gözlerinin çıplak kalçalarımda değil, doğrudan yaramda olduğunu fark ettim. Su hâlâ kollarıma çarpıyordu ve onu da ıslatmıştı. Parmağını sırtımdaki kanat yuvasına bastırınca inleyerek başımı geriye doğru attım; bu hareketimin ikimizin de anlık olarak kaskatı kesilmesine neden oldu.
Sıcak nefesi enseme ve sırtıma süzülürken, “Böyle inleme,” diye mırıldandı. Ardından, “Deriyi parçalamış,” diye devam etti cümlesine. “Çok kötü durumda değil ama iyileşmeyi başlatamadığı belli. İşin bittiğinde bir merhem sürelim.” Büyük eli, sırtımdan su gibi aktı ve bel çukuruma dek indi. Bir an ne o elini geri çekebildi ne de ben bu dokunuşu sorgulayabildim. Zaman, bir domino taşıydı ve o domino taşının çekilmesiyle beraber tüm saniyeler yıkılmış, zaman o saniyelerin altında kalarak durmuştu.
“Ne kadar derin,” dediğini duymamla, tepeden tırnağa kasıldığımı hissettim. “Bel oyuntun, bir mezar kadar derin.” Parmaklarını belimin kavisinde dolaştırırken omzumun üzerinden ona bakıyordum, onun da gözleri bir bıçak olmuş, derinlerime, düşüncelerime saplı duruyordu. Parmakları bel oyuntumda bir kez daha hareket ettiğinde kirpiklerim gözlerimin önünü gölgeledi, o ise gözünü bile kırpmadan, tüm dikkati, gözlerinde yanan bir ateşle bana bakıyordu.
Aynı anda sertçe yutkunduk.
Parmaklarını sürterek bel oyuntumdan yukarı hareket ettirdi, omuriliğimde hissettiğim o ürperti dizlerimin iç kısmını ve uyluklarımı karıncalandırırken tepkisiz görünmeye çalıştım. Parmaklarının iç kısmını enseme dek sürükledi, parmak uçlarıyla son kez enseme dokundu ve geri çekildi ama gözleri bir süre daha gözlerimde saplı durdu.
Gözlerini ilk çeken o oldu. Bir bıçağın içime girip, içimi deşip geri çıkması gibiydi. Gözleri beni deşti ve kan revan içinde geri çıktı. Sırtını döndüğünde, ben hâlâ omzumun üzerinden ona bakıyordum. Bakışları bir kez olsun kabine dönmeden sakince banyodan çıktığında sertçe yutkundum. Elim vanaya gitti, döndürdüm, döndürdüm, döndürdüm… Ta ki buz gibi su akmaya başlayana kadar. Buz gibi suya ihtiyacım vardı. Düşünebilmem için. Mantıklı olabilmem için. Tenimi karıncalandıran bu ahlaksız histen kurtulabilmem için.
Sudan çıktığımda düşüncelerimi bir arada tutabildiğime seviniyordum. Kendimi az önce onun parmaklarının baskıladığı havlunun içinde buldum. Suyu tenimden sıyıran havlu da tıpkı onun dokunuşları gibi hissettirince ağzımın içinden dışarı okkalı bir küfür döküldü. Çantamdan siyah iç çamaşırı takımlarımı, siyah mini taytımı ve siyah yuvarlak yaka oversize tişörtümü çıkardım. Tişört o kadar büyüktü ki mini taytımı bile neredeyse içine alarak kaybetmişti. Islak saçlarımı tişörtün üzerine atıp duvarda asılı duran kurutma makinesiyle kısaca kuruttum, parmaklarımla şekillendirebildiğim kadar şekillendirdim ve kirli kıyafetlerimi bir poşetin içine koyarak poşeti düğümleyip çantanın içine koydum.
Çıplak ayaklarla koridora çıktığımda, fark ettiğim şey evin gerçekten soğuk oluşuydu. Soğuğu hissedebilen biri olmasam da ayaklarıma anında kan oturmuş, soğuk tabanlarımı yakmıştı. Salonda oturmuş, manzarayı izleyerek bira içiyordu. Üstüne kolları kesik gri bir tişört giymişti, altında hâlâ eşofmanı vardı. Beni fark ettiğinde bakışları omzunun üzerinden kayarak bana çevrildi.
“Sıhhatler olsun taş bebeğim.” Gözlerini hızla benden uzaklaştırdığında kaşlarım çatıldı. Tekrar şehir manzarasını izlemeye başlamıştı. Yanına oturup bacaklarımı yukarı çektim, bağdaş kurup elindeki birayı aldım ve biradan büyük bir yudum içip şişeyi ona uzattım.
“Yorgunum,” diye sızlandım. “Ama aklım Hemera’da. Sesini duysaydım iyi olurdu.”
“Ramon, Noyan ile görüşmüştür. Yarın muhakkak iletişim kurarsınız.”
Dirseğimi koltuğun sırtlığına yaslayıp yüzümü avucuma yerleştirerek manzaraya bakarken, “Hemera korktuğunu söyledi ve ben buna rağmen onu bu işin içine sürükledim,” diye mırıldandım.
“Hemera tüm bunların üstesinden gelebilecek deliliğe sahip, merak etme,” diye takıldı bana ama gülemedim, sadece kaşlarım çatıldı; zihnim yorgundu, vücudum yorgundu, düşüncelerim bile yorgundu. “Sırtına merhem sürmeliyiz,” diye mırıldandı sessizce.
Sırtımda parmaklarının dolaşma ihtimalini düşünmek kanımda kesik bir sancıya yol açtı. Gözlerimi ona çevirip, “Kendiliğinden iyileşemez mi?” diye sordum.
“Sana dokunmamı istemiyorsan şuradaki aynayı kullanıp kendin sürmeyi deneyebilirsin,” diyerek koltuğun karşısında, duvara monte şekilde duran boy aynasını işaret etti. Neden bana dokunmasını istemeyeceğimi düşünüyordu bilmiyordum, banyoda olanlardan rahatsız olduğumu falan mı düşünmüştü? Rahatsız olmuş muydum? Rahatsız olsam onun ağzıyla burnunun yerini değiştirirdim, bence bunu biliyordu.
“Bana dokunmanı istemediğimi düşündüren ne?”
“Kendiliğinden iyileşemez mi diye sordun.”
Gözlerimi kısıp, “Zahmet vermek istemiyor olabilir miyim?” diye sorduğumda tek kaşını kaldırdı.
“Bu kadar nazik bir kadın olduğunu düşünmüyordum,” dedi, kaşlarımı çatmama neden olan cümlesi onun dudaklarına küçük bir gülümseme yerleştirdi. “Senin yırtıcı bir yanın var, bu yanını seviyorum. Emirler yağdırmayı, küçümsemeyi ve kazanmayı seviyorsun. O yüzden öyle söyledim. Nazik olmadığından değil. Sadece senin bir zorba olduğunu düşünmek beni etkiliyor.”
“Mazoşist olabilir misin?”
“Seni tanımadan öncesine kadar öyle olmadığıma tamamen emindim.”
“Ağzın iyi laf yapıyor.”
“Ağzımın başka neler yaptığını bilsen, sadece laf yapmasını değil, başka şeyler yapmasını da isterdin.” Gülümsemesi derinleşti. “Bence. Fikrimce.”
“Ağzını o kadar övüyorsun ki hayatına giren kadınlara cenneti yaşattığına ikna olmak üzereyim,” dedim, daha sonra o kadınların varlığını düşünmek beni duraksattı. Bu yaşına birçok kadın, hikaye ve deneyim sığdırmış olmalıydı. Dili kaç bedende dolaşmış, elleri kaç bedeni darmaduman etmişti bunu sadece tanrı bilirdi. Kaşlarımın ortasında anbean oluşmaya başlayan çizgiyi görmüş olacak ki, “Kaşlarını mı çatıyorsun?” diye sordu, sesi eğleniyor gibiydi. “Kendi kurduğun cümleden rahatsız mı oldun yoksa?”
“Benimle flört etmeyi kes,” diye homurdandım.
“İleride evlenecek olursak, o zaman bile seninle flört edeceğim.”
“Çok yersiz şakalar yapıyorsun.”
“Şaka mı?” diye sorup bu kez gerçekten alay eder gibi kaşlarını kaldırarak güldü.
“Neyse, şu merhemi sürsene.”
Oturduğu yerden kalkıp salondan çıkışını izlerken boynumu esnettim. Onunla yalnız kalmak beni germiyordu ama ortamda bir elektrik akımının devamlı bedenime çarpıp beni ürpertmek için dolaştığını hissettiriyordu. Yüz üstü uzanıp dirseklerimi koltuğa bastırarak yüzümü avuç içlerime aldım. Araf elinde bir kutuyla içeri girdiğinde gözlerimi ona çevirmedim, uzandığım için tam karşımda kalan boy aynasına bakmaya başladım. Sakince arkama geçti, tişörtümü yukarı sıyırmadan önce merhemi kutusundan çıkardı. Bu kutunun bir benzerini Ayevi’nin konağında gördüğümü anımsar gibi oldum. Tişörtümün eteğini yukarı sıyırmaya başladığında, eklemlerinin soğuk yüzeyini hissetmek dişlerimi sıkmama neden oldu. Parmakları çıra parçaları gibi tenime sürtüp ilerledi, derimin altında bir yangın başlattı ve o yangın daha derine inerek ruhuma ulaştı.
Parmakları sütyenime dek uzandığında gözlerimiz ilerideki aynanın yüzeyinde kesişti. İzin isteyen bakışlarına karşılık veren sakin bakışlarımdan aldığı güç doğrultusunda uzun, soğuk parmak uçları sütyenimin klipsini çözdü. Sütyenimi iki yana açıp sırtıma ulaştığında boğazımda biriken hisleri yutkunarak yok edebileceğimi sanmak koca bir hataydı. Sertçe yutkunduğumu duydu ve bu beni ilk kez utandırdı. Kafamın içine ulaşamıyordu, ulaşamadığı bir yerle ilgili daha fazla tahmini, daha fazla fikri olabilirdi ve şu an kafamın içindeki her şeyin büyük ölçüde ahlaksızlık içerdiğini düşünüyor olmalıydı.
“Seninle bu mesafede olmak yeterince zorken, bir de üzerine bu,” diye mırıldandı ağzının içinden, kelimeler duyulması güç bir şekilde dışarı dökülmüştü ama duymuştum, duyduğumu bildiğini de biliyordum. Parmakları yaralara doğru ilerlemeden önce aynaya düşen yansımasına yayılan endişeyi gördüm. Kaşlarını çatıp, yarama uzun uzun baktıktan sonra, “Bu acıtıyor olmalı taş bebeğim,” diye fısıldadı. “Acı eşiğin bu denli yüksek mi?” Parmakları yaranın etrafında turladı ama yaraya dokunmadı. “Merhem sürmeden önce temizlememi ister misin?”
“Hayır,” dedim, çünkü elleri tenimde dolaşırken doğru dürüst düşünemiyordum; buna bir an evvel son vermesi gerekti. “Doğrudan merhemi sür.”
Sanki kafamın içindeki karmaşayı görmüş gibi tek kaşını kaldırdı. Dudaklarına yerleşen o sinsi gülümsemeyi aynaya düşen yansımasından görebildim. Neden uzun süre bana dokunmasını istemediğimi şimdi anlamış olmalıydı. Parmak uçlarındaki çıralar tenime sürtünmeye devam ederken kafamı kurcalayan bir şey daha vardı: O ne hissediyordu?
Bana dokunduğunda nasıl bir etkiyle başa çıkmak zorunda kalıyordu? Lanet olsun ki hayatımda ilk defa birinin zihnine sızmak, hafızasının sesine ulaşarak düşüncelerine kulak kesilmek istiyordum. Ondan önceki her erkek için bu böyleydi. Biriyle ne yaşayacak olursam olayım, hafızası bana onun düşüncelerini her zaman sunmuştu. O ise koca bir soru işaretiydi. Ne hissettiğini açıkça söylediğini vurguluyor dahi olsa söylemedikleri olduğunu, kafasının içinde başka düşüncelerin de döndüğünü, benimle ilgili başka planları, istekleri ve merakları olduğunu biliyordum. Biliyordum ama içerikten bihaberdim. Bu can sıkıcıydı.
“Sana dokunduğumda ne hissettiğimi mi merak ediyorsun?” Sert sesine yansıyan soru cümlesi kalbimin göğsümün içinde tepe taklak gelmesine neden olurken kaşlarımı çattım.
“Erebos Kapanı’mın kapalı olduğunu sanıyordum.”
“Kapalı.”
“O zaman nasıl?”
“Nefes alıp verişlerinden anlayabiliyorum, Hera,” dedi, sesi bir buz sarkıtı gibiydi ve o sarkıt sivri bir bıçak gibi içime girip, derinlerime saplanmıştı. Ürpertimi gizleyemedim. “Bedeninin elimin altındaki her bir hareketini hissedebiliyorum. Leoparlar normal insanlardan daha güçlü güdülere sahiptir. Senin kalbinin sesi bile bir çığlık kadar kuvvetli duyabileceğim bir ses. Ve şu an kalbinin sesini…” Parmakları sırtımda turladı. “Damarlarının içinde gürleyen kanının sesini…” Dudaklarının yukarı kıvrıldığını aynaya düşen yansımasından gördüm. “Kasılan tüm kaslarının çıkardığı o tok sesi duyabiliyorum. Her bir kasının.”
“108 yaşında biri için oldukça kuvvetli kulaklar.”
“Leopar olmaya borçluyum,” diye alay etti. “Seninle doğrudan temas halindeyken konuşmak çok zormuş.”
“Neden?”
“Her zamanki gibi davranamıyorum,” dedi. “Doğama daha yakın hissettiriyor.” Aniden eğilince bedeninin bir kısmı bedenimin üzerini örttü ve kulağıma doğru fısıldamadan önce aynadan yan yana duran yüzlerimizin yansımasına baktı. “Yırtıcı doğamın.”
İçimdeki tutku, bir güneş gibi damarlarımı ışığıyla yakarken, mantık gölgelerin ardına gizlenmiş, sessizliğe gömülmüştü. Dudağımın kenarını çekiştiren yırtıcı bir gülümsemeyle aynadaki yansımamıza bakıp, “Kendinde bu cüreti bulabiliyorsun demek?” diye sordum oyunbaz bir sesle. Araf, çenesini başımın üstüne yerleştirip, uzun dişlerini göstererek alaycı bir sırıtışla yansımamıza baktığında, başımın üstünde geceyi kavuran ay gibi asılı olduğunu görmek kalbimi patlatacak kadar kuvvetli çarptırdı. “Seni küçük kuyruğundan tutup kaldırmamı mı istiyorsun kedicik?”
“Kuyruğumun küçük olmadığına emin olabilirsin,” diye fısıldadı şeytani bir sesle.
“Kuyruğunu görmedim,” dedim sınırlarımızı biraz daha zorlayarak. Bununla beraber, alt bedenini kalçalarıma bastırdı ve bir an için durumun gerçekliği ikimizi de çıkmaz bir sokağın ortasına sürükledi.
“Kuyruğumu,” dedi boğuk gelen, kalın bir sesle. “Görmek.” Alt bedenini tamamen kalçalarıma bastırdığında nefesimi tuttu. “İster misin?”
Başımı döndüren soruya karşı çıkmak isteyen tarafım ruhumu ne kadar kazısa da kendisine katılan birini bulamadı; çünkü her hücrem onu istiyordu. Birbirine bir aynanın üzerinden saplı duran gözlerimiz tek bir an olsun birbirinden ayrılmadı. Araf, burnundan sert bir nefes vererek alt bedenini yavaşça bedenimin üzerinden çekti ama üzerimden kalkmadı, parmaklarını belimin oyuntusundan başlayarak yukarı doğru sürterek ilerletirken gözlerimiz hâlâ birbirine yaslı duruyordu.
“Birbirimizin sınırlarını daha ne kadar zorlayacağımızı ve hangi noktada birbirimizi parçalayacağımızı merak ediyorum,” dediğinde parmakları hâlâ yukarı doğru ilerlemeye devam ediyordu. “Tenindeki ateşi hissediyorum, tenine dokunuyorum ve yanıyorum ama alevlerin beni kül etmesine izin vermiyorsun. Gözlerinde bir set var, aşsam hemen yanında, ateşlerinin içindeydim; aşamıyorum.” Burnunu saçlarıma gömüp, saç diplerime bir nefes vererek tüm bedenimi ürpertti.
Parmak uçları, kanatlarımın oyuntusuna temas ettiği anda, gözlerimin önünde bir şimşek çaktı. Beyaz bir tufanın başladığını, sonlanmadan büyüyerek üzerime doğru geldiğini gördüm. Başım hızla arkaya gitti, gözlerim tamamen beyaza döndü; ne siyahı kaldı ne de bebeği. Tavana bakarken gözlerimin önünde beyaz bir zar durduğunu biliyordum. Sesler birbirine girdi, anılar birbirine girdi, zaman birbirine girdi ve fısıltı sesleri zihnimi kuşatmaya başladı.
Bir kilisenin yüksek kubbesini gördüm, sivri kubbenin ucunda bir hac işareti vardı. Sanki kanatlarımın üzerinde süzülüyor gibiydim, uçarak o kubbeye doğru gittiğimi hissettim; tenimde rüzgârın ve soğuğun çiziklerini hissediyordum. Kilisenin önünde yavaşça yere süzüldüğümü hissettiğimde ellerime bakmak istedim ama ellerim yoktu; sanki ruhum bedenimin dışındaydı ve ait olmadığı bir yere gelmişti. Kilisenin kapalı taş kapısının önünde dikilen kimono giymiş, siyah uzun saçlara sahip adamı görür görmez tanıdım. Sanrılarımdan birinde gördüğüm, yan flüt çalan o adamdı bu; yüzünü göremiyordum ama rüzgârın uçurduğu kimono kumaşının altında beyaz, keten bir pantolon giydiğini görebiliyordum.
Kilisenin büyük taş kapısı, kimonolu adamın ellerini iki yana kaldırmasıyla, zemine sürtüp gürültülü bir ses çıkararak açılmaya başladı.
Ağır adımlarla kilisenin içine yürümeye başladığında, kızıl bir ışık huzmesi de arkasından vurarak kilisenin içine yayılıyordu. Attığım adımları göremedim ama ilerlediğimi gördüm. Kilisenin önünde durduğumda, bakışlarım bir an donup kaldı.
Beş merdiven tırmanarak ulaşılabilecek bir platformun üzerinde bir tabut duruyor, tabutun içinde siyah tüylerden elbisesiyle bir kadın bedeni uzanıyordu. Platformun etrafını saran merdivenlerin her birinde on, on beş tane birbirinden farklı boyutlarla beyaz mum yanıyordu. Sarı saçlarının ortasında ay gibi duran yüzü kireç kadar beyazdı, dudakları kan rengine boyalıydı, kirpikleri öylesine uzun ve sivriydi ki, gözlerinin altındaki deriyi parçalamak ister gibi derisine batıyordu. Bu yüzün sahibini tanıyordum. Bu yüz, benim yüzümdü.
Geçmiş de buradaydı, gelecek de buradaydı; ikisi de ensemde bir ihanet gibi dikiliyordu ama biri sadıktı.
Kimonolu adam, tabuta sırtını dönerek yerdeki kutudan yan flütünü çıkardı. Doğrulup kalkarken siyah saçlarını geriye doğru attı ve o yan flütünden dökülmeye başlayan melodi, bir romanın kopan sayfaları gibi rüzgâra kapılarak uçmaya, kafamın içinde sahipsiz kelimeler doğurmaya başladı.
Melodi kilisenin boş duvarlarına her çarpışında, kapağı açık tabutun içinde yatan bedenimi saran siyah tüylü elbiseden bir tüy uçuyor, havada asılı kalıp süzülerek yere düşüyordu. Göğsümün üzerinde ölü bir şekilde birleşmiş duran ellerime baktım, uzun tırnaklarım kırmızıya boyalıydı ama normalde hiç kullanmayacağım türden, irite edici uzunluğa sahipti. Melodi duvarlara izlerini bırakırken, parmaklarımın usul usul hareket etmeye başladığını gördüm. Elbisemin tüylerle kaplı kumaşları uçuşmaya, saçlarım canlanıp hacim kazanarak o rüzgâra kapılıp dağılmaya başladı. Tabutta yatan bedenime doğru ilerlediğimi hissediyordum ve gitgide ona daha da yakın bir yere geliyordum.
Tabutun içindeki bedenimin beyaz elleri birden tabutun kenarına tutundu, parmak boğumlarına doluşan kanı gördüm; yavaşça doğrulup, derin bir uykudan kalkmış gibi etrafına yabancı bakışlar atmaya başladı. Gözlerini usulca flütü çalan kimonolu adama çevirdi. Dudaklarına yerleşen gülümsemeyi izlerken göğsüm sıkışmaya başladı. Her bir hareketi, ışıklar kapanıp tekrar yanıyor ve onu başka bir pozisyonda görüyormuşum gibi hem çok yavaş hem de çok hızlıydı. Tabuttan çıktığını gördüm ama yürüdüğünü görmedim, gözümü açıp kapattığımda basamaklardan birinden iniyordu, tekrar açıp kapattığımda elbisesi yerde sürünüyordu, bir kez daha açıp kapattığımda sarı saçlarını sol omzunun üzerine atıyordu, bir kez daha açıp kapattığımda yan flüt çalan adamın hemen arkasında dikiliyordu.
Son kez açıp kapattığımda, kollarını yan flüt çalan adamın ince beline sarmış, yanağı adamın sırtına yaslı bir şekilde bana, tam gözlerimin içine bakıyordu.
Dudaklarında, beni gördüğüne ve tanıdığına, benim o olduğumu bildiğine dair bir gülümseme vardı.
Flütün sesi kesildiği anda, bana çok benzeyen kadının gözleri gözlerimdeyken, kan rengi dudakları aralandı ve “Kralım,” diye fısıldadı.
Zaman bir su gibi durgun şekilde uzanırken, anılardan oluşan bir damla o suyun içine düştü ve suyun yüzeyinde gitgide genişleyen büyük bir halka oluştu.
Kimonolu adamın flütü tutan elini aşağı indirdiğini gördüm. Adam kafasını arkaya yatırıp, başının arka kısmını tabuttan çıkan Hera’nın başının üstüne hafifçe yaslarken, “Sarmaşığım,” diye fısıldadı, tanıdık ses göğsümün içinden bir hançer gibi geçti. “İyi uyudun mu, Kraliyet Kargası?”
Kilisenin duvarındaki aynada bir hareketlilik görür gibi olduğumda, dönen başıma aldırış etmeden aynaya baktım ve aynanın tam da kimonolu adamın karşısındaki duvarda asılı olduğunu fark ettim.
Bu, kimonolu adamın yansımasından yüzünü gördüğüm ilk andı.
Bu, kimonolu adamın, Araf olduğunu anladığım ilk andı.
Kimonosunun içindeki Araf, yansımada beni görmüş gibi duraksadığında, aynanın üstünde bir çatlak oluştu; hızla içinde bulunduğum ana çekildiğimi hissettim. Gözlerimi açmamla, karşımdaki aynada arkamda duran Araf’ın gözlerini gördüm ve kilisedeki aynanın üzerinde oluşan çatlak içinde olduğumuz salondaki aynada da belirdi. Gözlerimiz birbirine saplı, ikimiz de şaşkınlıkla birbirimizin yansımasına bakarken çatlak hızla büyüyerek koca bir yarığa dönüştü ve ayna patladı. Kırıklar yere dökülürken ikimiz de hareketsizdik.
Göğsümün derinliklerinde bir sır parçalara ayrılmış, parçaları geleceğe batarak geleceği kana bulamış gibi hissederek yattığım yerden fırlayarak kalktığımda, geçmiş de üzerimden süzülerek yere yığılmış gibiydi. Araf, genişleyen göz bebeklerini bir namlu gibi bana çevirdiği sırada, “Bunu sen de gördün mü?” diye bağırdım.
Çok kısa bir an için gözlerimin içine kendisinin bile ulaşamayacağı bir derinliğe ben ulaşmışım gibi baktı. Farkındalık harelerine bulaşmıştı, anılar onun gözlerinin dibine çökmüştü ve şimdi gözleri bulanık yeşil bir deniz gibiydi.
“Neyden bahsediyorsun?” diye sordu soğukkanlılıkla.
“Gördün,” dedim başımı sola yatırarak. Delilik ve dahilik yeniden gözlerimdeydi. “Görmediğini söyleme. Gördün.”
“Neyden bahsettiğini söyle.”
Ona yönelip göğsüne bir tane vurarak onu koltuğun üzerine düşürdüğümde bana şaşkınlıkla baktı. “Benim gördüğüm şeyi sen de gördün!” diye bağırdım.
“Hera, bağırmayı kesmelisin. Sakinleşip bana ne gördüğünü söylemeye ne dersin?”
“Benimle oynama!”
“Sakinleş,” dedi Araf soğukkanlı bir sesle. Gözlerini gözlerime dikmiş, ruhumdan ona uzanan bıçaklara bakıyordu. “Sakinleş ve ne gördüğünü anlat Hera.”
“Aynanın nasıl parçalandığını gördün değil mi?” Gözlerimi yerdeki kırıklara çevirdim. “O ayna sadece burada değil, farklı bir alemde ya da geçmişin içinde de parçalandı. Orası neresi bilmiyorum ama buraya benzeyen bir yer değildi. Şimdiye ait değildi.”
Araf, gözünü bile kırpmadan gözlerimin içine bakıyordu.
“Bir tabutun içinde yattığımı gördüm,” diye fısıldadım, ellerim sarı saçlarımın arasına gitti, saçlarımı hafifçe karıştırıp yüzümü buruşturarak o anları tekrar gözlerimin önüne çağırdığımda hissettiklerimi bakışlarıma yansıtmamaya çalıştım. Asırlar, Araf ile gözlerimizin arasına serilmiş ve anılar ikimizi de içine yutmaya başlamış gibi hissettim. “Sen de oradaydın. Yan flüt çalıyordun. O sendin.” Parmağımı kaldırıp onu işaret ettim ama bu onda bir şeyleri uyandırmadı, sadece gözlerimin içine baktı; büyük bir boşlukla. “Seni daha önce de görmüştüm. Flüt çalarken. Kimono giyiyordun.”
“Kimonolarla aram iyi değildir,” dedi sadece.
“Yalan söylediğimi düşünmüyorsun. Hatta ne gördüğümü sen de biliyorsun. Gözlerinden görüyorum bunu.”
“Gerçekten çok yorulmuşsun,” diyerek ayağa kalkacağı sırada ellerimi göğsüne koyup onu zorla koltuğa geri oturttum.
“Sana ne söylediğimi duymak ister misin?”
“Hera,” diye fısıldadı Araf kafası karışmış gibi ama gözleri farklı bakıyordu.
“Sana şöyle söyledim.”
“Hera…”
Yüzümü yüzüne yaklaştırdım ve “Kralım,” diye fısıldadım.
Bana ait fısıltı, bir an için kulaklarıma bir yan flüt sesinin dolmasına neden oldu. Araf’ın çizgisiz, mermer gibi duran alnında etrafı mavi, içi gözlerinin rengine benzer yeşillikte bir ışık büyüdü; göz bebeklerim genişlediğinde, yüzüme alnındaki ışığın vurduğunu ve onun da ışığın yansımasını gördüğünü biliyordum. Araf’ın alnında ışığın oluşturduğu sembolü tanıyordum. O gezegenin sembolü. Plüton’un sembolü.
Anlık olarak mavi, yeşil bir alev gibi yandı; alnında belirdi ve söndü.
“Peki ben?” diye sorarken, alnındaki ışığın yansımasının yüzüme vuruşunu gördüğüne emindim. “Ben sana ne dedim Hera?”
Araf’ın gözlerinin içine bakarken geçmiş alevlerini geleceğe savuruyordu.“Kraliyet Kargası.”
🎧: Nox Arcana, Grimstone Manor