🎧: Ava Inferi, Pulse Of The Earth
Onun varlığının bir çığ gibi içime döküldüğünü hissettim.
Gözleri gözlerime tutundu, bakışlarımız birbirine mıhlı durumdayken gördüğüm sanrının gerçek mi yoksa hayal ürünü mü olduğunu merak ettim ama bir yanım bunun kesinlikle yaşanmış bir andan fırlayarak zihnimde parçalandığına inanıyordu.
Öyle olmasını istediğimden değil, öyle olduğuna emin olduğumdandı sanki bu.
Alnında yanıp sönen Plüton sembolüne tekrar baktım. Artık orada değildi. Kanım daha hızlı akmaya başladı.
“Bu da neydi?” diye sorduğumda kuyu gibi derinleşen bakışları dudaklarıma dokundu. Bu dokunuş ruhumda görünmez bir yara açtı, nedenini anlayamadım ve anlamak da istemedim.
“Ne, neydi?”
“Gördüğüm şeyi sen de gördün,” dedim kelimelerin üstüne basa basa.
Bir süre durdu, vereceği cevabın üzerinde düşündüğünü anlayıp kaşlarımı çatmamla, “Evet,” dedi. “Gördüm ama ne anlama geldiğini bilmiyorum.”
Bakışlarımı yüzünden çekmeden, “Bilmiyorsun?” diye sordum, sanki hala yaşanan o anın içindeymiş gibiydim; etkisi bedenimde kan misali dolanmaya devam ediyordu. Gözlerini gözlerimden ayırmadı ama kelimeler de dudaklarında can bulmadı.
“Yaşanmış, gerçek bir ana ait gibiydi,” dediğimde bakışlarını farklı bir yöne çevirip sadece, “Bilemiyorum,” dedi.
“Benden sakladığın bir şey mi var?” Şüphe topraklarıma kanlı ayak izleri bırakırken sorduğum bu sorunun onu afallattığını gözlemleme şansı buldum. Bana tam tersini savunmak için hamlede bulunmadı ama her an savunacakmış gibi de bir hali vardı.
“Garip bir andı ama elbet bir açıklaması vardır,” demekle yetindi.
Zihnimin içinde o anıdaki sesi yankılandı. Şöyle diyordu: “Kraliyet Kargası.” Sürekli olarak bunu duyuyormuşum, sanki yıllardır kafamın içinde benimle yaşayan bir şeymiş gibi hissettim; sanki yıllardır benimleydi ama ben onun varlığını şimdi fark ediyordum.
“Merhem yaraya iyi gelecektir,” diyerek kalkıp salonun ortasına doğru ilerledi. Arkasından sakin gözlerle baktım ama kafamın içinde aynı cümle dönüp duruyordu. “Bu gece benim yatağımı kullanabilirsin. Ben salonda yatarım.”
“Sence konumuz bu mu şu an?” diye sordum ters bir sesle.
“Konumuz ne olmalı, Hera?” Aniden ciddileşen ses tonu beni dumura uğrattı. Gözlerini bana çevirip, su kadar şeffaf, gök kadar derin uğursuz yeşil gözlerini gözlerime mıhladı. “Ben de senin gibi bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum.”
“O kiliseyi gördün, oradaydık ve bu… çok eski bir zamana ait gibi hissettiriyordu,” dediğim anda, “Sence hangi yıla ait gibiydi? Yirmi bir yaşında olduğunu sanıyordum?” dedi bana sorar gibi. Birdenbire bu kadar gerilmesini beklemediğim için afallayarak yüzünü izledim. “Sanıyorum buna bir cevabın yok,” diyerek çıkışa yöneldi. “Güzel. Çünkü benim de bir cevabım yok.”
“Neden bir anda agresifleştin o zaman?”
Sorumu duymazdan gelerek salondan çıktı. Gözlerim bir süre çoktan çekip gittiği noktada bekledi. Daha sonra hırsla yerimden kalkarak arkasından çıkıp holde ilerlemeye başladım. Yatak odasının kapısı açık duruyordu. İçeride olduğunu gördüm. Yatağın ucunda dikiliyor, yatağa attığı tişörte bakıyordu ve üstü çıplaktı. Bedeninin form değiştirdiği anda olduğundan daha küçük göründüğünü ama buna rağmen kas tabakasıyla kaplı olduğunu gördüm. Uyanan merakımı dizginlemedim, içimde yanan merak ve bana öyle davranmış olduğunun getirisi olan öfkeyle sırtındaki kas dizilimini izlemeye başladım.
“Orada durup ne kadar süre daha sırtıma bakacaksın?” diye sorarak bakışlarını omzunun üzerinden arkaya kaydırdı. Gözlerimiz birleştiği anda yeniden o kilisenin içinde gibi hissettim, sanki mumların alevleri yalpalayarak yanıyor, bana yeniden beni tanıyormuş gibi bakarak o iki kelimelik cümleyi kuruyordu. “Kaldığımız yerden devam mı etmek istiyorsun, Taş Bebek?”
“Güzel sırtın var kedicik ama konunun bu olmadığı oldukça açık, öyle değil mi?”
“Güzel bir sırtım olduğunu o tatlı dilinden duyduktan sonra sence başka bir şeye odaklanabilmem mümkün gibi mi görünüyor?” diye sordu, ses tonundaki ciddiyet dikkat çekiciydi. Bakışlarımı merakla yüzünde gezdirmeye devam ettiğimde, derin bir nefes alıp, “Hera,” dedi, “istediğini almadan durmayanlardansın, öyle değil mi?”
Sanki bunu zaten bildiğini düşünüyormuşum gibi, “Öyle mi?” diye sordum.
“Bilmem, seni tam anlamıyla tanıyor sanmam neticede,” diyerek yeni bir meydan okumayla karşımdaydı.
“Kartlarını kapalı oynayacaksın, doğru mu anlıyorum?”
“Kart falan oynadığım yok Hera ama istersen seninle bambaşka oyunlar oynayabiliriz. Bunu ne çok istediğimin farkında olduğunu düşünüyorum.”
“Geçmişte bir bağımız mı vardı?”
“En az senin kadar fikirsizim bu konuda.”
“Fikirsizsin?” dedim sorar gibi.
Kendisini banyoya kapatmasını beklemiyordum. Son derece gergindi, gerginliğinin sebebinin bir şeyler biliyor olmasından dolayı olduğunu düşünüyordum. Hislerim bu yöndeydi. O yaşanan şeyin öylesine bir sanrı olmadığına yemin edebilirdim, o anı yaşamış gibiydim, o anın içinde bir zamanlar nefes almış gibi hissediyordum.
Banyodan bana, “Odamı kullan, orada rahat edeceksin,” diye seslendi.
“Salon neyime yetmiyor?”
“Güzel sırtının ağrımasını istemeyiz, üstelik yaran tazeyken. İnadı bırak yoksa senin kanatlı bir keçi olduğunu düşüneceğim!” diye seslendi ve su açıldı.
Yanaklarımın içini şişirerek yatak odasının kapısına baktım. Onu daha fazla eşelemek istiyor olsam da doğruyu söylemek gerekirse, son derece yorgun hissediyordum. Odanın kapısını açıp karanlık, lacivert ve siyahın hakim olduğu yatak odasına girip büyük, yuvarlak yatağa baktım. Karanlık yatak odasının tam ortasında duruyordu, kadife kumaştan yatak başlığı lacivertti, gökyüzünde salınan ışık huzmesi yatak başlığını belli oranda aydınlatmıştı.
Onun yatağına uzandığımda kendimi yeniden o tabutun içine girmiş gibi hissettim. Saçlarım tabutun içine yayıldığı gibi onun yatağına yayıldı. Kalbimin vuruş sesleri bir süre sonra bana ninni gibi gelmeye başladı ve uykuya daldım.
🦂
“Güzel Kraliyet Kargası, geçmişin içinde sıkıştığımız bir an olacak, beni yeniden hatırlaman için dudaklarım kanatlarının köklerinde dolaşacak ve yeniden doğan kanatlarının altında yeniden senin olacağım,” dedi biri zihnimin derinliklerinde, üzerimdeki saten çarşafın kumaşını avucumun içine kıstırıp kaşlarımı çattım; rüyada olduğumu o an hissettim ve gözlerim hızla aralandı.
Nefes nefeseydim, boynumda biriken ter damlalarının göğsümün arasına dek aktığını hissettiğimde doğrulup yatağın üzerinde oturur pozisyona geçtim. Bakışlarım odasında dolaştı, artık daha fazla ışık alan odasındaki ayrıntılar daha da netleşmişti. Karşımdaki duvarda camın içine sabitlenmiş dev bir leopar portresi vardı, omzumun üzerinden granit rengindeki komodine baktım, komodinin üzerinde de siyah bir kuzgun heykeli yer alıyordu. Odasının siyah değil, granit ve lacivert rengi ağırlıklı döşendiğini gün ışığındayken fark ettim.
Odaya dolmaya başlayan büyüleyici sesle bedenim daha da dik konuma geldi. Bu onun sesiydi, saçları uzunken ve bir rock starken duyduğum o ses şimdi evin duvarlarında süzülüyordu. Genizden gelen, kalın, büyüleyici ve ona uymayacak şekilde karanlık bir sesi vardı. Tanıdıklık hissiyle beraber göğsümü sararak içimi yakıyordu. Rose zihnimin içinden, “Onu becer,” dedi ve gözlerimi devirerek yataktan kalktım.
Sesi holde daha güçlü bir çınlama yaratıyordu. Boynumu esneterek yürüyüp açık duran mutfak kapısından içeri baktım. Altında sadece gri bir eşofman vardı, üstü çıplaktı ve zayıf olduğunu düşündüğüm ince ama uzun, kaslı üst bedeni ritmik bir şekilde hareket ediyor, söylediği şarkıyla uyumlu ilerliyordu. Bir eliyle tavayı tutarken, diğer elini kaldırmış parmaklarını şıklatıyor ve sert şarkısına parmaklarından dökülen melodilerle eşlik ediyordu.
Beni fark ettiği anda şıklattığı parmakları havada asılı kaldı, omzunun üzerinden bana çevirdiği yırtıcı yeşil gözlerinin saldırıya hazır olduğunu fark edince irkildim.
Yüzündeki ifade saniyesinde gevşerken, “Günaydın Taş Bebek,” dedi ve tavanın içindeki omletin havada süzüldüğünü gördüm. Omlet tavanın içine geri yapıştığında, “İyi uyudun mu?” diye sordu ama cevabı benden daha iyi bildiğini biliyordum. Ona atabileceğim en boş bakışı attıktan sonra, “Hemera’yı görmem gerek,” dedim.
“Askeri üs onun için en güvenli yer, Hera. O doğrudan hedef gibi görünüyor.” Tavayı ocağın üzerinde bırakıp bana doğru döndü. “Doğaüstü askerleri onu her türlü tehlikeden koruyacaktır.”
“Kardeşim için nerenin güvenli olduğunu yalnızca ben bilirim,” dedim.
“Söyle o zaman, onun peşindeki şeyin ne olduğunu da biliyor musun?” diye sordu bana dik dik bakarak. “Şu an zorluk çıkarabilecek bir konumda değilsin. Kötü bir şey yaptığımız yok. Kız kardeşini korumaya çalışıyoruz.”
Dudaklarımı birbirine bastırıp kaşlarımı çatarak boşluğa baktım. Geceden beri aklımın çok karışık olduğunu biliyordu. Derin bir nefes alarak bana doğru yürüdü. Beklenmedik bir şekilde parmağını çeneme koyduğunda irkildim ama bedenim tepkisiz kalmayı başarabildi. Bir cızırtı duydum, teni tenimin üzerinde süzüldüğü an yüksek gerilim evdeki tüm kabloların içinde süzüldü. Kafamı kaldırıp ona bakmamı sağladı. Gözlerimiz birleştiğinde, o tuhaf yeşil gözlerinin içinde oynaşan ışıltılar karşısında şaşkınlığıma yenik düştüm. Gözleri bir insanın değil, bir doğaüstünün gözleriydi. Yeşil bir ışık huzmesi orada, gözlerinin derinliklerinde birbirine sürtmeden birbirlerinin etrafında kayan saten kumaşlar gibi hareket ediyordu. O kadar uzun süre gözlerimin içine baktı ki sertçe yutkunmak zorunda kaldım.
“Sakinleşmene sevindim,” dediğinde gözlerimi gözlerinden ayırıp boşluğa çevirdim. Parmağı hala çenemde duruyordu ama geri çekilmesini istemediğimden mi yoksa halim olmadığından mı bilinmez, elini itmiyordum.
“Açık konuşmak gerekirse, bazı anlarda bu denli sessizleşip uysal bir kız çocuğuna dönüşmen kalbimi hızlandırıyor,” dedi, anlık itirafının böyle büyük bir etki yaratıp ruhumda fırtına estirmesi hiç doğru gelmese de buna engel olmak da imkansıza yakındı.
“Bugünden itibaren sıkı çalış,” diyerek parmağını yavaşça geri çekti. Geride kalan boşluğun kalbimi sızlattığını hissettim. Bunun nedeni etkisinde kaldığım o tuhaf görü olabilir miydi? Gözlerinin içine sorguyla baktığımı fark edince omuz silkip sırtını döndü. Ocağın altını kapattıktan sonra, “Çünkü artık saldırıya açığız ve bu şeyin toplandığımızı fark ettiğini düşünüyorum,” dedi. “Bir ekip kurmak üzere olduğumuzun farkında. Kan çeşmesi durmaksızın akıyor olsa gerek.”
“Hemera’yı nasıl koruyacağım?” diye sorduğumda, “Kendini nasıl koruyacağını düşün,” dedi. “Çünkü ne işe yaradığını ön göremediğin bir dizi güçle başa çıkmak zorundasın ve peşinde de yöntemleri seninkine son derece benzeyen kimliği belirsiz bir şey var.”
“Ne olduğunu bilmediğimiz bir şeye savaş açıyoruz, öyle mi?”
“Başka bir fikrin var mı?” diye sordu omzunun üzerinden bana alayla bakarak.
“Yok.”
“Güzel. Omletin hazır. Masayı hazırlamam konusunda bana yardım etmeye ne dersin?”
“Bir şeyler biliyor ve benden saklıyorsun, öyle değil mi?”
“Taş Bebek, yardım edecek misin?”
Yanaklarımın içini şişirerek, “Tamam,” dedim isteksizce. “Servis tabakları nerede?”
“Üçüncü dolap.” Durdu, sırıtarak beni süzdü. “Sence de şu an evli çiftlere benzemiyor muyuz?”
“Kes sesini,” diye homurdandım.
🦂
Arabam Velencosoların malikanesinin önünde durdu. Konak, evime yapılan saldırının ardından buluşmak için sözleştiğimiz ortak bir alandı. Kızıl bulutların ardında, karanlıkla gölgelenmiş ayı anımsatan güneşe baktım. Gecenin geç bir saati olmasına rağmen güneş buradaydı; karanlığın içinde turuncu bir ay gibi parlıyordu.
Araf kapıyı açıp soğuğu içeriye doldururken, “Bu antika konaktan ve konaktaki antika Velencoso ailesinden gına gelmeye başladı,” diye söylendi.
“Onlara antika derken senin de en az onlar kadar eski olduğun gerçeğini göz önünde bulundursan ne hoş olurdu,” dedim.
“Sözlerin her zamanki gibi yaralayıcı ama bir o kadar da seksi. Ön görülemez bir şekilde senin tarafından tartaklanmaktan keyif alıyorum. Belki de bu sapkın bir cinsel fantezidir,” dedi Araf pişkin bir sırıtışla.
Kollarını yukarı kaldırdı. Deri ceketinin etek kısımları da yukarı kalkarken altındaki gri tişört yukarı sıyrılıp urora kasını açığa çıkardı. Gözlerim o belirgin, dışarı doğru kavisli duran kemiksi kasta asılı kaldı. Rose zihnimin içinde yine edepsiz şeyler fısıldamaya başladığında gözlerimi Dracula’nın şatosuna benzeyen malikaneye çevirip derin bir nefes aldım.
“Güzel vücuduma bakarken böyle nefeslenmek zorunda kalırsın işte,” diye şakıdı Araf, aldırış etmedim, eğer etseydim ona hak verdiğimi söylemek zorunda kalacaktım ve bu koca ağızlı herife bunu söylemek demek, eninde sonunda pantolonumu onun için aşağı sıyıracağım anlamına geliyordu. Cinsellik, ikinci planda bile olmamalıydı; en son planda dahi bulunmamalıydı. Bu koca kafalıyla yatmayacaktım.
Frederick Velencoso, konağın çift kanatlı devasa uzunluk ve genişlikteki kapısını tek bir el hareketiyle açıp, bir sihirbaz gibi bizi selamladığında, uzun demir parmaklıklardan yapılma kapının önünde durmuş, ona boş boş bakıyordum. Abartılı bir tipti, sinir bozucu bir gülümsemesi vardı ama gözleri sinsilik ve oyunlarla parlıyordu.
“Hera, bu ne güzel sürpriz.” Gözlerini Araf’a çevirip merdivenleri inmeye başladı. “Elbette her güzel sürprizin yanında bir hayal kırıklığı yer alır. Merhaba hayal kırıklığım.”
Araf gözlerini devirdi ama cevap vermedi. Frederick parmağını çıtlattığı anda demir kapı gürültüyle açılmaya başladı. “Aşk şatoma hoş geldin Hera, seni sonsuz karanlık bir romantizm bekliyor,” dedi Frederick, bu kez ben de gözlerimi devirdim.
“Her canlıyla aşk yaşayabileceğine inandıran hormonlarını giyotinle kurutmak ne hoş olurdu,” dedi Araf, yüzünde alaycı ama tehlikeli bir gülümseme belirdi. “Bölgemden uzak dur kıvırcık antika.”
Frederick, özenle permalanmış gibi görünen eski model saçlarını savurup, “Yüz dokuzuncu yaşına girdiğinde saçların seyrelmeye başlayacak, benimkilerin aksine,” dedi. Üzerinde yine eski zamanlardan fırlayıp gelmiş, on sekizinci yüzyılda yaşayan bir asilzadeye bakıyormuşum gibi hissettiren enteresan kıyafetleri vardı.
Frederick çakıl taşlarının üzerinde adeta zıplayarak yürüyüp bize yaklaştı, işaret parmağını kaldırıp havayı kokladı ve “Güzeller güzeli esmer ikizin yakınlarda olmadığı için kalbim epey kırıldı,” dedi. “Ona koleksiyonumdaki sekiz yüz yirmi bir yıllık aşk şarabından içirmeyi planlıyordum. Belki biraz şarap içer, sonra şöminenin önünde birbirimize içi kurtçuklu çilek yedirirdik ve belki, biraz şanslıysam, ruhunu emmeme izin verirdi…”
“Dikkat et ruhu emilen sen olma. Hemera hafife alınacak biri değildir ve kafa eti yemeyi bildiği gibi, ruh emme konusunda da epey iyidir,” dedim ve Frederick’i arkamda bırakarak konağın girişine ilerledim.
“Aman Tanrım bu kadın öyle asil ki bu beni kudurtuyor,” dedi Frederick olduğu yerde sallanarak. Ona bakmasam da hareketlerini kestirmesi kolaydı. Ne kadar zihnini koruyan bir duvar olursa olsun, uzun yıllar herkesin düşüncelerini duyarak yaşamış biri olarak, birilerinin hareketlerini ve düşüncelerini kestirmek çok zor da gelmiyordu artık.
“Araf haklı, sizin aile antika,” diye söylendim.
“Ne katı kalpli ama,” diye mırıldandı Frederick.
“Onu hedef tahtandan silsen iyi edersin,” dediğini duydum Araf’ın. “Onunla bu şekilde şakalaşmandan hoşlanmıyorum.” Ardından Frederick’in cevap vermesine izin vermeden hızla bana doğru yürümeye başladı. Belki duymadım sandı, belki duymamı önemsemedi ama o an aldığı nefesin bile öfkeli bir hırıltı taşıdığını duymuştum. Sessiz bir uyarı, altında birçok tehdit barındıran karanlık bir ikaz…
Holden geçip büyük salona girdiğimde çaprazımdaki merdivenlerden inen Noyan elinde bir ansiklopedi tutuyordu. Beni görünce gülümsedi ama burnumdan solduğum için sadece başımı salladım. Büyük yemek masasının önünde toplanan kalabalığa baktım. Şaşırtıcı bir şekilde iyileşmesini tamamlayan Tulpar da oradaydı.
“İyi olmana sevindim,” dediğimde gözlerinde sabit bir ifadeyle başını sallayıp, “Teşekkür ederim,” dedi. “Bunu hemen hemen sana borçlu sayılırım.”
Kızını kurtardığı için minnet duygusuyla gülümseyen su perisi, “Ona ne kadar teşekkür etsem az,” diye mırıldandı.
“Çocuklar, teşekkür faslını sonraya saklasanız iyi olur,” diyen Noyan’a çevrilen bakışların her birinde soru işareti vardı. Ortamda birdenbire ağır, gergin bir hava oluştu.
“Bir problem olduğunu öngörmüştüm,” dedi Ayevi. “Ama o ansiklopediyi eline aldığına göre, problem sanılandan büyük, Dedektif.”
Noyan’ın kaçamak bakışları bir şekilde Ayevi’ye dokundu. Ardından gözlerini tam ortasından açtığı ansiklopedinin sayfasına indirip, “Öyle görünüyor,” dedi. “Bu arada Hera, ikizin adına endişelenme. Gölge Teğmeni ile görüştüm. Hemera güvende. Yakında buraya dönecekler.”
Cevap vermeye fırsatım olmadı çünkü Noyan ciddi bir şekilde kaşlarını çatıp elini ağzına götürerek öksürdü, ardından, “Bir süredir bazı dosyaların üzerini kapatmak zorunda kalıyorum. Bir dedektif olmanın iyi yanı, doğaüstü olayların kayda girilmesine engel olabilmek olsa gerek ama bu aralar sayı fazlalaştı. Dosyanın biri bitmeden yenisiyle karşılaşıyorum. Görünen o ki bu şey, artık yalnız değil, çok sayıda yandaşı var ve saldırılar gözle görülür seviyede artış gösterdi. Üstelik şehirde avcıların görüldüğünü duydum.”
“Avcılar?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak.
Noyan gözlerini bana çevirdi ve “Bizi avlamak isteyenler,” dedi, bir an duraksadım. “Ekip çalışmalara başlamalı. Önce zayıf halkaları çoğalmadan yok etmeliyiz, ardından güçlü halkaları. Ve en son ona ulaşacağız. O şeyin kan çeşmesiyle doğrudan bağlantılı olduğunu düşünüyorum.”
“Ava mı çıkacağız?” diye sordu Asil, şeytan boynuzları ve kırmızı teni yokken cildi sağlıklı bir şekilde parlıyordu.
Ayevi, “Buna av demek oldukça vahşi olurdu,” dedi. “Bu sadece insanları ve türlerimizi korumak için alacağımız bir tür önlem.”
“Önlem dediği şey, katliam,” diye düzeltti Tulpar. “Yani evet, kanlı bir av mevsimindeyiz.”
Mahru, yani Cennet Perisi, “Kızımı bu tehlikenin içinde barındıramam,” dedi düşünceli bir sesle. “Ameliyat başarılı geçti. Ayevi ve Farah onun için elinden geleni yapmaya devam ediyor ama burada olması tehlikeli olabilir. Onu emanet edeceğim bir yer bulmalıyım.”
Ramon, “Velencoso Malikanesi Kızıl Yaka’nın en güvenli yeridir, Sevgili Cennet Perisi. Endişe duymayın,” dedi saygıyla, ardından eldivenin arkasına gizlediği elini masanın üzerine koydu. “Siz ve kıymetli kızınız için bir oda hazırlatacağım. Ekibimizi onurlandıran yüce gönüllü, saygıdeğer bir periyi ağırlamaktan şeref duyarım.”
Araf, “Vay be,” dedi. “Ara sıra gerçekten şeref sahibi gibi davranıyor.”
“Bu Kar Leoparı’nı kim sinirlendirdi?” diye sordu Ramon tek kaşını kaldırarak. “Bir boğa gibi burnundan soluyor.”
Reagan sarı saçlarını omzunun üzerine alarak, “Bu sevimsiz Kar Leoparı sinirlenir miydi?” diye sordu. “Çok şaşırdım doğrusu. Demek senin de sinirlenmene neden olan şeyler olabiliyormuş…”
Araf, Reagan’a dik dik baktı ama bir cevap verme tenezzülünde bulunmadı. Noyan, ansiklopediyi büyük, eski ve gotik yapıya sahip yemek masasının üzerine koyduğunda, eski siyah taştan şamdanın üzerinde yanan inci yansımalı siyah mumun ışığı ansiklopedinin açık duran sayfasını aydınlattı.
Sayfadaki şeytani figürler dikkatimi çektiği için eğilip sayfaya alıcı gözle baktım. “Bu bir tür ritüel mi?” diye sordum parmağımı sayfanın alt kısmındaki harflerde dolaştırarak. Öziçenleri nasıl yönetebileceğinle ilgili oldukça ayrıntılı bilgilerin yer aldığı bu sayfada, aynı zamanda bir öziçeni nasıl hizmetkarın yapabileceğine dair karanlık bir ritüel yer alıyordu. “Öziçen de neyin nesi?”
“Eski zamanlarda önemli doğaüstü parçaların muhafızlığını yapmaları için öziçenlerle anlaşma yapılırdı,” dedi Noyan. “Öziçenler duyguları ve mantıkları olmayan varlıklar. Bitkilerin bile onlardan daha fazla duyguları vardır. Zekalarını yalnızca korumak ve yok etmek üzerine kullanırlar ve bizim aksimize insani yanları neredeyse hiç yoktur.”
“Ve bir disko topuna benzerler,” diye ekledi Araf alayla.
Tek kaşımı kaldırıp Araf’a baktığımda, alaycı bakışlarının anlık olarak dudaklarıma kaydığını fark ettim. Su yeşili gözlerine yerleşen o alay bulanıklaştı, yerini farklı bir şeye bıraktı. Gözlerini yeniden gözlerime çevirdiğinde aramızda kalp gibi çarpan o enerjiyi hissettim.
“Disko topundan kastın ne?”
“Ciddiyetsizin teki demek isterdim ama haklı,” dedi Reagan, Ramon tek kaşını kaldırarak Reagan’a baktı. Eski aşıkların arasındaki gerilimi hissedebiliyordum. Reagan’ı bu malikaneye gelmeye ikna eden şey, sanıyordum ki gerçekten önemli ve karanlıktı. Birdenbire her biri birlik içinde çalışmaya başlamıştı. Reagan, Ramon’un bakışlarını hissetse dahi ona karşılık vermeden gözlerini kaldırıp bana baktı. “Onlar ışıltılı birer kristal, bedenleri ayna gibidir. Keskin ve parıltılı.”
“Disko topuna oldukça benzer bir deri,” diye açıkladı Araf. Gözlerinin hala yüzümde olduğunu hissediyordum ama o bakışlara karşılık vermiyordum. Reagan’da saplı duran gözlerimin Araf’a çevrilmek için titrediklerini hissetsem de gözlerime istediğini vermedim.
“Öziçenleri bir kanbazdan ayıran özelliği, kanbazlar ruh, kan ve et ile beslenirken, öziçenler doğrudan seni sen yapan her şeyi tüketir. Kanbazlar duyguları olan, insani yanlarını kaybetmemiş doğaüstülerdir, öziçenlerin ise mantığı ve duyguları yoktur. Seni adeta vakumlar ve boş bir deriye çevirir. Gücünü, enerjini, ruhunu, duygularını ve aklına gelebilecek hayati her şeyini emerler. Geriye bomboş, sarkık bir deri kalır,” dedi Ayevi.
“İğrençmiş,” diye mırıldandım. “Bu arada Rose nerede?”
“Farah ile birlikteler. İnsan arkadaşınız Donovan da onlara yardım ediyor ama elbette doğaüstü bir yavru periyle ilgilendiğini bilmiyor. Bir insan çocuğuyla ilgilendiğini düşünüyor olsa gerek,” dedi Ayevi. “Asıl abin nerede? İkizinin güvende olduğunu biliyoruz ama Hermes’i merak ediyoruz. O bu ekip için son derece önemli bir isim.”
Çok değil, bir saat önce Hermes’ten iyi olduğunu, babamı kontrol için eve gittiğini belirttiği bir sesli mesaj almıştım. Hemera’ya olanlardan bihaberdi, eğer bilseydi bu malikaneyi Velencosoların başına yıkıp askeri üsse bir saldırı düzenler ve Hemera’yı oradan çıkarırdı. O biraz pervasızdı, fazlasıyla korumacı ve çoğunlukla önünü göremeyen biriydi. Konu sevdikleri olduğunda öfkesi kavurucu oluyordu ve genelde bu öfkeden en büyük payı yine kendisi alıyordu.
“Hermes iyi. O babamı kontrol ediyor. Babamın da tehlikede olmasından korkuyor,” dediğimde Ayevi, “Baban,” dedi, ardından susup doğru kelimeyi arıyor gibi dudaklarını birbirine bastırdı. Sonunda, “Muhtemelen uyuyan güçleri var. Yani bizden biri ama bunun farkında değil. Hemera’nın, Hermes’in ve senin birbirinizden farklı özelliklerle dünyaya gelmenizin nedeni bu olmalı. Annen de baban da birer doğaüstü ama sanıyorum bu yanları uykuda.”
“Annem kendisi de derin bir uykuda,” dediğimde Ayevi, “Üzgünüm,” diye mırıldanarak başını önüne eğdi.
“Sorun değil, alnımda annemin mezar taşıyla dolaşmıyorum ne de olsa,” dedim ve gözlerimi yeniden ansiklopedinin sayfasına indirdim. “Peki şimdi ne yapacağız?”
“Şehirde bir ruhsatırı var,” dedi Noyan. “Üniversiteli öğrencilere musallat olmuş durumda. Sızıntının nasıl olduğunu bilmiyorum ama bu yaka şu an oldukça fazla sayıda karanlık enerjiyle kaplı. O şeyle anlaştıklarını ve ona bağlandıklarını düşünüyoruz.”
“Karındeşen şeyle mi?” diye sordum.
“Evet. Ona yoldaşlık ettiğine neredeyse eminiz çünkü saldırılar bir amaç doğrultusunda gerçekleşiyor gibi. Ruhsatırı üniversite öğrencilerini hedef almış, sanki aralarında birini arıyor ve bulana dek durmayacak, belki bulduktan sonra bile onlara saldırmaya devam edecek.” Noyan parmağını şakağına götürüp, yüzünü buruşturarak şakağını ovdu. “Üç öğrenci sanki keskin bir satırla saldırıya uğramış gibi paramparça halde bulundu. Biri okulun bahçesinde, bir diğeri kapalı yüzme havuzunda ve sonuncusu da okulun yakınlarındaki bir spor salonunda. Ölüm şekline bakılacak olursa, bunu bir insanın yaptığını söylemek bizler için imkansız ama insanlar için mümkün olabilir. Şehirde korku ve paniğe neden olmaması için soruşturma gizli tutuluyor ve ben de doğaüstü kalıntılarını temizleyerek bunu gerçekten cani bir insanın yaptığına tüm ekibi inandırmaya çalışıyorum işte.” Noyan yaşananlardan çok etkilenmiş ve oldukça yorulmuşa benziyordu. Gencecik çocukların cesetleriyle ilgilenmek, onları yok eden şeyin kalıntılarını temizleyip olup biteni örtbas etmek zorunda kalmak onun ruhunu zedeliyor olsa gerekti.
Ayevi üzgün gözlerle, “Bunu bir an önce durdurmalıyız,” diye fısıldadı, korkusunu gizleyemiyordu ama korkusu ruhsatırı dedikleri o şeye karşı değildi, korkusu daha fazla masumun ölecek olma ihtimalindendi.
Noyan, “Öte yandan çok sayıda karanlık varlığın kalıntılarıyla karşı karşıyayız. Kalıntıları takip edip ne olduklarını saptamak zaman alacak gibi duruyor,” dedi. “Yaklaşan savaşın ayak seslerini duymazdan gelemeyiz, ayrıca karşı tarafı sayıca azaltmak işlerin yolunda gitmesini sağlar.”
“Karga Sarmaşığı konusunda bilgisi olan var mı?” diye sormamla, Araf’ın gözlerini irice açarak bana dönmesi bir oldu. Ramon gözlerini yüzüme dikmiş, sessizce beni izliyordu. O an, farkındalık bir kalp gibi içimde çarptı; Ramon bana yalan söylemişti. Karga Sarmaşığı konusunda bir şey bilmediğini söylerken, her kelimesi yalandı. Biliyordu. Bildiğini, ben bu soruyu sorduğum an buz kesen ortamdan anladım.
“Karga Sarmaşığı konusu da nereden çıktı?” diye sordu Noyan gözlerini bana çevirerek. Ona, bunun benim kimliğim olduğunu söylesem ne olurdu? Gözlerimi Noyan’ın gözlerine sabitleyip bunu sorguladığım sırada, “O bir soy efsanesi,” diyerek söze girdi Ayevi. “Bazı kargalar son derece güçlüdür, bir doğaüstü familyasından geldiklerine inanılan büyüler taşırlar. Nadiren görülürler ve incelenmeye izin vermezler. Bir de onların başları olduğu söylenir. Kargaların bir gün insan formu alabilmesini sağlayabilecek bir kraliçelerinin olduğu. Belki vardır, belki hiç var olmamıştır ve karga sarmaşıkları sadece birer insani forma sahip olmayan doğaüstülerdir.”
Araf sessizdi. Tek kelime etmeden beni izliyordu. Araf’ın bakışlarına karşılık vermedim ama üzerimdeki yoğunluğunu hissedebiliyordum. Bir sonraki soruyu soracak cesareti kendimde bulduğum söylenemezdi. O yüzden susup Ayevi’nin gözlerinin içine uzun uzun baktım. Bunu neden sorduğumu sormadı ve başka bilgi de vermedi. Ana konumuz onlara göre bu değildi ama bana göre tam olarak buydu. Bir karga sarmaşığı olduğum zihnimin içinde çınlayıp duran bir gerçekti, doğruyu ne kadar yansıttığı şüpheliydi. Ayevi’nin söylediklerini önüme aldığımda tutarsızlık diz boyuydu. Sonuçta bir insan bedenindeydim ve kargaya dönüştüğüm de söylenemezdi. Sırtımdan çıkan karga kanatlarını saymazsak, evet, söylenemezdi.
“Hera ve ben fakülteyi kontrol ederiz,” dedi Araf, bu cümle üzerine Noyan kaşlarını çatarak, “Hera bir bilinmeyen,” diyerek cümlesine giriş yaptı. “Henüz neler yapabileceğini kendisi bile bilmiyorken onu tehlikeli bir durumun ortasına itemeyiz.”
Katilin aradığı doğrudan bendim ve hepsi de bunun bal gibi farkındaydı. Tek soru şuydu: Katil bu kızı neden arıyor? Ben cevabı biliyordum. Katil beni değil, karga sarmaşığını istiyordu ve Ramon’un avucundaki delirtici gözler sağ olsun, karga sarmaşığı olduğumu öğrenmiştim. Bu belirsiz, bilgileri güncel olmayan türle ilgili ağzımı açıp bir şey söylemek doğru gelmiyordu. Zaten Araf’ın baskıcı bakışları da susmamı emrediyor gibiydi. Sanki bu konuyu henüz birileriyle paylaşmamı istemiyordu. Ama Ramon biliyordu, tuhaf olan, o da susmayı tercih ediyordu.
“Araf haklı,” dediğimde Noyan’ın çatılmış kaşlarının altında köpüklü kahve gibi görünen gözleri bana çevrildi. Omuz silkip, “Kim olduğumu merak etmiyor musun Noyan? Öğrenebilmek için ateşin içinden geçmem gerek, değil mi? Ne işe yaradığımı öğrenmek istiyorum,” dedim.
“Bu tehlikeli. Daha alt seviye bir iblisle uğraşabilirsin. Ruhsatırı şu an hiçbir şey bilmeyen bir çömez için tehlikeli,” dedi Noyan sertçe.
“Belki de yüksek seviye bir iblisimdir,” dediğimde Noyan başını iki yana sallayıp homurdandı ama beni vazgeçiremeyeceğini biliyordu. “Araf ve ben kampüsü dolaşalım. Siz de kampüsün çevresinde, gençlerin ağırlıklı takıldığı mekanlara göz gezdirin.”
“Ona hayır demek mümkün değil,” dedi Araf yüzünde sinsi bir sırıtışla.
“Gidelim,” dediğimde başını salladı. Malikaneden çıkana dek tüm gözlerin sırtımda biriktiğini hissettim. Çoğu, kararımın pervasızca verilmiş bir karar olduğunu, birkaçıysa benim gerçekten cesaretli olduğumu düşünüyordu.
Direksiyonu sıkıca kavrayıp, hemen yanımda emniyet kemerini bağlayan Araf’a omzumun üzerinden baktım. “Onlara Karga Sarmaşığı olduğumu söylemeliyim belki de,” dedim sorguyla.
“Buna neye dayanarak karar verdiğini sorgulayacaklardır.”
“Ramon’un…”
“Ramon’un eli aynı zamanda deliliğin de sahibidir, bunu unutma. Aklını yitirdiğini düşünebilirler,” dedi Araf, durdum, söylediği şeyin ilk defa yalan olmadığını hissettim. Bu defa bana karşı dürüsttü.
“Peki sen?” diye sordum. “Sen de delirdiğimi düşünüyor musun?”
“Hayır,” dedi, gözleri gözlerime tutundu. “Ben sana inanıyorum. Muhtemelen yalan söylüyor olsaydın ve bunu bilseydim bile sana inanırdım.”
Tek kaşımı kaldırıp, “Neden?” diye sordum ama ruhumda bir el gibi dolaşan o his, bunun nedenini zaten biliyordu.
“Cevabını bildiğin sorular sormak konusunda bir ustasın, Taş Bebek,” dedi.
“Bazen gerçekten ciddi gibi görünüyorsun bazense sadece alay ediyor gibi.”
“Alay etmeyeceğim tek insan olduğunu anlamaman kırıcı,” dedi, ardından başını koltuğa yasladı ve “Hadi gidip avlanalım,” diye mırıldandı, sesinin alt metninde gizlenen tehlikeyi hissettim.
Direksiyonu çevirirken, “Bir karga olmadığım konusunda hemfikiriz, öyle değil mi?” diye sordum. “Yani görüntüm bir insana ait. O zaman nasıl karga sarmaşığı olabiliyorum?”
“Kaynakların kesin olmadığını belirtmişti Ayevi,” dedi sadece. Bana değil, yola bakıyordu.
Cevap vermedim. Araf’ın benden daha fazla şey bildiğini, bildiklerini de yüzündeki alaycı maskeyi giyerek sakladığını biliyordum. Aptal değildim. Kaldı ki bir aptal bile onun bir şeyleri sakladığını kolaylıkla anlardı. Arabayı hızlandırdığımda, bakışlarını bana çevirip, “Seni kızdırdım mı tatlım?” diye sordu, bana tatlım demesi kaşlarımı çatmama neden olurken, “İki kaşının ortasında bir çukurla burnundan soluyarak direksiyonu kavrarken ne kadar seksi göründüğünü bilseydin kendine hayranlık duyardın. Bazen benim yerimde olmadığın için üzülüyorum. Kendinden mahrum kalıyorsun,” dedi. Tekdüze fakat beğenisini gizlemeyen bir sesle konuşurken kelimelerinin beni daha da öfkelendirdiğini hissettim.
“Çeneni kesmen için sana sağlam bir sol kroşe mi indirmem gerekiyor?”
“Bu sesimi kesmeme neden olmazdı ama kesinlikle beni sertleştirirdi.”
Onun sertleştiğini düşünmek bir an için tüm düşünceleri susturdu. Zihnimde beliren açık seçik görüntüleri rafa kaldıramadım ve bu görüntüler hızla merkezime bir sızı gönderdi. Kasıklarımdaki ateşin nedeninin bu ahmak olmasını anlamlandıramıyordum. Evet, seksi bir vücudu, yakışıklı bir suratı, yüksek aurası vardı ama koca ağzını açtığı anda tam bir geri zekalıya dönüşüyordu ve bu da onun için ıslanmamam gerektiğinin resmi bir belgesi olmalıydı.
“Sadece işine odaklan,” dedim. “Benim sinirlerimi zıplatmak sandığın kadar keyifli değil. Gerçek bir öfkeyle karşılaştığında bununla başa çıkamayacağını bilmelisin, kedicik.”
“Pekala annecik,” dedi ve ağzına görünmez bir fermuar çekti. “Ben senin söylediklerinin tam aksini düşünüyor ve öfkenden delice haz alıyorum ama madem susmam gerektiği konusunda sert bir emir aldım, o halde emrini yerine getireceğim.”
Gerçekten de bunu yaptı. Yolun uzunca bir kısmında neredeyse hiç konuşmadı. Konuşmaya başladığında ise bu benimle değil, hattın öteki ucundaki isimleydi.
“Fakülteye varmamıza beş dakika var,” dedi hattın öteki ucundaki kişiye. “Hayır, elbette insanların önünde görüntümün iki katına ulaşana dek büyümeyeceğim. Ve hayır, kuyruğum da çıkmayacak. Sana söyledim, bunu yapmayacağım.” Gözlerini devirdi. “Farah, bir leopara dönüşmeyeceğim ya da iri kıyım bir versiyonuma. İnsanların içinde bunu yapmam.”
Gözlerinin bana kaydığını hissettim ama bakışlarına karşılık vermeden önümde uzanan yolu izlemeye devam ettim. Siyah bir araba sinyallerini yakarak yan şeride geçip bana yol verdiğinde Araf tek kaşını kaldırarak camdan dışarıya, arabaya baktı. Hattın öteki ucunda ablası konuşuyor olmalıydı, çünkü sessizdi. Siyah arabanın sürücü koltuğundaki adama uzun uzun baktığını fark ettim. Göz kontağını kesmesi için aracı hızlandırdığımda, “Seni duyuyorum,” dedi bir anda. “Bir şeyin boynuna dişlerimi geçirmeyi düşünüyordum. Ha. Sesli düşündüm sanırım.” Boynunu esnetti. “Onun adına endişelenme, yanında ben varken ona bir şey olmayacak.” Telefonu kulağından uzaklaştırıp yüzünü buruşturdu. “O çekik gözlü Rose’a söyle bağırmayı kessin, arkadaşı güvenli pençelerde.”
Telefonu kapatıp deri ceketinin iç cebine atarken, “Cehennem Perisi’nin çığlığıyla tüm erkekleri anlık sağır edebileceği efsanesi gerçekmiş,” diye homurdandı. “Az önce deli arkadaşın az kalsın beni sağır ediyordu.”
“Küçük kızın durumu nasılmış?”
“İyi, ablam onunla yakından ilgileniyor.” Gözlerini yüzümde dolaştırdığını hissettim. “Az önce sana yol veren herifi tanıyor muydun?”
“Ha?” Ona yan gözle baktım. “Hayır.”
“O halde neden sana yol verdi?”
“Kibar bir adam olduğu için olabilir.”
“Ya da sadece vadesi dolmuştur,” dediğinde omzumun üzerinden tek kaşımı kaldırarak ona baktım. Yeşil gözlerine bir avcının bakışları bulaşmıştı. Mürekkepten daha siyah saçlarının altında, saçlarıyla aynı renk olan kaşlarının kavisinin belirginleştiğini gördüm. Çatık kaşlarının altındaki gözleri hiç olmadığı kadar tehditkar bakıyordu.
“Kedicik, öfkeli görünüyorsun,” dediğimde burnundan sert bir nefes verdi ve dudağının sol kenarı yukarı büküldü.
“Önüne baksan iyi edersin Hera,” dedi. “Beni izlerken arabanın takla atmasına neden olmak istemezsin, öyle değil mi hayatım?”
Göğsümde tanımlanamayan bir isim gibi hareket eden şeyin kalbim olmadığına yemin edebilirdim çünkü kalbim rahatına düşkündü ve normalde olduğu yerden bir santim bile kımıldamazdı.
Fakültenin demir parmaklıklarının ardındaki kaldırım kenarında arabayı yavaşlatırken içimdeki çatışmayı sona erdirmeye çalıştım. Araf emniyet kemerini çözüp arabadan indiğinde arkasından baktım. Uzun boynunu esnetip, ensesini kaşıyarak fakültenin bahçesine doğru baktığı sırada kolunu kaldırdığı için sırtı da genişlemişti. İnce bir beli, geniş omuzları ve uzun bir vücudu vardı. Güzel göründüğü gerçeği yüzüme sert bir tokat gibi indi. Gözlerim uzun bacaklarının üzerinde yer alan sıkı, küçük kalçasına kayınca, kendi kendime, “Sen çıldırmış olmalısın Hera,” diye mırıldandım. Söylediğim şeyi duymuş olacak ki bana doğru dönüp arabanın içine eğildi ve “Bir şey mi dedin?” diye sordu. Gözleri tuhaf bir farkındalıkla parlıyordu. Karanlık, ihtiraslı, oyunbaz ve sisli gözleri vardı.
“Böyle bakmaya devam mı edeceksin Hera?”
Sorusu bir an için bulanan her şeyin berraklaşmasına neden oldu. Saplandığım düşüncelerden hızla çıkıp gözlerimi gözlerinden çekip emniyet kemerimi çözdüm. Seviyeyi bir adım sonraya taşımaya hazır bakışlarını istekle bedenimde dolaştırdığını hissedebiliyordum. Her bir parçamı, beni ben yapan tüm her şeyi, karanlık yanım da dahil olmak üzere tüm vahşi kıvrımlarımı bilmek istiyor gibi bakıyordu. Tüm bunları merak ediyor gibi.
Arabadan çıkıp kapıyı sertçe kapatarak parmaklıklara doğru ilerlediğim sırada da bakışlarının bedenimdeki ağırlığını hissetmeye devam ettim.
“Bu saatlerde okulda kimsenin olmamasına şaşırmamalı,” dediğimde nefesini ensemde hissettim. Tüm bedenim kasıldı, damarlarımdaki sıkışıklığın büyüyerek kanımı baskıladığını hissettim. Yüzünü omzumun hizasından öne uzatıp, demir parmaklıklardan içeri bakarken yanağı neredeyse yanağıma dokunacaktı.
“İçeride sadece inekleri bulabilirsin ve yakında birbirine aşık olacağından habersiz, beraber bir proje yapmak zorunda bırakılmış birbirinden nefret eden ikilileri.” Güldüğünde çenesi omzuma sürtündü. “Binanın ışıkları hala yandığına göre haklıyım.” Başını bir anda bana doğru çevirince dudakları neredeyse yanağıma sürtündü. Tam bir temas değildi, hatta belki de dokunan dudakları değil, dudaklarının rüzgarıydı ama o sıcaklığı yanağımda hissetmekten kaçamadım. Kafamı çevirip ona bakacak olursam, dudaklarım ve dudakları kaçınılmaz sona kucak açmak zorunda kalabilirdi. O yüzden hareketsizce önümdeki binaya bakmaya devam ettim. Araf benim aksime bu durumdan hiç rahatsız değilmiş gibi, dudakları neredeyse yanaklarıma yaslı durumdayken bir kez daha konuştu ve nefesinin sıcak buğusuyla kaplanan kelimeler tenime aktı. “Hadi gidip içeride tuhaf bir şeyler olup olmadığını kontrol edelim, Taş Bebek.”
“Bakalım,” diyerek hızlıca geri çekilip kapıya yöneldim. Beni montumun yakasından kavrayarak durdurmasını beklemiyordum.
“Aklını bu denli karıştırdığımı belli etme,” dedi eğleniyormuş gibi. “Ön kapıdan içeri girebileceğini düşündüren ne sana? Her ne kadar büyüleyici güzellikte olup güvenliğin mantığını aklından ayıracak dahi olsan, bu iş için maaş alıyor ve seni içeri öylece davet edemez.”
“Peki ya nasıl gireceğiz?” diye sorarken eline vurup yakamı düzelttim.
“İlginç girme taktiklerim vardır, bir ara öğretirim,” deyince kanın beynime sıçraması gerekirdi belki ama kan kasıklarıma sıçramayı tercih etti.
“Boşboğazlık yapma da nasıl gireceğimizi söyle.”
“Demir parmaklıklardan atlayacağız derdim ama sana benden başka bir şeyin saplanma düşüncesi bile kan dondurucu,” dedi, söylediği şey dudaklarımın aralanmasına neden olurken elini çenesine götürüp keskin çenesini hışırtı çıkararak kaşıdı. “Gel, arka tarafta duvar var. Duvardan atlarız.”
“Bu pek doğruymuş gibi gelmiyor,” dedim tereddütle.
“Denk geldiğimiz bir doğaüstüyü kesip parçalamak doğru geliyor ama duvardan atlayıp gizlice okula girmek ahlak değerlerine aykırı, öyle mi?” diye sordu alayla.
Gözlerimi ayaklarıma indirip bugün düz bir postal giydiğim için şükrettim. Topuklularla duvardan atlamak benim gibi zor şartlar altında ağır eğitimler almış birisi için çok zor değildi ama konforlu olmayacağı kesindi. Araf yanımdan geçerek ara sokağa doğru ilerlemeye başladığında durup arkasından baktım. Uzun bacakları her bir adımda genişçe açılıyordu. Sıkı kalçalarının hareketlerini izlerken zihnim puslanmaya başladı.
Derin bir nefes alarak arkasından yürümeye başladım. Okulun arka bahçesi koruluğa bakıyordu ve Araf’ın söylediği gibi yüksek bir duvarın hemen ardında korunuyordu. Yaklaşık dört metrelik duvara kafamı kaldırmış bakarken, “Bu duvarın burada olduğunu bildiğine göre burayı sık sık ziyaret ediyorsun,” dedim.
“Fakülte kızları beni sever.”
Umursamazca kurduğu cümlenin içime bir çentik atıp, damarlarımda kan değil ateş dolaşıyormuş gibi hissettireceğini söyleselerdi dalga geçmekle kalmaz, söyleyen kişilerin dilinden fiyonk yapardım ama birinin söylemesine gerek kalmadan, bu hissi tattım.
Sessizliğimin uzun sürdüğünü fark eden Araf, omzunun üzerinden bana baktı. Çelik gibi parlayan metalik yeşil gözleri, yüzümde her nasıl bir ifade gördüyse bir an için koyulaştı. Göz bebeklerinin genişleyip küçüldüğünü gördüm. Hemen arkasından, “Şaka yapıyordum,” dedi. “Fakülte kızlarından hoşlanmam.”
Gözlerimi devirerek önüme dönüp, “Bana ne bundan? Kimi becerdiğinle ilgilenmiyorum,” diyerek elimi duvarın kenarındaki çöküntüye koydum. Sanırım buraya ayağımı koyarsam, yukarı ulaşmak için daha kolay bir harita çizmiş olurdum. Araf’ın ısrarcı bakışlarının hala profilimde olduğunu fark ettiğimde omzumun üzerinden ona bakıp, “Hareket et,” dedim sertçe.”
“İlgilenmen hoşuma giderdi.”
“Ne?”
“Kimi becerip becermediğimle ilgilenmen hoşuma giderdi diyorum,” dedi gözlerini gözlerimden çekmeden.
Kurduğu cümle anlamsızca öfkelenmeme neden olurken, “Şunu söylemeyi kes,” dedim istemsizce. Durdu, ardından başını omzuna doğru yatırıp, “Kimi becerip becermediğimi mi?” diye sordu sinsice.
Eğer yapabilseydim, elimin altındaki taşı söküp kafasına fırlatırdım. Önüme döndüğümde güldüğünü duydum. Ardından bir rüzgar gibi esti. Elini taşlardan birinin üzerine koydu, bir panter gibi kolaylıkla duvarı iki büyük bacak açışla tırmandı. Duvarın tepesinde dikilip kafasını indirerek bana bakmaya başladığında şaşkınlığımı gizleyemedim.
“Bir kedi olduğunu unutmuşum.”
“Kanatlarını çıkarıp uçamayacağına göre bu kedinin seni yukarı çıkarmasına izin ver,” diyerek dizlerinin üzerine çöktü. Elini bana doğru uzattığında önce eline, ardından önümde dikilen duvara baktım. Elimi duvardaki çıkıntılardan birine kaydırıp, ayağımı az önceki göçüklüğe yaslayarak kendimi yukarı ittim. Araf elini uzatmaya devam ediyordu ama uzanıp elini tutmadım. Bir sonraki adım için diğer göçüklüğü aradım, elimi bir diğer taşın kenarına yasladığımda ayağımı çaprazımdaki göçüklüğe attım.
Araf, “Bunu beklemeyeceğim Hera,” dediği an, parmaklarını bileğimde hissettim. Uzun vücudunu aşağı sarkıtıp beni kavradı ve çok hafif bir şeymişim gibi beni tek seferde yukarı çekti. Tüm ağırlığımla onun üzerine yığıldığımda gözlerimiz birbirine tutundu; tüm dengelerin sarsıldığını hissettim. Haklıydım. Tüm dengeler gerçekten sarsılmıştı. Birdenbire geriye devrildi ve kucağında benimle birlikte duvarın öteki tarafına doğru düşmeye başladı.
Yere çarparken sırtının çıkardığı o sesi duymak gözlerimi irileştirdi. Hala bana bakıyordu. Yerde uzanırken ve ben kucağında, saçlarım yüzümün iki yanından su gibi akarak onun yüzünün etrafına yayılırken… Kalbim, göğsümün derinliklerinde yükselerek sıçradı; boğazımda atışlarını hissederek sarsıldım. Gözlerinin içine saklayamadığım bir endişeyle baktığım sırada, o camgöbeği rengindeki gözlerde şu ana dek gördüğüm en fırtınalı, en buğulu bakış yer alıyordu. Gür, siyah kirpiklerine dek ulaşan fırtınanın eserek içime dolduğunu hissettim. İçimi allak bullak eden bir şey vardı o gözlerde.
Dudaklarım usulca aralandığında sıcak nefesim önce onun yüzüne çarptı, ardından geri dönerek kendi yüzümü ısıttı. Yerde uzanıyor olması, kucağında, ellerim göğsüne yaslı duruyor olmam, saçlarımın bizi sarı bir hücrenin içine almış olması; tüm bunlar toplandığında gökten kanın yağdığı bir fırtınaya dönüşüyordu.
“Sen iyi misin?” diye sordum, belki de bu şu ana dek ona yönelttiğim en saçma soruydu.
“Şu an o kadar iyiyim ki, birkaç kemiğim kırılmış olsaydı bile bunu sorun etmezdim,” dedi, yeşil gözleri kelimelerinin tamamlanmasının hemen arkasından dudaklarıma kaydı. Bir usturanın damarın üzerindeki tehlikeli kayışı gibiydi. Biraz daha derin hareket etse, derinin altındaki kanı dışarı çıkarmaması imkansızdı. İçimden dışarı taşmayı bekleyen o kanın damarlarımda alev gibi yanarak fokurdadığını hissettim.
Elimi göğsünden çekip çime bastırdım, yavaşça doğrulacaktım ki parmaklarını belime bastırarak buna engel oldu. Ben daha ne olduğunu kavrayamamışken beni kendine bastırması, bedenimin öne doğru kayarak ona yaslanmasına neden oldu. Göğsüm göğsüne yaslandığı an derimin altında gizlenen canavarın dışarı çıkmak için bedenimi zorladığını hissettim.
“Bir anda kalkarsan başın döner diye düşündüm,” diye mırıldanırken, o tehlikeli ses tonuyla kurduğu cümlenin koca bir yalandan ibaret olduğunu biliyordum.
Parmaklarının belimdeki baskısı damarlarımı ikiye büküp kırıyormuş gibi hissettirdi. Hızla geri çekilip kucağından kalktım. Bunu zaten bekliyormuş gibi gözlerini üzerimden çekmeden yerde uzanmaya devam etti.
“Benimle flört etmeyi bırakıp kalk, içeriye göz atmayacak mıyız?”
Gözlerini yumup başını çimlere bastırarak boynunu yukarı doğru gerdiğinde belirgin adem elması derisini yırtacak gibi kavis kazanarak sivri bir hançer ucuna dönüştü. Başını tekrar öne doğru getirdiğinde adem elması hala derisinin altından o deriyi yırtmak için zorluyordu ama en azından artık bir hançerin sivri ucu gibi durmuyordu.
“Elimi tutarsan kalkabilirim,” diyerek elini uzatınca ona düz düz baktım. “Hadi ama kalpsiz kadın, seni yukarı çekmeye çalışırken neredeyse omurgamı kırıp felç olacaktım.” Tek gözünü açıp bana baktı. “Biraz bile merhametin yok mu senin?”
Gözlerimi devirip elimi ona uzattım, parmakları parmaklarıma dolandığı an bahçenin sonundaki kısa boylu sokak lambasının içinde güçsüzce yanan turuncu ışık birden bozuk bir ses çıkararak söndü. Araf ayağa kalkarken yükünü bana vermedi ama elimi de bırakmadı. Ellerimiz birleştiği an sönen lambaya çatık kaşlarla baktım, ardından gözlerimi çevirip ona baktım. Burnumun dibinde bitmişti. Elimi daha sıkı kavrayıp beni kendisine doğru çekince, fiziksel olarak benden çok daha güçlü olduğunu bedenim bir yaprak gibi titreyip onun göğsüne çarpınca fark ettim.
“Ne yapıyorsun?” diye hırladım öfkeyle ama yüzüm iki göğsünün arasına gömüldüğünde her nedense tanıdık, içimdeki vahşi tarafın başını okşayan bir hisle duraksadım. Kokusu buradan öyle yoğun geliyordu ki, kokusunun o soğuk dokusu ciğerlerime hava değil, madde olarak doluyordu sanki. Çam gibi kokuyordu, belki biraz sandal ağacı… Diğer elini kaldırıp ensemin arkasına bastırarak saçlarımı avucunun altında bıraktığında kaşlarımı çattım ama hareket edemedim.
“Eğer içeride farklı bir enerji hissedersem, bir şekilde müdahale etmek zorunda kalırsam, güvenli bir yere geç ve seni alamaya gelene dek oradan çıkma, olur mu?” diye sordu yumuşak bir sesle.
“Bunu yapacağıma inanıyor musun?” Sesim göğsüne doğru konuştuğumdan boğuk çıkmıştı.
“İnanmadığım için kibarca soruyorum,” diye mırıldandı.
“Kibarca reddediyorum.”
“En azından kıçımı tekmeleyip bana kalpsiz bakışlar atmadın. Bu bir gelişme olmalı.”
“Beni yukarı çekerken düştüğün ve az daha felç kalacağın için,” diye yalan söyledim.
“Vay canına, iyi bir kalbin var, değil mi?” diye sorarken nefesinin saç diplerime sızarak düşüncelerimi fethettiğini fark ettim.
Alnımı hiç beklemediği bir anda göğsünün arasına bastırdığımda bedeninin taş kesildiğini hissettim. “Ve sen de çok iyi bir yalancısın, öyle değil mi?” diye sordum isyan eder gibi.
“Bundan mutluluk duyduğum söylenemez,” diyerek küçük bir itirafta bulundu; yani kabul ediyordu, yani bunu doğrudan söylüyordu. Beni kandırıyordu, aslında kandırmak da değildi bu; benden gerçeği gizliyordu.
Bir şey sormak istedim ama dudaklarım ikinci kez açılmadı. Sandal ağacını anımsatan kokusunu içime doldurup yavaşça geri çekildim ve onun yüzüne bakmadan binaya doğru yürümeye başladım. Arkamdan uzun süre baktığını, uzunca bir süre hareket dahi etmeden yalnızca beni izlediğini biliyordum. Yine de dönüp ona doğru bakmadım.
Aslında ona öfke duymuyordum. Bir şey saklıyor olması beni kızdırmıyordu. Nedense bir yanım, şu an doğru olanın bu olduğunu söylüyordu. Mermer merdivenlerin önüne geldiğimde omzumun üzerinden Araf’a baktım. İki büyük kartal heykelinin ortasında durmuş beni izliyordu. Okulun mimarisi oldukça eski ve gotik yapıya sahipti. Mermer kolonlarda çatlaklar vardı ve hemen girişte iki büyük meşale yanıyordu.
“Arkamda yürüyüp durmanın nedeni kalçalarımı dikizliyor olmandan mı kedicik?” diye sordum tek kaşımı kaldırarak.
Dudakları yukarı kıvrılırken, “Tüh, beni yakaladın,” diye mırıldandı.
“Hareket et. Önümde yürü. Belki ben de senin kalçalarını izlemek istiyorumdur,” diye takılarak mermer basamakları tırmandım.
“İşte bu beni heyecanlandırdı. Daha önce kimsenin seksi götümle ilgili bir fantezisi olmamıştı. Bir dakika, bu beni korkutmalı mı?” Koşarak merdivenleri çıkarken keyfi yerine gelmişe benziyordu. Bu beni gülümsetti. Somurturken hiç çekilmiyordu. “Bak, baştan söyleyeyim, homoseksüel değilim ve olmayı da düşünmüyorum. Yani kalçamı tırnaklayabilirsin, belki şaplaklamana da izin verebilirim ama farklı bir şey denemek istersen, ben yokum.”
İri gözlerle ona dönüp, “Tüm bunları bağırarak söylemeyi keser misin? Belime bir strapon bağlayıp seni sikecek değilim,” dedim dehşet içinde.
Bana ürpermiş gözlerle bakıp, “Bunu senin ağzından olumsuz bir cümleyken bile duymak çok korkunçtu,” dedi.
Yüz ifadesi beni eğlendirdiği için elimde olmadan güldüm. Ana holde büyük bir kartal heykeli kırmızı şeridin arkasında muhafaza ediliyor, kartalın hemen önünde altın harflerle okulun kurucusuna ait bir cümle yer alıyordu. Kafamı kaldırıp büyük avizeye, ardından önümde uzanan tarihi bir filmden fırlamış gibi görünen büyük hole baktım.
“Hemera ile hayalimiz burada okumaktı ama babam bu fikirden pek hoşlanmıyordu,” dediğimde Araf hemen arkamdaydı.
“Neden?”
“Okulla ilgili garip söylentilerin olduğu bir dönemdi,” diye geçiştirdim. “Yine de eğlenceli bir okul hayatım olduğunu söyleyebilirim.”
“Okul hayatınla ilgili anıları dinlemek istediğimden emin değilim. Her an beni rahatsız edecek bir adamın varlığıyla yüzleşebilirim. Bunu sevmedim,” diyerek yanımdan kayıp geçti.
“Ah ben de tam Ashton ile aramızda geçen romantik hafta sonu gezilerini anlatacaktım,” diye homurdandım gözlerimi devirerek.
“Kes şunu,” demesini beklemiyordum, gergin bedenindeki tüm kasların seğirdiğini gördüm. Geniş, bir sarayınkini anımsatan ahşap merdivenlere yöneldi. Merdivenlerin tırabzanları bile tarih kokuyordu; verniklenmiş ahşaptandı.
“Sen az önce bana kesmemi mi söyledin?” diye sordum tek kaşımı kaldırıp, öfkeme hakim olmaya çalışarak.
“Evet,” dedi basamakları tırmanırken. Dönüp bana bakmadı bile. “Çünkü biraz bile komik değildin.”
“Komik olmaya çalıştığımı mı düşünüyordun?” diye sormamla, elini vernikli ahşap tırabzana koyup, omzunun üzerinden bana buzdan gözleriyle baktı. Gözlerindeki tehdidi bu kadar net biçimde, ruhumu yakıp yıkan bir gerçeklikle görmeyi beklemediğimden durakladım.
“Yani bana gerçekten bir dalyarakla geçirdiğin romantik hafta sonu kaçamaklarını mı anlatacaktın?” diye sorduğunda ses tonunun şu ana dek onda hiç denk gelmediğim kadar ters ve öfke dolu olduğunu fark ettim. Sağ gözü seğirirken bir cevap bekliyor gibi bakıyordu.
“İşe koyulalım,” demekle yetinip basamakları çıkmaya başladım. Tam yanından geçtiğim sırada bana dik dik baktı ama bakışlarına aldırış etmeden onu arkamda bıraktım.
Okulun üst ana holünde iki genç kız dikilmiş, bir şey hakkında konuşuyorlardı. Zihinlerine ait sesler bir bumerang gibi hızla dönerek benimkine çarptı. Kızın zihnindeki korkuyu avuçladım. Diğer kıza söylediği şeyi zihninde de tekrar etti: “Korkunç bir ölüm şekli. Geceleri rüyamda onu görmeye başladım. Ağzından sızan kanı unutamıyorum. Kan değildi de petroldü sanki. Simsiyahtı. O tamamen ikiye bölünmüş haldeydi.”
Araf tam arkamda belirdiğinde elimi kaldırarak onu durdurdum. Diğer kızın zihninin sesi daha yalın, sıcak bir esintiyi anımsatıyordu. İğrendiğini fark ettim, duyduğu şey görmediği bir duruma ait olmasına rağmen zihninde doğrudan canlanıp onu dehşete sürüklemişti.
“Şule’nin ölümü hepimiz için beklenmedikti. Böyle bir şeye maruz kaldığın için üzgünüm, gerçekten,” dediğini duydum, zihni kurduğu cümlelere eşlik ediyordu. “Belki de terapi almaya başlamalısın. Bunu kendi başına aşamazsın, biliyorsun. Senin adına endişeleniyorum.”
Araf’a doğru dönüp, “Turuncu kazaklı kız cinayet tanığı,” dediğimde Araf gözlerini kısarak kıza doğru baktı. “Öldürülen son kızın ismi Şule. Üçüncü kişinin.”
Araf başını sallayıp, “Kampüste çok sayıda öğrenci enerjisi var,” dedi. “Sanırım bugün saldırıya açık bir yer burası. Oldukça geç bir saat, istemediği kadar da kurban var.”
“Noyan’ı aramalı mıyız?”
“Hayır,” dedi Araf. “Şu an negatif bir enerji almıyorum.” Kızlara doğru yürümek için öne atılınca kolunu tutup onu durdurdum. Bakışları anında bana çevrilirken tek kaşını havaya kaldırdı. “Ne oldu? Senden başkasına askıntı olmamdan korkuyorsan, bunu sadece sana yapıyorum.”
“Aptal aptal konuşma,” diye tersledim onu. “Neden oraya gidiyorsun? İlgi çekeceksin.”
“İlgi çekmeme imkanım var mı sence?” diyerek çenesiyle kendini işaret etti. “Bin fit öteden bile ilgi çekebilecek biriyim.”
“O anlamda mı söyledim dangalak?”
Gülerek kolunu elimden yavaşça ayırdı ve “Gidip kızın ağzından laf alabilirim,” dediğinde kaşlarım çatıldı. “Mesela şu Şule kaç yaşındaydı, neye benziyordu, nasıl biriydi? Bunlar önemli çünkü kurbanların profilleri uyuşuyorsa şayet, insanları korumak daha kolay olacak.”
Mantıklıydı. Zihinlerden sızan sesleri duyuyordum ama son zamanlarda duyduklarıma anlamlar yüklemekten, mantık eklemekten kaçınıyordum çünkü kendi zihnimdeki düşünceler hıncahınçtı ve sıkışmış hissediyordum. Sessizce Araf’a bakıp onun kızlara yaklaştığı anları izledim. Kabusa tanık olan kızın aksine, diğer kız Araf’ın onlara yaklaştığını görür görmez turuncu saç telini parmağına dolayıp gözlerini Araf’a dikti. Zihninden geçen ahlaksız görüntüler benim zihnime yansıdığında neredeyse mideme bir kramp saplandığını düşündüm. Araf’ın omuzlarının ne kadar geniş olduğunu, ince ve hoş bir beli olduğunu, aynı zamanda delici ve deli edici gözleri olduğunu düşünmüştü.
Tamam, delici ve deli edici gözleri olduğunu düşünen bendim ama kızın da çok farklı bir şey düşündüğünü söyleyemezdim.
Turuncu kazaklı kız irkilerek Araf’a döndü, zihninde ona dair bir düşünce hareketi oluşmadı; zihni tamamen maruz kaldığı vahşete gömülmüş durumdaydı. Araf’ın ince beli de geniş omuzları da delici ve deli edici gözleri de umurunda falan değildi.
Onlara doğru yürümeye başladım. Araf’ın hemen yanında durduğumda, turuncu saçlı kızın bakışları bana çevrildi. Zihninde soru işaretleri belirdi. Çok beğendiği bu adamın yanında dikilen sarışın da kimdi? Güzel görünüyor, diye düşündü, bu egomu biraz bile tatmin etmediği için gözlerimi diğer kıza çevirdim.
Araf, “Bir soruşturma nedeniyle buradayım,” dediğinde bir an afallayarak bakışlarımı ona çevirdim. “Ben Kızıl Yaka polis departmanından Dedektif Murat Akalan,” dediğinde onu beğeniyle süzen kızın zihninin içinde ıslıklar koptuğunu duydum. Yanımdaki koca sahtekara dehşetle bakmaya devam ettim. “Ve bu da ortağım Dedektif Hera,” diyerek beni tanıttığında ikinci bir şok dalgası vücudumu hedef almış gibi zor bela kızlara doğru döndüm. “Üç maktulün de bu okuldan olduğunu var sayacak olursam, gecenin bu saatinde hala okulda olmanız ne kadar doğru kızlar?”
Kız korkuyla arkadaşına, ardından Araf’a baktı. “Katilin okuldan biri olduğunu mu düşünüyorsunuz?” diye sordu.
“Okuldan biri olmasa da okuldaki öğrencileri hedef aldığı ortada,” dedi Araf. “Neden bu kadar endişeli görünüyorsun? Son zamanlarda garip bir şeyler yaşamış olabilir misin? Takip edildiğini hissettiğin oldu mu?”
Kız başını iki yana sallarken gözlerini yere indirdi. Araf’ın ense köküne bir tane indirme isteğiyle dolup taşsam da bunu yapmadım. Ne diye zaten korkudan tir tir titreyen kızı daha da ürkütüyordu? Salağın tekiydi.
“Ben… Onu o halde bulan bendim. Şule’yi.”
“Ah, ifadesine başvurulan öğrenci sendin demek,” dedi Araf profesyonel bir şekilde. “Üzgünüm. Senin için sarsıcı olsa gerek. Detaylar kan dondurucuydu.”
Senin de yalancılığın kan dondurucu.
“Evet,” dedi kız korkuyla, hala yere bakıyordu. “Onu o halde gördüğümde… Bayılacağımı zannettim. Hiç bu kadar çok kusmamıştım.”
Kızın zihnine sızdığım için rahatlıkla, “Ceset ikiye bölünmüş haldeydi, bu senin için büyük travma olsa gerek,” diyerek Araf’ın yalanını güçlü konuma getirdim. Bizim gerçekten dedektif olduğumuzu düşünürlerse düşünceleri daha da açık hale gelecek ve söylemek istedikleri önce zihninde belirecekti; ağzını açıp tek kelime etmese dahi ben zihnine sızarak almam gerekenleri alacaktım.
“Ağzından boşalan şey…” Kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı. “Gerçekten de kan mıydı? Adli raporları incelediniz mi? Otopsiden sonuçlar alındı mı?”
“İncelemeler devam ediyor,” diye yalan söyledim üzülerek.
“Ben o şeyin kan olduğuna inanamıyorum. Petrol gibiydi. Kandan daha katı bir şeydi, petrolden daha katı ama petrol rengindeydi. Sanki siyah, yapışkan, sert bir şeydi,” dedi kız, ardından ürpererek ellerini kollarının üzerine koyup kendine sarıldı. Kendisini güvende hissetmeye ihtiyacı vardı.
“Aslı onu bulduğunda Şule bedeni ikiye bölünmüş olduğu halde hala yaşıyormuş,” deyince, Araf ile aynı anda gözlerimiz diğer kıza çevrildi. “Gözlerinde dehşet verici bir şey varmış, ifadesi korku yüklüymüş. İkiye bölünmüş haldeyken nasıl yaşayabilir bir insan, aklım almıyor. Dahası… Neredeyse konuşacakmış ama sonra gözleri…”
“Sus,” dedi Aslı korkuyla ama zihni susmadı. Aslı’nın zihnindeki düşünceler girdap gibi dönerek bana doğru aktı. Şule’nin gözlerinin patladığını öğrendim, neredeyse konuşacakken gözleri patlamış, ardından tazyikli bir şekilde siyah kan kusmaya başlamıştı.
Gözlerimi Araf’a çevirdiğimde, onun da benim gibi bu bilgiyi edindiğini fark ettim. “Gidip dinlenin,” dedi Araf. “Buralarda çok dolaşmayın.”
“Proje ödevimiz için buradayız,” diyen diğer kızdı. Araf’ı baştan aşağı süzdü ve zihninde yeniden çarpık, seks kokan düşünceler dolaştı. Daha iğrenci, bu düşünceleri Araf’ın da duyduğunu bilmekti.
Kız zihninin içinden, “Tanrı biliyor ya son nefesimi verene kadar beni sertçe sikmen için ölürdüm,” diye mırıldandığında, sonunda patlama noktama ulaşmış olmalıyım ki, “Kes şunu,” dedim sertçe. Kız afallayarak bana baktı, Araf ise sessizce yüzümü izliyordu.
Kız, “Anlamadım?” diye sorduğunda, “Canınız projeden daha önemli değil,” diyerek konuyu farklı bir noktaya çevirmeyi denedim. Kızlar buna inansa bile Araf’ın inanmadığına emindim.
“İyi geceler hanımlar,” dedi Araf, ardından kolumu dirseğimin altından kavrayarak beni kendisine çekip ileriye doğru yürütmeye başladı. Bunu yaptığı an, üst kattaki holü de alt katla aynı anda aydınlatan büyük avizenin ışığı yavaşça sönüp, yeniden yandı. Kızların arkamızdan baktıklarını hissedebiliyordum. Dirseğimi sertçe geri çekip onun dokunuşundan kurtardığımda Araf’ın bakışları hala bir silah misali bana doğrultulmuş durumdaydı.
“Burada bir şey yok, gidelim,” dediğimde gözlerini yüzümde dolaştırıp, “Burada bulunduğu için arkasında enerji artığı bırakmış olmalı,” diye karşılık verdi, sesi yumuşaktı. “Eğer artığa rastlayıp örnek alabilirsek onun peşine düşüp yerini tespit etmemiz daha kolay olur.”
“Nasıl örnek alacaksın?” diye sordum merakla.
“Sana öğretmemi istiyorsan beni takip et,” diyerek önümde ilerlemeye başladı.
Kütüphanenin olduğu alandaki koridor karanlıktı, büyük avizenin ışıltısı tam dönemeçte bıçak gibi kesilip yerini sonsuz siyahlığa terk ediyordu. Araf, karanlık koridorun sonundaki kütüphane kapısının önünde durdu. Uzun, kemikli parmaklarını kilidin üzerine götürüp demiri kaldırdı. Çift kanatlı kapının bir kanadını açarken temkinli yeşil gözleri omzunun üzerinden bana çevrildi.
“Burada bir enerji değişimi söz konusu,” dedi, iyi bir enerji okuyucusu olduğunu yeni keşfediyor değildim ama etkilenmediğimi söylersem, bu kesinlikle yalan olurdu.
Kimseye boyun eğmezdim, insanlarla aramda her zaman kalın bir duvar olurdu ve karşıma geçen kişi o duvarı aşarsa başına gelecekleri az çok tahmin ederdi. Ama Araf o duvarı yok sayıyor, hatta çoğunlukla tehditkar duruşuma aldırış etmeden o duvarın arkasına atlayıp yanıma geliyordu. Bu benim için alışılmışın dışındaydı. Karanlık kütüphanenin içine doğru yürümeye başladığında kafamın içinde dönüp dolaşan düşüncelerin tamamının onunla alakalı olması afallamama neden oldu.
“Arkamda kal,” dediğinde ona boyun eğmemi bekliyordu. Bu, diğerlerinin yapmaya cesaret edemeyeceği bir şeydi. Yine de bana uymayacak şekilde söyleneni yaptım.
Kütüphanenin derinlemesine uzanan karanlığında ilerledi. Ardından mum ışığının zarif, dalgalanarak titreşen ışıltısı bizi yumuşak bir his yayarak karşıladı. Yaklaşık iki buçuk metre uzunluğunda, birbiri ardı sıra konumlandırılmış rafların arasından uzanan gölgelerin her biri varlığını mumun ateşine borçluydu.
“İçeride çalışan öğrenciler var,” dedi Araf sessizce. Mumun ışığı büyük bedeninin gölgesini yere ve raflardan birinin üzerine deviriyordu. Eski kitapların üzerinde yükselen gölgesine baktım.
Ellerimi ceviz ağacından yapılmış, verniklenmediği için pürüzlü hissettiren büyük rafa sürterek ilerlerken Araf’ın adımları birden sekteye uğradı. Onunla beraber ben de durdum. Başını sol omzuna yatırıp, derin bir sessizliğin içine gömülmemizi sağladı. Kendi kalp atışlarımı ve onun güçlü kalbinin altın vuruşlarını duyabiliyordum.
Bir şey hissediyordu. Hissettiği şeyin karanlık bir auradan çıkıp geldiğini anında fark ettim çünkü benim de kalbimin vuruşları değişti. Damarlarımda sıkışan gücün derimi zorlayarak açığa çıkmak ister gibi beni zorladığını hissettim. Göz bebeklerimin titrediğinin farkındaydım, değişim an meselesi gibi hissettiğimde gözlerimi yumup dişlerimi sıkarak bunu durdurmaya çalıştım. Bedenim, tehdit altında olabileceğimin farkındalığıyla değişime kapılarını açmıştı ama ben kapıya abanıp bunu durdurmak için gücün önünü kestim.
“Sakın,” dedi Araf sessizce, “o güzel kanatlarını çıkarayım ya da pençelerini uzatayım deme. Enerjini hiç kimseye, bana bile hissettirme.” Uyarı dolu bu cümle kalbimdeki baskıyı arttırdı. Gücüm ehlileşmesi güç vahşi bir hayvan gibiydi, bir yırtıcıydı ama ben onu elime alıp şekillendirebilecek kararlılığa ve atikliğe sahiptim. İçimde bastırdığım gücün bana duyduğu öfkenin büyüdüğünü hissedebiliyordum. Onu bastırmamdan hiç memnun kalmamıştı.
Göz bebeklerim normal boyuta döndü, nabzım yavaşladı ve kalbimin doğaüstü sesinin bir insanın kalbinden yükselen seslere dönüştüğünü fark ettim. Rafların arasından çıkan gözlüklü genç bir kadın aniden irkilmeme neden oldu. Araf benim aksime rahat bir tavırla genç kadına baktı. Boğazlı kazağının kumaşını eteğinin içine sokmuş, altına kırmızı ya da bordo renkte bir külotlu çorap giymişti. Göğsüne bastırdığı kitapları Araf’ı gördüğü anda yere düşürdü. Zihnindeki ses beynimin içini kuşattı. Araf’ı tanıdığını düşünüyor ama nereden tanıdığını bir türlü çıkaramıyordu. Araf’ın saçları uzunken bir Rockstar olduğu gerçeğini önüme koyduğumda, saçları kısaldığı anda devreye giren büyüye rağmen birilerinin ona bakınca tanıdık hissetmesi normal geliyordu.
“Affedersiniz, birdenbire önüme çıktığınız için panikledim,” dedi kız, oysa birdenbire önümüze çıkan oydu. Yere düşen kitaplarını toplamak için yere düşerken, zihnindeki ses, tam şu an bir aşkın başlaması için güzel bir vakit ve bence eğilip benimle birlikte kitaplarımı toplamalısın, diye mırıldandı. Yanaklarının kızardığını görebiliyordum. Normal şartlarda gülüp geçeceğim bu düşüncenin bakışlarımı bu denli derinleştirip sertleştirmesi sinirlerimi zıplatıyordu. Araf eğilmedi, kızın düşüncelerini duyuyor olmasına rağmen sakince kızı izleyip hareketsiz kalmaya devam etti. Kızın düşüncelerindeki hayal kırıklığının bir girdap gibi büyüdüğünü hissettim ama öte yandan Araf’ın hareketsizliğinin beni tatmin ettiği gerçeği de kaçamadığım bir fırtınaya dönüşmüştü.
Araf sakin bir sesle, “Bugün kütüphane kalabalık mı?” diye sordu.
“Yaklaşık üç, dört kişi var. Her biri ders çalışıyor. Doğrudan kitapları kaynak edinen çok az insan kaldı,” dedi genç kadın gülümseyerek. “Günümüzde herkes ödevlerini internetten yapıyor, internet üzerinden çalışıyor.”
Ona bir soru sormuştu sadece. Bu denli ayrıntıya boğması mı gerekiyordu? Konuşmayı uzatma çabasında olduğu gün gibi ortadaydı.
Araf kıza cevap vermeden yürümeye başlayınca, kız olduğu yerde kaskatı kesilmiş halde bana baktı. Ardından başını önüne eğip mahcup bir gülümseme takındı. Beni gördüğü an zihninden, sanırım birlikteler, diye geçirdi. Sakin gözlerle yüzünü izledim, onu izlediğimi fark ettiğinde yanakları bir ton daha koyulaşarak bordoya döndü ve hızlı adımlarla yanımdan geçip gitti.
Araf’ın bakışları omzunun üzerinden bana döndüğünde hala olduğum yerde dikiliyordum. Gözlerimin içine dikkatle baktı, birkaç saniye sonunda, “Karanlık bir enerji var burada,” dedi. Çenesiyle köşedeki yangın alarmını içinde barındıran cam paneli gösterdi. “Kır ve çalıştır.”
“Ne?”
“Bu inekleri buradan çıkarmanın başka yolunu bilmiyorum, Hera. Yap şunu.”
“Bana emretme,” diye homurdanarak cam panele doğru ilerledim. O sırada o da temkinli adımlar atarak raflar arasında yürümeye devam etti. Tam yangın alarmının önüne geldiğim sırada, “İnsanlar panikle çıkmaya başladığı anda arkana bile bakmadan buradan çık,” dedi ama onu umursamadım.
Dirseğimi cam panele vurmamla cam çatırdayıp kırıldı ve yangın alarmı devreye girdi. Alarmın sağır edici sesi kütüphanenin eski duvarlarında çınlamaya başladı. Patırtıları duydum, ardından bana doğru koşan üç kişiyi gördüm. Hızla kütüphaneden çıkarken varlığımı fark etmediler bile.
Daha sonra mumun ışığının büyüttüğü o gölgenin katlanarak iki katı büyüklüğe ulaşmasını izledim. Araf’ın bedeni sıkışıklık formuna geçiş yaptı. Büyüdü, genişledi ve üzerindeki deri ceketi yırtacak duruma geldi. Deri ceket yırtıldığında Araf onu yere atıp yoluna parçalanmış tişörtüyle devam etti. Geniş omuzlar, iki metreyi çoktan aşan boy, insanüstü bir görüntü. Her bir adımında bedeni sıkışıklığı biraz daha çoğaltarak genişleyip büyüyordu.
Buradan çıkıp gitmezsem kafamı ütüleyeceğini bilsem de onu tehlikenin ortasında yalnız bırakmayacak kadar da onurluydum.
Alarmın sesi kesildiği an, sert bir soluma sesi duydum. Araf’ın arkasından hızla ilerledim, beni fark etti ama o da soluma sesini duymuş olacak ki dönüp arkasına bakmadı, beni uyarmadı; sanki beni uyaracak olursa doğrudan hedef haline getireceğini biliyordu.
Köşeyi döndüğünde onunla birlikte köşeyi döndüm. Mumun ışığı daha da güçlü bir şekilde etrafı aydınlatmaya başladı. Araf aniden arkasını dönüp beni omuzlarımdan kavrayarak sırtımı eski raflardan birine yasladı. Şaşkınlıkla gözlerim irileşirken, önümdeki koca bedenin sahibine baktım. Elleri normalden iki kat daha büyük olduğu için sadece omuzlarıma dokunuyorken bile parmakları gerdanıma dek uzanıyordu.
“Sana,” dediğinde sesi olduğundan kalın, birleşerek yankıya dönüşen iki erkek sesi olarak duyuluyordu, “saklanmanı söylemiştim, öyle değil mi?”
“Benim kitabımda ortağını yalnız bırakmak diye bir kavram yok,” dedim çenemi havaya dikerek.
Gözlerini kısarak yüzüme yaklaşınca burnundan verdiği nefesin güçlü ısısı tenimi yaktı. Gözlerimiz birbirine mıhlı duruyorken, “Laftan anlaman için kötü bir adama mı dönüşmem gerekiyor, hayatımın aşkı?” diye sordu, sesi bu denli kalınken ve gözleri böylesine yakıcı bir şekilde bakıyorken alayına kulak veremedim. Belki de alay bile etmiyordu.
“Seni yalnız bırakmayacağım.”
“Bunu bu şekilde gözlerimin içine bakarak söyleyemezsin.”
“Neden?”
“Çünkü dayanamayıp dudaklarımı dudaklarına bastırabilirim, dudaklarım dudaklarına dayalıyken saldırıya açık hale gelirim ve hedef olmak umurumda olmaz da ondan,” dedi sertçe. Gözlerim anlık dudaklarına kaydı, ardından hızla bakışlarımı toparlayıp gözlerine doğru yönlendirdim. Göz bebeklerinin karanlık bir kuyuyu anımsatan ıssızlığında kendi yansımamı gördüm.
“Bunu görev üzerindeyken yapmamalısın,” dedim.
“Yani daha sonra yapmamda bir sakınca yok?” diye sordu. Sorusu beklenmedik bir fırtınanın şehrin üzerine gerilip tüm binaların çatılarını uçurduğu gibi mantığımı yerinden kökleyip başka bir yöne savurdu.
Tam dudaklarımı aralayıp bir cevap verecektim ki, yan tarafımızda bir hareketlilik fark edip gözlerimi yavaşça o yöne çevirdim. Büyük ceviz masanın önünde, kulağında kulaklıkla oturan genç bir kız dikkatimi çekti. Elindeki kalemi hafifçe sallıyor, alarmı bile duymadığını belli eden rahatlığıyla dikkatlice ders çalışıyordu. Ardından bir parıltı dikkatimi çekti. Büyük bir satırın parlak yüzeyinde Araf ile yan yana olan yansımamı gördüm. Satırın ucu kıza dönüktü. Karanlığın içinde yükselen o siyah gölge, satırın sapını sıkıca kavramış, tüm dikkatini kıza yöneltmişti. Kurbanına.
“Araf,” diye fısıldadığımda sesime bulaşan o korkunun tadına bakan Araf bakışlarını usulca omzunun üzerinden baktığım yöne çevirdi.
“Bunu sonra konuşacağız, aşkım,” diyerek hızla önümden çekildi. “Şu an avlamam gereken bir ruhsatırı var.”
Tek bir nefes sonrasında göğsümün derinliklerinde infilak eden o his büyüyerek tüm bedenime yayıldı. Araf, saldırı pozisyonu alarak önüme bir bariyer ördüğünde hemen arkasında duruyor, önünde neyin durduğunu artık göremiyordum.
Ruhsatırının satırındaki keskin sesi duyabiliyordum. Havayı kesiyor, zamanı bile yavaşlatıyordu sanki.
Araf, kurbanı saldırıdan korumak için ilk atağı yapıp genzinden gelen hayvani bir hırıltı çıkardı. Bir leoparın karların içinde gizlenerek avını izlemekten vazgeçip ilk atağı yaptığında çıkardığı hırıltı böyle olsa gerekti.
Ruhsatırı, bu hırıltıyı duyduğu anda tüm dikkatini Araf’a sabitlemiş olmalıydı. Araf’ın bedeninin biraz daha şiştiğini gördüm. Önümde bir duvar gibi duruyor, hedef şaşırtıyordu ve bunu başardığı çok belliydi. Daha sonra önümde dalgalanan vücudunun kristal parçaları gibi yansımalara bölündüğünü gördüm. Şimdi önümde tam yedi tane Araf vardı. Gerçek Araf’ın hemen önümde dikilen olduğunu biliyordum ama yansımaları da en az onun kadar gerçekti.
“Plovis di lokdos,” dedi yankılı bir ses. Bu Ruhsatırının sesiydi ve garip bir dilde konuşuyordu. Bilindik bir dil olmadığını biliyordum ama içgüdülerim genişleyip savrularak sesi içine aldığında, ne söylediğini biliyordum. Yolumdan çekil, seninle işim yok, diyordu.
Araf, “Dopitliz. Dilcus di fraglidix,” dediğinde zihnim bunu da bana en gerçek haliyle ortaya serdi. Ne yazık, benim tek işim sensin.
Havayı kokladığını hissettim ama bunu yapan Araf ya da yansımaları değildi. Bunu yapan ruhsatırıydı. “Polizia de primasifx?” Yanında atıştırmalık mı getirdin?
Araf’ın gerçek bedeninin gerildiğini gözlemledim. “Dichumilzd ma sifux puxids,” dedi. Buradaki tek atıştırmalık sensin dostum.
“Mmm, raven dioxpa perifeim. Di ditrics ma?” dedi. Mmm, karga sarmaşığı kokusu. O senin yanında mı?
“Hera,” dedi Araf sessizce. “Kızı al ve derhal buradan çık.”
“Ama…”
“Hemen sana söylediğim şeyi yap. Şimdi.” Araf’ın yansımaları etrafı sararak bir çember oluşturduğunda yansımaların arkasına saklanarak kıza ulaşmam gerektiğini biliyordum.
Yansımaların arkalarına saklanarak her şeyden habersiz müzik dinleyerek çalışmaya devam eden kıza doğru ilerlemeye başladım. Üçüncü yansımanın arkasında durduğumda bir an gözlerim yansımanın kolunun kenarından görüntüye doğru kaydı. Ruhsatırı, alnında tek gözü olan karanlık bir duman formunu anımsatıyordu. Uzun, ince parmakları ve keskin görünen duman formunda tırnakları vardı; elinde tuttuğu satırda kendi yansımamı gördüğüm an gözlerimi kaldırıp alnındaki büyük siyah göze çevirdim bakışlarımı. Gözü, benimkilerle tam da o an birleşti.
Ruhsatırı birden hareketlendi. Gölgeleri etrafa savrulurken onun bana doğru koştuğunu kavrayıp hızla kıza yöneldim. Kızın omzuna dokunduğumda irkilen kız, önce bana baktı, ardından etrafımızda büyüyen gölgeleri görünce tiz bir çığlık attı. Onu bileğinden kavrayarak, “Buradan çıkmalıyız, hemen!” diye bağırdım.
“Lanet olsun bu da ne?” diye bir çığlık daha kopardı ama onu o kadar sert çekiştirdim ki oturduğu yerden kalkarken arkasındaki sandalyeyi yere devirdi.
“Koş Hera, kaçabildiğin kadar uzağa kaç!” diye bağırdı Araf, gözlerimi yansımalara dokundurdum ama bu kez gerçek Araf’ın hangisi olduğunu seçemedim. Kız korkudan taş kesildiği için onu daha sert çekiştirmek zorunda kaldım ve kızla birlikte kütüphanenin dar koridorunda koşmaya başladık. Gölge her yana yayılarak etrafımızı sarmak için hareketlendiğinde Araf’ın yansımalarından biri raflardan birine tekme attı ve raf hemen arkamızda devrilerek gölgenin yolunu kesti.
Kız, “O şeyler neydi?” diye bağırırken kapıldığı dehşeti saklama gereği duymuyordu. Haklıydı. Hayatında hiç maruz kalmadığı bir şeye doğrudan, hiç beklemediği bir anda maruz kalmıştı ama şu an onun var olmaya başlamış travmasıyla ilgilenmemiz imkansızdı. Onu bir an önce buradan uzaklaştırmam gerekiyordu. Aksi halde bu gece burada ölecekti.
Ruhsatırının Araf’a kendi dilinde bir şeyler söylediğini duydum ama dikkatimi veremedim. Kızın elini içgüdüsel bir şekilde bıraktığımda kütüphanenin çıkış kapısının önüne gelmiştik. Kız, dehşete düşmüş bir şekilde bana dönerek, “Acele et!” diye bağırdı. “Kaçalım buradan. Orada olanlar! Orada olanlar! Aman Allah’ım!”
“Kaç,” dediğimde bana inanamayan gözlerle baktı.
“Peki ya sen? Sen de kaçmalısın. Bu delilik. O şey gerçek miydi? Bir tür illüzyon muydu? Çok çalıştığım için mi böyle saçma şeyler görmeye başladım?”
“Arkana bile bakmadan kaç,” dediğimde duraksayıp gözlerimin içine dikkatlice baktı. “Ve burada gördüğün her şeyi unut.”
Kızın zihni bulanmış gibiydi. Geriye sendeleyip, “Sen de kimsin?” diye sorduğunda bakışlarım gözlerinde derinleşti. Zihnim bir bumerang gibi dönerek genişleyip onunkini içine çekti. Kızın gözleri daha donuk bakmaya başladığında, yeni bir güçle yüzleşiyordum ve bu gücü çok gönüllü olmasam da onun bilinci üzerinde deniyordum. İlk seferimdi ama ne yapmam gerektiğini biliyor gibi hissediyordum.
Kızın bakışlarındaki boşluk büyümeyi sürdürürken anılarının zihnimde sıkışarak toza dönmeye başladıklarını hissettim. Bu, Hemera’ya özgü bir güç değil miydi? O halde neden bana aitmiş gibi kolaylıkla kullanabiliyor, artık bu güce hükmedebiliyordum? Kızın gözleri geriye doğru kaydı, beyazlarını gördüm ve ardından derin bir nefes alarak geri çekilip bana tuhaf tuhaf baktı. “Sen de kimsin?”
“Yangın alarmı çaldı, acele et, dışarı çık,” dedim hafızasından görüntüleri un ufak ederek çıkardığım kıza.
Kız, “Ne? Duymadım,” dediğinde, “Kulağında kulaklık vardı,” diye cevap verdim ve hızla onu dışarı doğru ittim. “Kaç.”
Kız paniklemiş olacak ki beni sorgulamadı bile ve hızla koşarak uzaklaşmaya başladı. Koridorda uzaklaşan adım seslerini dinlerken göğsüm endişeyle sıkışmaya başlamıştı. Sert bir çarpma sesi duyduğum an olduğum yerde sıçrayarak kütüphanenin içine doğru dönüp baktım. Rafların birbiri ardına devrilmeye başladıklarını gördüm; devasa büyüklükteki domino taşlarına benziyordu.
“Araf!” diye bağırdım çünkü biri sanki boğazıma uzun, her biri kancayı anımsatan parmaklarını sarmıştı. Hissin nedenini bilmiyordum ama Araf’ın başının belada olabileceğini düşünüyordum. Hızla koşmaya başladığımda sanki arkamda beni takip ederek büyüyen bordo renginde bir ateş yanıyordu. O ateşi yaratarak ve içinden geçerek ilerliyor gibiydim. Bir çarpma sesi daha duyulduğunda Araf, “Hera, uzaklaş!” diye bağırdı. “Bu şey kara büyüyle seviye atlamış. Bu normal bir ruhsatırı değil. Hemen uzaklaş!”
“Seni tek bırakmamı bekleyemezsin!” diye bağırdığımda büyük, sağır edici bir sessizlik yaşandı. Ardından hedefin değiştiğini fark etmemi sağlayan, havada bana doğru savrularak gelen dev kitaplık oldu. Gözlerim irileşti, bedenimi hızla geri çekip yana savurdum ve kılpayı kitaplığın bedenime çarpmasına engel oldum.
Ruhsatırı ilk kez bizim dilimizle konuştu ve “Ben tek başıma on beş kişilik bir orduyum seni ezik,” dedi, sesi buğuluydu, dumanın bir sesi olsaydı kesinlikle bu ses, o ses olurdu. “Bir ruhsatırıyla zor başa çıkacak ezikler, on ruhsatırı ruhu barındıran bir alfayla nasıl başa çıkacak bakalım?” diye kükrediğinde kütüphanenin konsollarına yerleştirilmiş kristal şamdanlar titremeye başladı.
“Senin o sikik ağzını ayırıp kolumu midene kadar soktuğumda ve içindeki gücü parmaklarımı kana bulayarak çıkardığımda benden insaf dileyeceksin!” diye hırladı Araf, gölgeli sesinin tınısı etrafta bir yankı uyandırdı. “Kimin kadınına kitaplık fırlattığını sanıyorsun?” Sorduğu soruya odaklanamadım, sadece koştum ve yıkılmayan rafların arasında onu aramaya başladım.
“Polixatr?” dedi ruhsatırı. “Da mi oprique.” Kadının? Onu mideme indireceğim.
“Onu benden başka kimse midesine indiremez, koca oğlan,” diyen Araf’ın sesi bana pusula olup yönümü bulmamı sağladı. Rafların ortasında durmuş, birbirlerinin karşısında dikilen devasa büyüklükteki iki doğaüstünü gördüm. Ruhsatırı elindeki büyük, gümüş satırı salladı ve yere vurmasıyla yerde büyük bir yarık açılmaya başladı. Araf sıçradı, yarığın üzerinde yükseldi ve ruhsatırına beklenmedik bir darbe indirmek için büyük ellerini havaya kaldırıp avucunun içinde bilinmeyen bir enerji biriktirdi. Avuçlarını birbirine yaklaştırdığında enerji avucunun içinde yeşil bir sızıntıyla titredi, ardından avuçlarını birbirinden ayırdı ve yeşil urora ışıkları avucunun içinden yükselip kütüphanenin yüksek ahşap tavanına çarparak her yana yayıldı. Aurora halkası güçlenerek ışığını arttırdığında ruhsatırı, “Kes şunu!” diye bağırdı, ışığa karşı hassasiyeti vardı ve Araf’ın atalarından miras edindiği kuzey ışıkları tam da bu kısımda devreye girerek onun algılarını yakmaya başlamıştı.
“Demek ışığa hassasiyetin var ucube?” diye sorduğumda ruhsatırının büyük, alnında genişleyerek oynayan gözü bana çevrildi.
“Hera,” dedi Araf havada asılı duran bedeniyle ışığı büyütürken. “Git buradan.”
“Sen,” dedi ruhsatırı ışık yüzünden sesi titrerken. “Sen farklısın.” Bana doğru bir adım atacaktı ki Araf ışığı genişletti ve ruhsatırı çığlık atarak elindeki satırı yere düşürdü. Çığlığının arasından, “O benim aradığım şey olabil-ir,” diye mırıldandı kara zorla. “O-nu is-ti-yorrum.”
“Kara büyüsünü hafifletiyorum, kaçman için son şansın,” dedi Araf. “Bunu halledip geri döneceğim.”
“On tane ruhsatırı gücünde olan seviye atlamış bir yaratıkla ortağımı tek başına bırakmamı mı istiyorsun? Olanaksız.”
Ruhsatırı, “O kess-inliiik-le aradı-ğğıım kişşşi,” diye sızlandı ve yerdeki satırına uzanmaya çalıştı.
Görüşüm beklenmedik bir şekilde kızıla boyandı. Kulaklarımda çarpan nabzı hissettim, damarlarım kanlı sarmaşıklar gibi içimde dolanarak gücün aktığı kablolara dönüştü. Araf kuzey ışıklarından büyük bir top yaratarak ruhsatırını hedef aldığında, ruhsatırı geri çekilip ışık topundan kaçmayı başardı ama artık satırına daha uzak bir konumdaydı. Araf’ın ayakları yere bastığında yarık hemen arkasında kalmıştı. Ruhsatırı, Araf’ı beklemediği bir anda hedefi haline getirip uzayan elini sağa sola çarpıp koca, korkutucu bir gölgeye çevirdi. Araf’ın dikkatini dağıttığımı, o gölgeden kol bir sarmaşık gibi sertçe Araf’ın bedenine çarparak onu geriye doğru savurduğunda ve bedenini raflardan birinin içine gömdüğünde anladım. Öfke birdenbire geldi. Beklenmedik bir şekilde içimde sıkışarak büyüyüp derimin altında kasıldı.
Tırnaklarımın tırnak diplerimi sızlatarak uzadıklarını hissettim, çok geçmeden bir sis bulutu bileklerimi ve ellerimi içine alarak karanlığı derimin altına işlemeye başladı.
Kendimi durduramadım. Vahşi bir dürtüyle içimi parçalayıp geçen güce tam da o an teslim oldum. Lateks gibi parlayan deri gözlerimin önüne inerek gözlerimin tamamını, akını da altına alarak karanlığa boyadı. Tırnak diplerimde yatıştıramadığım güçle bir tıslama çıkardığımda ruhsatırının bakışları bana yöneldi ama o daha ne olduğunu anlayamadan ben ona doğru koşmaya başlamıştım bile.
Kimse kedime bu şekilde davranamazdı, cezası ağır olurdu ve tam şu an ona kimle savaştığını göstermenin sırasıydı. Uzun pençelere dönüşen siyah parmaklarımı onun boğazına yaslayıp, geriye doğru sürükleyerek onu duvara yasladığımda o koca karanlık gölgenin parmaklarımın altında doku kazandığını hissettim.
Ona onun diliyle seslendim: “Ma dicuxisad petikitta qui zovo,” diye hırladım. Hiç kimse kedime böyle davranamaz.
Dilini biliyor olmam, ona doğrudan müdahale etmem kadar şaşırtmamış olmalıydı onu. Alnındaki gözün kendi etrafında dönerek etrafı taradığını gözlemlerken parmaklarımı boğazına daha sert bastırdım.
Parmaklarımın etrafından dumanları tütüyor ama boğazı parmaklarımın altında sıkılı vaziyette duruyordu. “Ma mirufasdali zette qumi.” Seni deşmek benim için zevk.
“Aradığım sennns-in,” diye tısladı. Sol elimi kaldırıp karnına göndermek için hazırlanıyordum ki, “Beni haffffiffffe almmmmaa,” diye hırladı ve karnından duman yayarak uzanan eli belime dolandı. Ben daha ne olduğunu kavrayamamışken, ruhsatırı beni çevirip duvara yasladı ve üzerime karanlık gibi çökerken boğazını kavramamı önemsemedi. “Sonunda sssseni ele geçiirrrdim. Güzzel bedenini ikkiiyye yarrrmak isssterdimm ama bana cannlı lazzzımsııınnn. Yine de canını acıtttmak zevvvkkli olllabiliiir.” Parmaklarının karnımı zorladığını hissettim, derimin altına saplanıp içimi deşmek istiyor gibi zorluyordu; derime dayalı bir bıçaktan daha keskin hissettirdiği kesindi. Parmaklarımı boğazına tamamen sapladım ama aldırış etmedi. Büyüsü çok güçlü olmalıydı, seviye atlayarak koca bir orduyu kendi ruhuna sığdırmıştı.
Birden yüzüme sıçrayan kanla donakaldım.
Gözlerim büyük, zarif ele ve o elin tırnak diplerinden başlayarak yaklaşık yirmi santim yükselen siyah pençelere baktığım sırada ruhsatırının ikiye bölünen kafası yere düşmüş, top gibi sekerek boşluğa doğru yuvarlanmaya başlamıştı.
Araf’ın gözlerinin içine baktım.
Bu, ruhsatırının bedeninin ayaklarımın önüne yığılmasından hemen önceydi.
Araf kanlı pençesi hala havadayken, yüzüne tıpkı benim yüzüme olduğu gibi sıçramış kanla gözlerimin içine bakıyordu.
“Hiç kimse aşkım,” dedi korkutucu bir sesle. “Sana bu şekilde davranamaz.”
Araf’ın kuzey ışıkları parladı. Yüzündeki kan damlalarının yakut gibi parlamasını sağladı. Ruhumun derinliklerinden bir camın kırılırken çıkardığı o parçalanma sesi duyuldu. Duyguların kalbimin derinliklerinde ipek bir şal gibi süzüldüğünü hissettim. Karanlığın içimde büyüyen katmanlarının içinden bir ok gibi geçen o koyu kırmızı hissin bir şeyleri dağıttığını hissettim.
Pençelerin uzadığı siyah, bir yaratığa ait olan elimi onun yanağına yasladığımda göz bebeklerinin içinde görüntüm titredi. Görüntüme odaklandım. Lateks siyahı gözlerime çöken karanlık, gri bulutların çekildiği bir gökyüzü gibi parladı. Gözlerimin beyazının geri geldiğini, siyah gözlerimin beyazının tam ortasında konumlandıklarını gördüm.
İkimizin de yüzünde ölümün lekeleri varken, ikinci bir şansım olmayacağı hissiyle yüzleştim ve bu his beni doğrudan onun uçurumuna sürükledi.
Hızla dudaklarına yapıştığımda gözlerinin önce irileştiğini, ardından kısıldıklarını hissettim. O da pençelerin uzadığı büyük elini yanağıma yasladı ve bedeni sıkışıklık içinde olduğu için eli tüm yüzümü kapladı. Bir elimi göğsüne yaslayıp, diğer elimi yanağından çekmeden onun dudaklarında kaybolmaya başladım. Sarsıcı bir histi, aynı zamanda daldığım bir uykudan yumuşak dokunuşlarla usulca uyandırılıyormuşum gibi hissettiriyordu.
Yandım, yıkıldım ve dirildim. Onu öperken tüm bunları yaşadım. Dudaklarımdan akıp ruhuma sızdı, içimde yanağımda duran pençeleri dolaşıyormuş gibi hissettim. Koca bedenine erişmek için parmak uçlarımda yükselmiştim ama o, bunca çabaya rağmen hala ona tam olarak yetişemediğimi fark ettiği anda büyük elini belime koymuş, kocaman avucu tüm belimi kavrarken ayaklarımı yerden keserek beni duvara iyice bastırmıştı. Birbirimizi yok etmek istiyor ama aynı zamanda diriltmek için çabalıyor gibi koşulsuzca, tutkuyla, kanlı bir şehvetle öpüşüyorduk.
🎧: Skeptical Minds, The Awakening