🎧: Emre Fel, Öleceksek Ölürüz
🎧: In This Moment, Blood
Göğsü kınalı serçe kuşu varmış, ufacık… Gök gürleyince yere yatar da ayaklarını havaya kaldırırmış. “Neden yapıyorsun böyle?” diye sormuşlar.
“Bu kadar mahlukat var yerde. Olur da gök yıkılıverirse, dayak olmak için ayaklarımı kaldırıyorum,” demiş. Böyle dermiş. Bir yandan da titrermiş gök gürlerken.
İşte Zeliha, o Göğsü Kınalı Serçe masalındaki serçe gibiydi.
Ne vakit gök gürlese hayatlarının üzerinde, ayaklarını kaldırır da gök sevdiklerinin başına yıkılmasın diye kendini siper ederdi. Titrerdi oysa, çok korkardı ama her zaman korumaya çalışırdı.
⛓️
Bu karar, bir yıldırımdı ve düştüğü yerde yangını başlatmıştı.
Kimse Zeliha’yı bu karardan kolay beri döndüremeyeceğini biliyordu ama Gurur’un bu kararın arkasında dağ gibi dikilmesini beklemedikleri kesindi. Zeliha ateşten bir yolda yürüyecekti belki ama asıl ayaklarının altı köze dönüşecek biri varsa, o kişi Gurur olacaktı. Gurur, Zeliha’yı kucağında o odaya sokmadan hemen öncesinde, gözlerinde kararından dönmeyeceğini gösteren, tükenmişliğinin de bir yansımasını taşıyan keskin gözlerini tüm yüzlerde dolaştırmıştı. Zeliha’yı bu hale getiren cümle neydi bilmiyordu, kim onu bu kadar üzmüştü bilmiyordu ama artık kimsenin onu üzmesine izin vermeyecek kadar kararlı hissediyordu. Bu karar en çok onu korkutsa da en çok onun kalbinin üzerinde tepinse de kararı kesindi. Zeliha’ya başka bir kalp yangını daha hissettirmeyecekti.
Kahraman Özdağ bu kararın arkasında duracağını başını aşağı yukarı sallayıp onay vererek göstermişti. İçten içe korkuları olsa da o da inanmak istiyordu. Muşta başını önüne eğerek elini ensesine attı. Onları bu durumun içine sürükleyen isimlerden biri olduğu düşüncesi onu bir an olsun rahat bırakmıyordu. Bu düşünce ki zalim bir eldi, her gece boğazını sarıyor, ona bir gram uyku uyutmuyordu.
Adnan, “Bu karar kesin mi?” diye sordu sessizce, soruyu yönelttiği kişi Muşta’ydı. Endişelerinden dolayı sorduğu bu sorudan kendisi bile rahatsızdı esasında. Muşta bir şey söylemedi. Adnan’ın bakışları bu defa Yener’e yöneldi. Yener, buz gibi olmuş bir suratla hemen önünde duran duvara bakıyordu. Kimsenin niyeti Zeliha’yı üzmek değildi elbette ama fark ettikleri bir şey vardıysa, bu da Zeliha’nın zaten çok üzgün olduğuydu.
Kahraman Özdağ, “Çocuklar kararını vermişse, diyecek bir şey yok demektir,” dedi sadece. İçindeki umuda tutunmaya çalıştı. Allah’ın üflediği canı yine Allah alırdı, içine sinmiyordu kızını kürtaj masasına yatırma düşüncesi. Nefret etmişti bu düşünceden. Hele kızının gözlerindeki gözyaşlarını, dudaklarından dökülen acı sözleri görüp işittikten sonra kararı içindeki yerini değiştirilemez şekilde almıştı. O bir babaydı, kızını koruması gerekiyordu ama anladığı bir şey vardı ki kızı da bir anne olmanın ilk adımını atmıştı ve yine kızı da bebeğini korumaya çalışıyordu.
“Bu öylece kabul edebileceğiniz bir şey mi?” diye soran Eymen’di. Gözlerini babasına dikti ama bir cevap alamadı. “Ablam söz konusu.”
Simge, “Eymen, kimse ne ablana bir şey olsun istiyor ne de…” dedi ama cümlenin devamını getiremedi. Bir bebeğin varlığı Simge için de sarsıcıydı. Evet, Zeliha her zaman anaç olan taraftı ama yine de şimdi böyle bir durumun içinde olmaları beklenmedikti.
“Ne de ne?” Eymen bu soruyu sorarken gözlerini Simge’ye çevirdi. Suçlayıcı bakışlarının altında kıvranan acı gözle görülürdü. Öfkesinin sebebi ablasına duyduğu derin sevgidendi. Korkuyordu. Bir yetişkin gibi görünse de içinde hala ablasıyla oyunlar oynayan o küçük erkek çocuğunun sesini duyuyordu. O çocuk, sürekli olarak ablasının kalması için Eymen’e yalvarıyordu. Eymen öfkeyle, “Ablam bunu kaldıramazsa ne olacak? Ablama zarar verecek olan hiçbir şeyi istemiyorum. Siz nasıl istersiniz?”
“Ablan istiyor,” dedi Simge sertçe. “Ve burada kararları ablan verir. Sen ya da başkası değil Eymen. Herkesin sinirleri bozuk, herkes çok üzgün, saldırmayı bırak artık.”
“Senin annen ne söyledi de o hale getirdi benim ablamı?” diye bağırdı Eymen birden sesinin tonunu ayarlamadan.
Yener bir adım öne gelerek Eymen’in gözlerinin içine baktığında, Kurtuluş Özdağ, “Eymen! Yerini bil!” dedi uyaran bir sesle. Umay Özdağ sessizce başını önüne eğdi, tek kelime edemedi, suçluluk duygusu boğazına dizilmiş kelimelerin onu boğmasına neden oldu.
“Ablamın attığı çığlığı duydum,” dedi Eymen suçlayıcı gözlerini amcasına çevirerek. “Biz ona yaklaşmaya korkuyorken, siz içeri girip ne dediniz de onu bu hale getirdiniz amca?”
Simge, “Zeliha duyacak,” diye uyardığında, “Evet,” dedi Eymen başını sallayarak. “Yengemi de duymuş ki o hale gelmiş, değil mi?”
Yener, “Yeter,” dediğinde Eymen’in zehirli bakışları Yener’e çevrildi.
“Sana ne oluyor?” diye sordu Eymen öfkeyle.
“O sesini alçaltarak konuşacaksın,” dedi Yener gözlerini Eymen’in gözlerinden bir an olsun ayırmadan. “Burada acısı olan tek kişi sen misin? Annenin, babanın halini görmüyor musun sen? Ne diye bağırıyorsun lan millete? Önüne gelene posta koymanı mı dinleyeceğiz biz senin?”
Simge, “Yener,” dediyse de Yener durmadı. Eymen onun üzerine yürüdüğünde, o da öfkeyle ona doğru yürüyüp başını salladı. “Eymen,” dedi uyarıcı bir sesle. “Kardeş bildim, halini gördüm, seni anladım ama yaşının adamı olmayı öğrenip sakin duracaksın birader.”
Kurtuluş Özdağ, “İkiniz de sesinizi kesin,” dediyse de Yener de Eymen de geri adım atmadan birbirlerine dik dik bakmaya devam ettiler.
“Senin bir ablan olsaydı, bu durumda olsaydı, ne yapacaktın lan?” Eymen’in sorusu Yener’in kaşlarının ortasındaki yarığı derinleştirdi. “Benim ablamın sağlığından daha önemli değil hiçbir şey!”
“Siktir lan oradan,” diyen Yener’in küfrüyle beraber Muşta kafasını kaldırıp Yener’e baktı. “Ablan neden bu hale geldi, biliyor musun lan sen? Çünkü birimiz bile durup ona asıl istediğinin ne olduğunu sormadan, karar senin diyerek üzerine üzerine yürüyüp asıl kendi kararımızı ona kabul ettirmeye çalıştık. Gurur ve Zeliha o bebek doğacak dediyse o bebek doğacak, sen de horoz gibi kabarıp kimseye sesini yükseltmeyeceksin. Acıysa hepimizin acısı lan. Ablansa benim de kardeşim lan.”
“Sizin benim ablamın canıyla ne zorunuz var?” Eymen’in Yener’in gözlerinin içine bakarak sorduğu soru, Yener’in duraksamasına, tüm timin bakışlarının usulca Eymen’e çevrilmesine neden oldu. “Ne istiyorsunuz? Ölsün mü istiyorsunuz?” Eymen’in yakarır gibi sorduğu bu soru üzerine Yener dişlerini sıktı.
Kahraman Özdağ, “Eymen,” dedi tekdüze bir sesle. “Yeter.”
“Baba!”
“Yeter dedim lan sana! Yeter lan!” Kahraman Özdağ birden üzerindeki gömleğin yakasını tutup aşağı çekti, kopmaya başlayan düğmeler koridorun zeminine düşüp yuvarlanmaya başladı. “Yeter!”
“Amca,” diye fısıldadı Simge korkarak, ardından hızlı adımlarla amcasına yöneldi. Kahraman Özdağ, kan çanağı olmuş gözlerle oğluna bakıyordu.
“Kızını düşün!” diye bağırdı Eymen birden kendini tutamayarak.
Kahraman Özdağ, Eymen’in gözlerinin içine öyle bir baktı ki, gök ikiye yarıldı da dudakları tek bir kelime için ayrılmadı.
Kurtuluş Özdağ, “Bağırmayı kes,” dedi dişlerinin arasından. “Oyun parkı değil burası.”
Eymen, “Hepiniz!” diye bağırdı. “Hepiniz kafayı yemişsiniz!”
Hızla koridorun sonuna yöneldiğinde, Simge önüne geçip, “Özür dileyeceksin babandan,” dedi sertçe. Eymen kafasını indirip Simge’nin gözlerinin içine baktı. “Özür dileyeceksin amcamdan!”
“Çekil önümden abla.”
“Özür dileyeceksin amcamdan!”
“Sana çekil dedim,” diyen Eymen yana doğru kayacakken Simge önüne geçti, Eymen yanlışlıkla Simge’ye omzuyla çarpınca Simge’nin sırtı duvara vurdu. Bu, Yener’in birdenbire başını omzunun üzerinden Eymen’e çevirdiği ve daha sonra ışık hızıyla, arkasında bir rüzgar bırakarak Eymen’e yöneldiği andı. Eymen’i ensesinden tuttuğu gibi duvara yaslayıp, yüzünü soğuk duvara bastırdığında, “Durun!” diye bağırdı Kurtuluş Özdağ ama Yener durmayacaktı.
Simge, “Yener,” dedi, Adnan hızla ilerleyip Yener’i ensesinden tutup çekmeye çalıştı ama tek başına bunu yapamadı. Yener, Eymen’in ensesine avucuyla sertçe bastırarak yanağını soğuk duvara tam anlamıyla mıhladıktan hemen sonra, “Kendine gel,” dedi tehlikeli bir sesle. “Yoksa getiririm.”
Kahraman Özdağ, “Yetti,” diye fısıldadı ama onu kimse duymadı.
Muşta, “Yener,” dedi sertçe. “Kesin şu tantanayı. Hemen.”
Kurtuluş Özdağ, Yener’i kolundan tutup çekerken, “Dur,” dedi otoriter bir sesle ama Yener gözlerini Eymen’den ayırmıyordu. Ellerini Eymen’in üzerinden çektiği halde, Eymen yanağı duvara yaslı halde beklemeye devam etti. “Bunun ne yeri ne sırası. Birbirinizi yemenin yeri mi lan burası?” Kurtuluş Özdağ’ın kurduğu cümle üzerine Yener burnundan sert bir nefes verdi. “Boğa gibi soluma karşımda. Kimse birbirine parmağını değdirmeyecek bundan sonra. Uzaklaşın birbirinizden.”
“Benden ona zarar gelmez,” dedi Yener, Eymen’in sırtına bakarken. “Ben kardeş bildim onu. Ama durmayı bilmediği noktada, durdurmak da abilik vazifesidir.”
Eymen alnını duvara yasladığında Kahraman Özdağ sendeledi, Simge hızla amcasına yönelerek onun elini tuttu ve Yaman da Kahraman Özdağ’ın yanında bitti. “Yetti,” dedi Kahraman Özdağ yavaşça. “Yetti.”
Yaman, “Benimle gelin efendim,” dedi saygıyla. “Dışarı çıkalım, hava alın.”
Kahraman Özdağ sessizce zemine bakıyor, göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. Belli ki yaşananlar atıp biriktirerek şişirdiği içinden usul usul taşmaya başlamıştı.
Eymen alnını duvara daha sert bastırıp birden ağlamaya başlayınca, Kurtuluş Özdağ ve Yener’in bakışları dondu. Yumruğunu kaldırıp duvara vurdu, sessizce iç çekti ve “Niye anlamıyorsunuz?” diye fısıldadı sessizce.
Yener dişlerini birbirine bastırdı, içinde bir yerlerde uzanıp Eymen’e dokunma isteği oluşsa da bunu yapmadı. Sadece onu izledi. Sadullah, koridorda hızlı adımlarla ilerleyip, “Kardeşim,” diyerek Eymen’i duvardan ayırdı. “Hele gel, çıkalım biraz he?” Eymen’i yavaşça kolunun altına alıp gözlerini Yener’e çevirdi. “Kurbane, çocuk daha o,” diye fısıldadı. “Etmeyin.”
Yener sessizce ikisine baktı ama hiçbir şey söylemedi.
“Yengem nerede?” diye sordu Simge sessizce, bir eli amcasının elinin üzerindeydi. Kahraman Özdağ bir cevap vermedi ama içten içe karısını bu kaosun içinden sıyırdıkları için mutluydu. Girdap ve Tayfun kaşla göz arasında Gülbahar Özdağ’ı uzaklaştırmıştı. Kadıncağız bu durumu görseydi, artık Kahraman Özdağ’ın bile kaldırmakta güçlük çektiği olaylar karşısında fenalaşırdı. Simge, “Anne,” dedi, annesine karşı öfkeli hissetse de bunu yansıtmamaya çalışıyordu. “Git yengemin yanına. Herkes bir çekidüzen versin kendine. Kız şu odanın içinde. Sanıyor musunuz duymuyor sizi? Duyuyor. Zeliha iyi olsun istiyorsunuz da her biriniz üzerine çıkıp tepiniyorsunuz kızın.” Sessizce, Zeliha duymasın diye fısıldadı. “Amcamı getirdiğiniz hale bakın.”
Yaman, “Kız haklı,” dedikten sonra Kahraman Özdağ’ı kolunun altından kavradı. “Efendim, benimle gelin.” Kahraman Özdağ direnmeyi bıraktı, biliyordu ki biraz daha burada dursa, artık ayakları bedenini taşımayacaktı; yığılacak kalacaktı. Çocuklarını toparlaması gerekiyordu, karısını toparlaması gerekiyordu, herkese kol kanat germesi gerekiyordu. Gücünü toplamaya çalıştı ama öyle bir sarsılmıştı ki birkaç adım atmak bile zor geldi. “Bana yaslanın,” dedi Yaman.
“Simgem de gelsin,” dedi Kahraman Özdağ, bir kız çocuğuna tutunmak istedi. Zeliha gibi gördüğü birinin varlığına ihtiyaç duydu.
“Gelmez miyim ben seninle mavişim,” dedi Simge başını amcasının omzuna koyarak. “Sen yaslan Yaman’a, çıkalım, hava alalım. Zeliş’in yanına geliriz sonra. Olur mu?”
“Olur,” dedi Kahraman Özdağ yorgun argın bir sesle.
Sadullah da Eymen’i kolunun, kanadının altına saklayarak götürdü oradan. Kurtuluş Özdağ, “Umay,” diyerek karısına döndürdü gözlerini. “Ne dedin kıza sen? De bir bakam bana.”
Umay Özdağ başını önüne eğdi. “Kötü niyetim yoktu Kurtuluş. Destek olmak istedim de köstek oldum kuzuma,” diye fısıldadı çekinerek.
“Umay, ben bilirim senin destek cümlelerini.” Kurtuluş Özdağ başını iki yana salladı. “Kimse girmesin yeğenimin yanına bundan gayrı. Çocuklar diyeceğini dedi. Konu burada kapandı bitti.”
Gözlerini Yener’e çevirdi. Yener sessizce dişlerini sıkmaya devam ediyordu. “Yürü bir sigara içelim dışarıda.”
Umay Özdağ sessiz sessiz ağlasa da tek kelime edemedi. Pişmanlık içine çöreklenmişti bir kere. Zeliha’nın yüzüne bakamayacak gibi hissetti. Kurtuluş Özdağ gir kızı gör dese bile giremezdi. Öyle çekinmiş, öyle utanmıştı.
Yaman, Kahraman Özdağ’ı terasa çıkardığında ve bir sandalyenin üzerine oturttuğunda gözlerini Simge’ye çevirip, “Ben yanında kalayım, sen de bir su, çay getir, olur mu?” diye sordu. Kahraman Özdağ olur da fenalaşırsa müdahale edebilecek bir kişi varsa o da Yaman’dı. Simge’nin tek başına amcasını kaldırabilmesi mümkün değildi, kaldı ki kızın paniğini de görebiliyordu.
“İstemem,” dedi Kahraman Özdağ hızlıca. “Simgem kalsın, gitmesin.”
Simge, “Su getirirdim sana mavişim,” dediyse de Kahraman Özdağ nuh diyor, peygamber demiyordu.
“Amcam,” dedi Kahraman Özdağ. “Güzelim benim, Eymen bilerek sana öyle eder mi? Etmez amcam.” Elini Simge’nin elinin üzerine bastırdı. “Acıdı mı canın?”
“Bilerek yapmadı amca, önüne geçince çarpıştık, hepsi bu,” dedi Simge. Elini amcasının yüzüne kaydırdı. “Sen bunları düşünme, olur mu? Kardeşim o benim. İki gün kavga ederiz, üçüncü gün yine güler eğleniriz biz onunla.”
“Canım kızım benim.”
“Mavişim,” dedi Simge gülümseyerek. Gözlerini Yaman’a dokundurdu. Yaman çaktırmadan parmağını Kahraman Özdağ’ın bileğine bastırıyor, nabzını anlamaya çalışıyordu. Yaman, gözlerini Simge’ye çevirip başını aşağı yukarı sallayınca Simge rahat bir nefes alabildi nihayet.
“Bana bak, valla Zelluş canına okur senin ha. Kendini böyle yıprattığını görmesin.”
“Onu yıpratan biziz,” dedi Kahraman Özdağ. “Uyandığı an akbaba gibi üşüştük yavrumun başına.”
“İyiliğini istedik, ondan,” dese de Simge, içten içe amcasına katılmıyor değildi.
Yaman bir müddet ikisini dinledi, müdahil olmadı ama her ihtimale karşı Kahraman Özdağ’ı yalnız bırakmadı.
Aynı saniyeler içinde, acilin çıkışında durmuş rüzgarı teninde hisseden Eymen’in yüzünde akıp giden gözyaşları donmuştu. Sadullah elindeki karton bardağı Eymen’e uzatmadan önce avucunu sırtına koyup sıvazladı. “Al kardeşim,” dedi. “İç çayı sıcak sıcak. Kafanı toparla.”
“Sadullah abi,” dedi Eymen sessizce karton bardağı avucunun içine alırken. “Ağzımdan çıkanı kulağım duymadı. Sizi sorumlu tutuyor gibi göründüğümü biliyorum, kusuruma bakma. Ben ne dediğimi bilmiyorum.”
Sadullah avucunu Eymen’in sırtına yavaşça vurup, “Olur öyle durumlar kardeşim, ateş düştüğü yeri yakar, bilmem mi?” diye sordu. “Sen kafanı bunlarla doldurma. Yarın öbür gün unutulup gidecek şeyler bunlar. Üzme kendini.”
“Sadece… Ablamı kimse düşünmüyormuş gibi hissetmek çok zoruma gitti benim. Babama bile öfkeli hissettim. Durduramadım. Ben hayatımda bir defa olsun babama sesimi yükseltmiş Allah’ın kulu değilim. Yemin olsun ki değilim. Ama söz konusu ablam olunca, ben kralını tanımazmışım, konu ablam olduğu vakit ben böyle bir insanmışım.”
“Benim de var üç kardeşim,” dedi Sadullah. “Birinin saçının teline zarar gelsin Siverek’i yakarım. Yakmam mı hiç? Yakarım. Anladım ben seni aslanım, üzme kendini. Herkes anladı seni. Yener seni itip kakacak insan değildir, öyle öfkelenmesine sebep seni o halde gördüğündendi. Bir de… Sevdalısına öyle sesini yükseltince, onun da gözü döndü. Kimseler kızmadı yoksa sana. Hepimiz anladık seni.”
“Simge ablama da bilerek yapmadım onu ben.”
“Ablan da biliyordur kurbane. Herkes birbirinin içindeki yangını görüyor, görmez mi?” Siverekli derin bir nefes aldı. Gözlerini bahçeye çevirdi. “İç çayını, anlatmak istediğin ne varsa da anlat bana. Abi bil, sırdaş bil, burada konuşulan burada kalır, mezara bile götürmem, onu bil.”
Eymen çaydan bir yudum alırken istem dışı bir damla gözyaşı daha kayıp çenesine indi. Ağladığının farkında değildi fakat Sadullah görüyordu. Ne diyeceğini bilmese de yanında durdu. Belki, dedi içinden, belki sustuğu, konuşmak istediği, dökmek istedikleri vardır.
“Ne olacak şimdi?” diye sordu Eymen. Sadullah için bu soru, tuzak bir soruydu ve vereceği her yanıtın yanlış olabileceğini ön görebiliyordu.
“Allah’tan başkası kalkıp da ne olacağını görebilecek, önceden söyleyebilecek değil,” dedi Sadullah. “Ama sana ne dediğimi hatırlıyorsundur. Belki de boğazımıza Allah’ın koyduğu atılacak o kahkahaya erişmenize az kalmıştır kardeşim.”
“Ablama da kızamıyorum. Nasıl kızayım? Ağzımda benim her şey.” Eymen derin bir nefes aldı. “Allah benim canımdan alsın, onun canına katsın.”
Sadullah, “Rabbim büyüktür,” dedi. “Bir kapıyı kapatıyorsa, sana açacağı muhakkak bir sürü kapı vardır. Dönmez sırtını kuluna. Sen yeter ki Allah’a sırtını dönme.”
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
Gurur’un beni üzerine bıraktığı yatağın yüzeyi soğuktu. Ayaklarım yere sarkarken yavaşça eğildiğini gördüm. Gözlerimi ondan ayıramıyor, her bir hareketini kafamın içine mıhlıyordum. Islak mendil paketini komodinin üzerinden aldıktan sonra paketin içinden çıkardığı mendillerle ayaklarımın altına toplanan kan ve kiri silmeye başladı. Düşmüş omuzlar, kıpkırmızı olmuş ama ilgiyle parlayan gözlerle onu izlemeye devam ettim. Karşı çıkamadım, bunu yapmaması için ona herhangi bir cümle kuramadım, durdum ve sadece ona baktım. Gözlerini gözlerime değdirmeden paketin içinden yeni bir mendil çıkardı, ayaklarımın altını silmeye devam etti.
Sertçe yutkunduğunu gördüm, boğazından kayıp giden yutkunuşun içinde söylemediği bir sürü söz var gibiydi; sustukları içine batıyordu. Kirlenen ıslak mendilleri zemine bıraktıktan sonra ayak bileklerimi ovuşturmaya başladı. Onu izlediğimin farkındaydı ama bakışlarıma karşılık verecek hali yok gibi duruyordu.
Sonunda sessizce, “Yalan demedin, değil mi?” diye sordum.
Kaşlarını çatarak ayak bileklerimi ovarken, “Ne konuda?” diye sordu.
“Az önce dışarıda dedin ya hani. Yalan demedin, değil mi?”
Gurur gözlerini kaldırdı, gözlerimiz birbirine dokundu. “Demedim,” dedi sessizce.
Gülümsedim, bakışları gülümsememe kaydı ve orada asılı kaldı.
“Sen zaten bana hiç yalan demezsin.”
“Çocuk gibi konuşma,” diye fısıldayarak bileğimi ovaladı, gözlerinin gülümsememden yavaşça sıyrılıp gözlerime gelişini merakla izledim. “Bir daha öyle görmeyeceğim seni, anladın mı?” diye sordu.
Başımı hızlıca salladım. “Söz.”
“Canını kim sıktıysa, gırtlağını sıkmıyorsam senden söz aldım diye,” dedikten sonra alnını dizime bastırdı. “Zeliha, sen bir gün beni öldüreceksin.”
“Tövbe de,” dedim sadece. Konuşacak halim yoktu ama Gurur tek bir cümlesiyle tüm ağrılarımı üzerimden almıştı. Almıştı almasına ama sanki artık tüm yükümü, ağrılarımı, korkularımı, altında kaldıklarımı kendisi taşıyordu. Onu yalnız bıraktığım düşüncesi başımı önüme eğmeme neden oldu. Ellerim saçlarına dokundu, kumral saçlarını usul usul okşamaya başladım. Alnını dizimden ayırmadan uzun uzun bekledi.
“Doktorla konuşursun, değil mi?” diye sorduğumda, alnı dizimde, “Konuşurum,” dedi sadece.
“Kızgın mısın bana?”
“Sen bu dünya üzerinde kızabileceğim en son insansın.” Alnı dizimdeyken, “Bir de henüz bu dünyada olmayan biri var, ona da hiç kızamam herhalde,” diye fısıldadı.
Onu kabul ettiğini anlamak çocuk gibi ayaklarımı sallamama neden oldu.
“Karnıma vuruyorsun,” dedi yorgun bir sesle.
“Özür dilerim.”
“Vur.”
“Canını yakmam.”
“Yaktın yeterince,” dedi ama bunu sitem eder gibi değil, bana bir gerçeği gösteriyor gibi söyledi.
Parmaklarımı saçlarında dolaştırarak, “Biz bunu aşabilecek güçteyiz. Ben öyleyim,” dedim.
“Zor olacak. Sözümü de dinleyeceksin,” dedi sadece.
“Dinlerim.”
“Şimdi böyle diyorsun, ikinci günden ağzıma sıçmaya başlamak yok.”
Saçlarını okşarken, “Yok,” dedim.
“Güzel.” Alnını dizime sürttü. “Destek almaya başlayacağım.”
Duraksadım, bunu beklemediğim için, “Anlamadım?” diye sordum, dışarıda bir bağırış çağırış kopuyordu ama tek odak noktam Gurur’du.
“Daha düzgün bir insan olabilmek için.” Çenesini dizime yaslayıp bana alttan bir bakış atınca sertçe yutkundum. “Sana layık olabilmek için.” Elim yüzüne kayarken söylediği şeylerin doğru olmadığını söylemek istedim ama o konuşmama izin vermeden, “İyi bir baba olabilmek için,” dedi.
“Sen bana layıksın. Düzgün bir insansın ve iyi bir baba olacaksın,” desem de Gurur’un yaralarının sarılması gerektiğini ben de biliyordum. Bu yüzden bu kararına karşı çıkmayacaktım. Aksine, bu konuda onun en büyük destekçisi olmak istiyordum. Ruhu iyileşsin istiyordum.
“Kendimi iyileştiremeden seni iyileştiremem,” dediğinde her seçiminin, her kararının, attığı her adımın benim için olduğunu anladım. Bu beni ağlatacak güçte, sarsıcı bir gerçekti. Hep göz önünde olan ama şimdi ışıl ışıl parlayan bir gerçekti.
“Her kararında yanında olacağım,” dedim ve bu en büyük dileğiymiş gibi gözlerimin içine baktı. “İyi olacağım.” Yanağını yavaşça okşadım. “İyi olacağız.”
“Sana asla engel olmam,” dediğinde duraksadım. “Ne okulun ne başka bir şey.” Gözlerinin içine uzun uzun baktım. “Her kararında en büyük destekçin olurum ama iyi olman için sınırları çizdiğimde o sınırların dışına çıkıp beni kahretme.”
“Sınavları kaçıracağım,” dedim. “Ve bunun suçu ne sensin,” elimi karnıma koydum, “ne de o. Zaten yaralıydım, zaten sağlığım yeterince kötü durumdaydı, bu durumda hiçbirine yetişmem. Doktorla bunu konuşmuştuk. Ama iyi olduğumda telafi edeceğim. Ne senden ne eğitimden ne de ondan vazgeçmem ben.”
“Bunları düşünme.”
“Her şeyi düşünürüm. Düşünebilirim.” Bunu ona inandırma çalıştığımı görüyor olmalıydı. Kendimden kaçmaya devam edeceğimi biliyordum, bir yerde kendime sobeleneceğimi de biliyordum ama Gurur’u tek başına savaş meydanında bırakmayacaktım. Kendimden kaçarak dahi olsa onunla birlikte, sırt sırta, omuz omuza, yan yana savaşacaktım.
Gurur beni yavaşça yatağa yatırdı. “Kendini yormamayı öğrenmekle başla işe,” dediğinde gözlerimi kaldırıp ona baktım. Bir şey söylemek istedim ama kelimeleri yuttum, kendi içimde kaybettim. Ne söylemem gerektiğini sanırım ben de bilemedim. “Doktorla görüşeceğim. Görüşeceğiz. Ne yapılması gerekiyorsa, kurallar her ne ise birlikte o kurallara uyacağız. Şimdi dinlen.”
“Pars ve Leon,” dediğimde Gurur gözlerimin içine baktı.
“Güvendeler.”
Pars’ın merdivenlerden yuvarlandığı görüntü bir ıslık sesiyle beraber rüzgar olup zihnime doldu. Gurur bana güven veren gözleriyle uzun uzun baktıktan sonra, “Dinlen,” diye tekrarladı.
⛓️️
GURUR MERT ÇALIKLI
Bana gönderilen linklerin tamamında eski, rutubetli evlerin görselleri vardı. Ne fiyatlarını hak ediyorlardı ne de güvenli görünüyorlardı. Çenemi kaşıyarak bir sonraki linki açmadan önce gözlerimi masanın diğer ucundan gözlerini bana dikmiş anneme çevirdim. Hemen yanında Muşta ve Kurtuluş Özdağ oturuyordu. Diğerleri neredeydi bilmiyordum, aklımı yerinde tutabildiğim sınırlı anlardan birindeydik ve çevremi gözlemleyebilme yeteneği anlık da olsa yeniden devreye girmişti. Her an kaybolabilirdi.
“Gözünü telefondan ayırmadın,” dedi annem, elini masanın üzerine koydu ve derin bir nefes aldı. “Bir haber mi aldın?”
“Ev ilanlarına bakıyorum.”
Annem duraksadı, Muşta’nın bakışlarının yüzümde yoğunlaştığını hissettim ve Kurtuluş Özdağ, “Ne evi bu?” diye sordu, sesinin Kahraman Baba’ya benzediğini fark ettim ama bakışları tamamen farklıydı.
Gözlerimi Kurtuluş Özdağ’a çevirdim ve “Yeğeninizle yaşayacağım ev,” dedim. Bir an duraksadı, tek kaşını havaya kaldırdı ama ifadesi yüzünde değişiklik göstermeden sabit durmaya devam ediyordu. “Siz dememiş miydiniz? Bir an evvel evlenin diye. Evlendiğimizde kalacağımız evi bulmaya çalışıyorum.”
Muşta buna şaşırdı, hissettim ama ona bakmadım. Muhtemelen şu an etrafı yakıp yıkmamı, olayları çözüme ulaştırmadan önce suyu tamamen bulandırarak işleri zorlaştırmamı bekliyordu ama öyle olmamıştı. Ama bu olmayacağı anlamına gelmiyordu.
Kurtuluş Özdağ uzun uzun sustuktan sonra derin bir nefes aldı. “Normalde de birlikte yaşıyordunuz, doğru mu?”
Saklama gereği duymadan, “Evet,” diyerek gözlerimi telefona indirdim.
Buna bir yorum yapmadı, bunun yerine, “Doktorla görüştün mü?” diye sordu.
Kafamdaki sinyal sesi artık yokmuş gibi davranabildiğimden, rahatlıkla, “Evet,” dedim. Oysa içimde çaresiz bir acı vardı. Onu kaybetmemek için canımı ortaya koyabilecekken, şimdi onun canını ortaya serdiğim bir kumarın ortasında duruyordum ve kaybetmeye de kazanmaya da hiç bu kadar yakın olduğum bir an daha olmadığını biliyordum.
Doktorun kelimelerinin bir benzerini sarf eden Nihan’ın söylediklerini hatırladım: “Düşük tehlikesini atlatamadı. Gebeliği çok riskli. Bu şartlar altında nasıl ilerler kestirmek güç. Süreç çok tehlikeli. Senin için de Zeliha için de bebek için de. Zeliha ciddi bir ameliyat geçirdi, koma halindeydi, tüm bunları göz önünde bulundurarak bir karar vermelisiniz.”
Ve ben tıpkı doktora dediğim gibi Nihan’a da “Bizim kararımız bu,” dedim. O anı kafamın içinde parçalara ayrıldı ve gerçekliğin içine çekildim. Koruyacaktım. Bu kez ne pahasına olursa olsun, Zeliha’yı da, korumam için bana yalvardığı bebeğimizi de koruyacaktım. Bu kez Zeliha için atan kalbim, Zeliha’nın sesine sağır olmayacaktı; bu defa ilk önce Zeliha’nın söylediklerini duyacaktım.
Kurtuluş Özdağ, “Muğla’ya götürelim sizi,” dediğinde gözlerimi ona diktim. Gidemezdim, burada halledilecek bir davam vardı ve Zeliha’yı da yalnız başına hiçbir yere göndermezdim. Bu saatten sonra güvenliği benim sorumluluğumdaydı. Her zaman öyle olmuştu ama ben bu sorumluluğu taşıyamamıştım, başaramamıştım. Şimdi öyle olmaması için ne gerekirse yapacaktım. Benden uzak tutulmasına izin vermeyecektim, ondan uzağa sürüklenmeyecektim, onu onun yanındayken koruyacaktım; uzağındayken değil.
“Yeğeninizi korumak istediğinizi biliyorum.” Sesimdeki aşılması imkansız bariyeri gördü, gözlerini kıstı ve başını sağ omzuna yatırıp beni süzdü. “Beceremediğimi düşünüyor olabilirsiniz ama bundan böyle onun her şeyinden ben sorumluyum. Verdiği her kararda, aldığı her nefeste, atacağı her adımda yanında olup onu koruyacağım. Ve o buradayken, benim dağlarına gölgemin sindiği bu şehirde güvende olacak. Başka hiçbir yerde değil.”
“Ona bunu kimin yaptığını biliyor musun?”
“Askerin düşmanı çok olur,” dediğimde bu cevaptan hoşlanmamış gibi kaşlarını çattı. “Ama her birinin sonu ecel olur.”
“Sen her birini toprağın altına elbette koyabilirsin ama…”
“Toprağın altına koymuyorum efendim,” dedim, “benim toprağımda düşman çürümez. Biz onları pakete sararız.”
Bu cevap karşısında sadece gözlerimin içine baktı. Konuşmanın burada son bulduğunu belli eden bakışlarımı yüzünden sıyırıp anneme çevirdim. “Birikimim bir yere kadar,” dediğimde annem duraksadı, “dedemin benim için ayırdığı payı istiyorum.”
Annem, ömrüm boyunca böyle bir şey istemeyeceğime inanmış ama bu inancı birden elinden alınmış gibi şaşkınlıkla bana baktı. Dedemi severdim, bu soyadını sevmemin tek nedeni oydu; bana bu soyadını helal kılmıştı, sırtımı sıvazlamış ve soyunun devamı olacağımı söylemişti. Hepimiz için ayırdığı paya dokunmamıştım, bir köşede duruyordu ve bir ömür dokunmam, buna gerek kalmaz sanmıştım. Annem gülümseyerek, “Deden mutlu olurdu,” dedi.
“Biliyorum.”
“Halledelim anneciğim,” dedi başını sallayarak.
“Evdeki tüm eşyaları ihtiyaç sahibi bir er arkadaşa vereceğim, yeni ev kuruyordu ve durumu yoktu. Zeliha’nın uzandığı baza ve koltuk hariç. Onları doğrudan elden çıkaracağım ama diğer tüm beyaz eşyalar falan, her birini halledelim Muşta.” Muşta’ya bakmasam da başını salladığını hissettim. “Her şeyi baştan başlatıyorum.”
Kurtuluş Özdağ bir sigara yakıp, “Yeğenim kendini zora sokmanı istemez,” dediğinde, “Yeğenin benden canımı bile isteyebilir,” diye cevap verdim.
Gözlerimi anneme çevirdim. “Ev almak ve eşyayı yenilemek için dedemin bana bıraktığı payı kullanacağım. Aynı zamanda Zeliha’ya bir araba almam gerek. Tüm bunları kendi birikimimle yapamam, o birikime de ihtiyacımız olacak. Zeliha’nın okulu devam ediyor, endişeye kapılmasını istemiyorum, ona iyi bir gelecek sağlamak ve eğitim hayatını istediği şekilde devam ettirebilmesini istiyorum. Kredi çekemem. Onu bir borç batağına sürüklemeyeceğim. Hakkım olanı kullanacağım.”
Kurtuluş Özdağ, “Arabasını biz alırız,” dediği anda, “Benim eşim olacak, arabasını ben alacağım,” dedim tek seferde. “O kendi ayaklarının üzerine basıp, cübbesini sırtına atana kadar onun her şeyinden sorumlu olan kişi artık benim.”
“Annem, var çok şükür gücümüz. Erzurum’daki iki evi de satarız gerekirse.” Gözlerimin içine hiç şakası olmadığını göstererek baktı. “Alırız evinizi, yaparız eşyanızı.”
“Tüm bunları hemen, Zeliha’yı buradan çıkarmadan yapmam gerek. Onu tekrar o eve götürmeyeceğim.”
“Hem bebek hem riskler hem okul,” dedi Kurtuluş Özdağ gözlerini yüzüme dikerek, “Nasıl yapacaksın?”
Masaya koyulan beyaz çantayı gördüm, ardından biri yanımdaki sandalyeyi çekerek oturdu ve “Ben yapmıştım Kurtuluş Bey, emin olun sizin yeğeniniz daha fazlasını yapar,” dedi. Bu kişi Cenan’dan başkası değildi.
Muşta’nın bakışları Cenan’a çevrildi. Cenan ise gülümseyerek bana bakmayı tercih etti. “Kendine gelmişsin, Yüzbaşı.”
“Sen,” dediğimde bir an duraksadı, aniden ona dönmemi beklemiyor gibiydi, “Zeliha’nın zevkinden anlarsın sen. Simge, Çolpan, Ayça ve Gaye de anlar illaki. Benim vaktim az, kafamda da çözemediğim bir şeyler oluyor, bana onun hayallerindeki evi yaratmam konusunda yardım et. Yardım edin.”
Cenan şaşırarak, “Hayallerindeki ev mi?” diye sordu.
“Evet. Göl kenarında yaşamak istediğini söylemişti bir aralar.” Muşta ve Kurtuluş Özdağ’ın şaşkın bakışlarını hissettim ama umursamadan telefonu Cenan’a uzattım. “Bu evlerin hiçbirini beğenmedim. Bir tanesi dışında. Biraz pahalı ama halledeceğim.” Anneme baktım, annem başını aşağı yukarı sallayarak beni onayladı. “Biraz tadilata ihtiyacı olacak gibi. Rutubetli bir yer onu hasta eder, o yüzden ince detaylarıyla ben ilgilenirim. Ama içinde nasıl şeyler ister bilmiyorum. Onu bir evi baştan yaratmak için yoramam. Zaten buna karşı çıkar, biliyorsun. O yüzden bana sen yardım etmelisin.”
“Merkezden bir ev istemiyor mu?” diye sordu Cenan.
“Onu iyileştirebileceğim, ruhuna iyi gelebileceğim bir yere ihtiyacım var. Kalabalığın içinde var olmaya çalışacak ve yalnız kaldığında yine korkularla dolacak. Ben önce onun korkularını silip yok etmek, ona huzur vermek istiyorum.”
“Gözlerden uzak bir yerde onu korumaya almaya çalışıyorsun,” dedi Cenan buruk bir şekilde gülümseyerek. “Çolpan ve Ayça yıllardır tanıyor onu. Daha hakimdirler bu konuya ama emin ol, elimden gelen yardımı yaparım. Hatta eşyaları onun beğenmesini bile sağlayabilirim.”
“O anlamadan nasıl yapacaksın bunu?”
“Konu Zeliha olduğunda küçük bir çocuğa dönüyorsun.” Cenan güldü. “Orasını bana bırak.”
“Doktor dedi ki, zor olacakmış, egzersizleri varmış, dinlenmesi gereken şeyler, uyması gereken bir diyet listesi, takviyeler…” Aklımda tutabildiklerimi sıralarken Cenan beni ilgiyle dinledi. Ben de konuşmaya ihtiyacım varmış gibi masadaki herkesi yok sayarak Cenan’a aklıma gelen her şeyi anlatmaya başladım. Belki de uzun zaman sonra ilk defa bu kadar çok konuştum. Cenan ise bir an olsun beni susturmadan, can kulağıyla, beni onaylayarak dinledi.
Masadan kalktığımızda Muşta bana yaklaştı ve “Bu kadarının altından kalkabilecek misin?” diye sordu, sesinin tonundan bile beni düşündüğü, zorda kalmamı istemediği anlaşılıyordu. “Dedenin sana ayırdığı payı başka işler için kullanabileceğini, ihtiyacın olmadığını söylemiştin. İstemediğin bir şeyi kullanmak zorunda kalıyorsan evlat, biz de buradayız. Ne gerekiyorsa yapılır. Belki yavaş yavaş yapılır ama illaki her şey yapılır.”
“Hızlı hareket etmek zorundayım.”
“Geçici bir ev tutarız, her şeyi hallederiz.”
“Ona yeni bir hayat sunmak için gerekirse hayati bir parçamdan vazgeçerim,” dediğimde duraksadı. “O pay Emsal’den değil, dedemden kaldı bana. Bana bu soyadını helal kılan adamdan.”
“Yalnız değilsin Gurur. Altından kalkamadığın noktada ben buradayım. Kardeşlerin burada.”
“Altından kalkamayacak olursam, o zaman sana geleceğim,” dedim, bu normalde sarf edeceğim bir cümle değildi ama konu Zeliha ise her şeyi yapabilecek biriydim. “Şimdi bırak da bir kez olsun doğru olanı yapayım. Ondan çaldığım ne varsa ona geri veremeyeceğimi biliyorum ama hiç değilse ona bir şeyler verebilen bir adam olayım.”
“Maddi olarak boyunu aşacak sulara girmemeye çalış. Bu Zeliha’yı daha çok üzer. Baktın su boyunu aşıyor, sakın söylediğin şu şeyi sözde bırakma, çık karşıma bana da ne yapmam gerektiğini söyle. Yalnız değilsin.” Muşta avucunu omzuma koyup sıktı, bakışlarımı omzumun üzerinden hastanenin bahçesine çevirdim. Cenan ve Kurtuluş Özdağ konuşuyorlardı, gözlerim annemi aradı ama onu göremedim. “Gurur.” Odaklanamadım. “Zincir.” Bakışlarım Muşta’ya döndü. “Peşlerindeyiz. Girdikleri deliklerden bir bir çıkaracağız. Onlardan olan kim varsa, kökünü kazıyacağız. Durduk sanma.”
Uzun uzun Muşta’nın gözlerine baktım. Ona kandan bir nehrin içinde, bileğime dolanmış bir zincirle, başımdan aşağı kızıl bir ışık süzülürken işleyeceğim tüm cinayetlerin kafamın içinde metinlere dökülmüş beklediğini söylemedim. Gurur dediğinde değil, Zincir dediğinde baktığımı fark etmedi. Zincir’in kafamın içindeki o karanlıkta dudaklarında tehditkar bir gülümsemeyle bana baktığını Muşta’ya söylemedim. Zeliha’nın hayatını yoluna sokarken, ona layık biri olmak için gerekli adımları atarken, kafamın içindeki Zincir’in bazı geceler ortadan kaybolup estireceği fırtınayı dillendirmedim. Ona tek başıma ilerleyeceğimi, hiçbir kuralı dinlemeyeceğimi, çok kan dökeceğimi, gündüz iyileşmeye başlamış Gurur’u oynarken, bazı şafaklar en azılı cinayetlerin başrolü olacağımı, tüm maktullerin gözlerindeki son yansıma olacağını söylemedim.
“Zeliha’nın ifadesine de ihtiyacımız var,” dedi sessizce. “Sonrasında tüm defterleri düreceğiz.”
Ona defterleri yakan kişi olacağımı söylemedim.
“Senin böyle soğukkanlı olman iyi,” dediğinde neredeyse gülecektim, kafamın içindeki Zincir, kanlı nehrin içine dizlerine dek batmışken yamuk bir gülümsemeyle Muşta’ya baktı ama Muşta onu görmedi. Muşta içimde büyüttüğüm cinayeti görmedi. Muşta Zincir’in yapabileceklerini görmedi.
“Uzmandan yardım alacağım,” dediğimde başta anlamadı. Kafamın içindeki Zincir’in gülümsemesi daha da zalimleşti. “Zeliha’yı iyileştirebilmem için, iyileşmem gerek.” Bu konuda yalan söylemiyordum. Gerçekten yapacaktım. Çabalayacaktım. Hatta isterlerse ilaç kullanacaktım, isterlerse raporlu bir deli bile olup tedavi edilmeyi kabul edecektim lakin geceleri o Zincir gün yüzüne çıkıp iyileşen benliğimden ayrıldığında döktüğüm kanlardan sorumlu olmayacaktım. Son kan da döküldüğünde, gerçekten iyileşmek için çabalayacaktım ama o gün gelene kadar, iyileşmiş bir adamı oynayacaktım.
“Artık sadece Zeliha, onun sağlığı ve oğlumuz,” dedim. Zincir yamuk bir gülümsemeyle cümleme sessizce eşlik etti: “Ve intikam.”
Muşta, “Yapabileceğine inanıyorum,” derken gözlerindeki pişmanlığı gördüm. Hala kendini suçluyordu.
Neler yapabileceğimi bilseydi, yine aynı şekilde gözlerimin içine bakıp, yanımda olacağını söyler miydi merak ettim. Sonraki gün sessizlikle geldi. Kimse ağzını açıp bir şey demiyor olsa da endişelerin çoğaldığını hissedebiliyordum. Düşünmemeye çalışıyordum çünkü ne zaman düşüncelerle dolsam, sinyal sesi çoğalarak beynimi parçalayacak düzeye yükseliyordu.
Zeliha’nın ifadesini almak için gelen kişi yine Onur oldu ve bundan daha fazla kaçamayacağımı anladığımda, Onur’un karşısında durup zaman istemek yerine Zeliha’nın ne istediğini öğrenmeye karar verdim. Zeliha buna benden daha hazır gibi görünüyordu ya da bana her şeyin üstesinden gelebileceğini kanıtlamaya çalışıyordu. Her halükarda kendisini zorlayacaktı, biliyordum ve buna nasıl engel olabileceğimi düşünmek kafamın içini durduruyordu.
Zeliha hiç düşünmeden, “Yapabilirim,” demişti ve ona karşı çıkamamıştım. Çünkü bu her şeyden önce onun tercihiydi. Ne onu korkutmak istiyordum ne de bir şeylere zorunda hissetsin istiyordum ama eninde sonunda ya korkutacaktım ya da bir şeylere zorunda kalacaktı. Bunu anlamıştım.
Onur, “İstersen sen de ifadeyi verdiği sırada onunla olabilirsin,” dediğinde Onur’un gözlerine sessizce baktığımı hatırlıyorum. Duyacaklarımın içimdeki yırtıcının sırtına inen kamçıları şiddetlendireceğini, o yırtıcıyı daha büyük bir kana susamışa çevireceğini biliyordum. Onur ile birlikte kapıdan içeri girmeden önce, “Belli etmemeye çalışacak, güçlü görünmek için uğraşacak ama çok sarsıldı,” dedim, “onun üzerine çok gitme. Eğer mümkünse soruları olabildiğince yüzeysel tut.”
Onur, “Endişelenme,” dedi, “zorlandığını fark ettiğim noktada hemen son verebiliriz.” Elini pantolonunun cebine attı. “Peki bir haber var mı?”
“Alaşafak uğraşıyor. Gelişmelerle ilgili pek bir şey bildiğim söylenemez.”
Onur buna pek de inanmıyormuş gibi gözlerimin içine baktıktan sonra başını sallayıp kapıyı tıklattı. Gözlerimi kapıya çevirdim, içeride bir yerlerde, hala o kanlı nehrin içinde nehirden çıkacağı anı bekleyen Zincir’in de bakışlarının kapıya sabitlendiğini hissettim.
O Zincir’in içindeki merhamet körelmişti ve o körelmiş merhamete dokunabilecek tek kişi Zeliha’ydı. Zincir gözlerini yumup bekledi. Zeliha’yı görmek istemedi. Köreldiği noktadan keskinleşmek istemedi. Benim ise tek istediğim Zeliha’yı görmekti.
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
Onur’u gördüğümde, o gece onun sesini duyduğum son anı hatırladım. Sesindeki şaşkınlık kafamın içindeki anıların üzerinden eserek ilerledi. Tekrar o geceye dönmüşüm gibi hissetsem de ifademi sabit tutmayı başarabildim. Gurur, yanında Onur ile içeri girdiğinde doğrulmayı denedim ama yeni pansuman yapıldığı için biraz ağrım vardı ve doğrulmak sandığımdan daha zor olmuştu.
Onur, “İyi görünüyorsun,” diye yalan söylediğinde ona alayla bakıp güldüm. Beni neşeli görmeyi beklemiyormuş gibi duraksadı, daha sonra o da gülümsedi. Neden burada olduğunu biliyordum, o geceyi kelimelere dökmek zorunda olduğumu biliyordum. Buna hiç hazır hissetmesem de zorluk çıkarmamam gerekti, onlara her şeyi en doğru şekilde anlatmalıydım. Yardımcı olabilmek istiyordum. Yine de çok zordu. Onur’un sesini duymak bile o asansör kapısının açılışını, nefes alamadığım için daralan boğazımı, bedenimi sarsan acıyı hatırlamama neden olmuştu.
Tedirgindim. Gidişatın ne olacağını bilmiyordum. Karnımın içine köklerini usulca salmaya başlamış parçamın benimle kalıp kalmayacağından emin değildim, iyi olup olmadığını bilmiyordum, her şey birbirinin üzerine binerek kaosu doğurmuştu ama yine de sahte bir gülümseme giyinebiliyordum. Onur çaprazımdaki tekli koltuğa oturduğu anda gözlerimi Gurur’a çevirdim. Kilo verdiğini bir kez daha şiddetle fark ettim. Gözlerinin altındaki derin çukurların rengi çok koyuydu, kaç gecedir uykusuzluğu koynuna alıp beni beklemişti bilmesem de çok yorgun olduğunu görebiliyordum.
Onur bir kalem çıkardıktan sonra, “Eğer kendini iyi hissetmiyorsan bunu sonra da yapabiliriz,” dedi.
“Yeterince dinlendim.” Gözlerimi Gurur’dan ayırıp Onur’a çevirdim. “Hadi yapalım şunu.”
“Öncelikle kendini nasıl hissettiğini sormak istiyorum.”
“İyiyim,” diye yalan söyledim ama Gurur’un buna inanmadığını biliyordum.
Onur bir süre sustu, bakışlarının ağırlığını yüzümde hissettim. Ardından, “Geceye dair neleri hatırlıyorsun?” diye sordu. “Sana saldıran kişinin görünüşü hakkında ne hatırlıyorsun?” Kalemi kağıda götürmeden önce bana anlayışla baktı.
Biri yeşil, diğeri mavi gözleri hatırlayınca ayak parmaklarımı içeri doğru çektim. “Gözleri,” dedim. “Bir gözü mavi, diğeri yeşildi. Bir seksen beş boylarındaydı, yüzünü tam olarak hatırlayamıyorum ama gözleri çok net.” Rahatsızlıkla kıpırdandığımda Gurur bana doğru ilerledi. “Tek hatırladığım gözleri.”
Onur başını sallayıp not aldı. Gurur’un elinin saçlarımda gezindiğini hissettim ama dokunuşuna odaklanamadım. Biri yeşil, diğeri mavi gözler o karanlığın içinde yeniden benimleydi, ışıklar sönmüştü ve işte yine o kaosun içinde onunla baş başaydım.
“Üzerindeki kıyafetlerle ilgili hatırladığın detaylar var mı? Onu saat kaç sularında gördün?”
“Üçe az kalmıştı sanırım,” dedim. “Ayağında botlar vardı. Tek hatırladığım bu. Karanlıktı. Kapının zorlandığını duyduğumda Gurur’un geldiğini düşündüm.” Gurur’un son cümlemle beraber kaskatı kesildiğini kafamın üzerinde duran elinin hareketsizliğinden yola çıkarak anladım.
“Salonda mıydın?”
“Mutfaktaydım. Kapının sesini duyunca hole yürüdüm. Sonra… Pars ve Leon’u gördüm. Onlara da zarar vermişti.” Sesimin kesik kesik geldiğini fark edince kendimi toparlamak adına yavaşça öksürdüm. Gurur’un bakışlarının yüzüme aktığını hissediyor olsam da gözlerimi kaldırıp o bakışlara karşılık veremedim.
“Saldırgan sana yaklaşırken ya da saldırı sırasında herhangi bir şey söyledi mi? Küfür, tehdit, başka bir şey? Bir mesaj?”
O kadar gergin hissettim ki az kalsın buna sonra devam etmek istediğimi söyleyecektim ama kendimi toparladım. “Alçak sesle konuşuyordu, küfür etmedi, tehditkardı.”
“Bu olurken etrafta başka biri var mıydı? Biriyle birlikte miydi? Herhangi biriyle iletişime geçti mi veya sana doğrudan bir mesaj iletti mi?”
“Yalnızdı. Çok sessizdi her şey. Tek başıma kaldım.”
Gurur’un sertçe yutkunduğunu duyduğumda tırnaklarımı avuç içime sapladım. Keşke böyle söylemeseydim diye düşündüm ama kelimeler dudaklarımdan kayıp gitmişti bir kere.
Onur cümleme devam edeceğimi anlamış gibi başını salladı.
“Mesaj iletmedi. Sadece…” Karnımda yeniden bıçağı hissetmiş gibi kaskatı kesildim. “Bana dedi ki…”
Onur, “Dinliyorum,” dedi yumuşak bir sesle.
“Gurur’un arabasında bir patlayıcı olduğunu söyledi.” Gurur’un başımın üzerindeki eli saçlarımdan kayarak enseme doğru düştü. Ona bakacak gücü kendimde bulamadım. “Başta buna inanmadım ama sonra bir şekilde beni inandırdı.” Kelimelerini hatırlamaya çalıştım, alçak sesi kafamın içinde karanlık gibi ilerlese de konuştuğumuz şeyler pusluydu. “Bıçak vardı elinde. Çenemin altına yasladı sanırım ya da boynuma, hatırlamıyorum. Sonra beni salonun ortasına ilerletti, bunu hatırlayabiliyorum. O sırada Gurur hakkında bir şeyler söylüyordu. Gurur ile ilgili çok fazla şey biliyor gibiydi, beni her şeyi yapabileceğine inandırdı ve gafil avladı. O an mantıklı düşünemedim. Ona inanmaktan başka çarem yoktu.”
Onur tek kaşını kaldırıp kalemi parmaklarının arasında çevirdi. “Sana tam olarak ne söylediğini, seni nasıl kandırdığını hatırlıyor musun? Gurur’un arabasında bir patlayıcı yoktu bildiğim kadarıyla.”
Gurur sessizce enseme dokunmaya devam etti. Ona bakmaya gücüm yoktu.
“Bıçağın sapı ve patlayıcının birbirine bağlı olduğunu. Bıçağın patlayıcı aktif edecek bir şey olduğuna beni inandırdı. Aptaldım.” Gurur’a bakmak istedim ama göreceklerimden korktum. “Onunla savaşmadım, ona karşı koymadım, kaçmaya çalışmadım.” Kelimelerim Gurur’un parmaklarını enseme bastırmasına neden oldu ve bunu bilerek yapmadığını anladım. Gözlerim yan taraftaki pencereye dokundu, Gurur’un yansımasını gördüm. Gözlerini sıkıca yummuştu. “Bıçağı hissettim. Aniydi. Sonra da bana hareket edecek olursam, özellikle de yere düşecek olursam, mekanizmanın çalışacağını ve arabanın patlayacağını söyledi. Gurur arabadaydı. Başka çarem yoktu. O gelene kadar olduğum yerde hareketsiz bekledim, yardım isteyemedim, telefonuma kadar sürünemedim. Durdum ve onu bekledim.” Gurur sıkıca yumduğu gözlerini açmıştı şimdi, yansımasından görüyordum. Gözlerini yüzüme indirmiş, gözünü bile kırpmadan, nefes bile almadan sadece bana bakıyordu. Yansımasına daha fazla bakamadım, gözlerimi Onur’a çevirdim. Onur, duydukları karşısında dehşete düşmüş gibi iri gözlerle bana bakıyordu.
Gülümsedim, bıçağın soğukluğunu tekrardan karnımda hissettim. “Kulağa aptalca geliyor biliyorum ama o an buna tüm kalbimle inanmıştım.”
Gurur sessizce, “Bana yaşıyorsun demiştin,” diye fısıldadı. Taşları yerine oturttuğunu anladım. Gözlerimi ona dokundurmadım, dokunduramadım. Onur’un Gurur’a baktığını gördüm. Her ne gördüyse sertçe yutkundu.
Onur’un daha soracak soruları vardı belki ama soruların her biri boğazına dizilmiş gibi görünüyordu. Bir müddet kağıda bir şeyler karaladı, daha sonra doğrulup, “Hatırladığın detaylar olursa bunları benimle paylaş,” dedi. “Şimdi biraz istirahat etmelisin.”
Gülümsedim. “Teşekkür ederim Onur. Hatırladığım bir şeyler olursa sana söylerim.”
Onur uzun uzun yüzüme baktıktan sonra oturduğu yerden doğrularak kalktı. “Bir şeye ihtiyacınız olursa, günün her saatinde beni arayabilirsiniz.”
Gurur hiçbir şey söylemedi, hala bana bakıyordu; hissedebiliyordum. Onur odadan çıkarken geride bıraktığı sessizlik, gözlerimi yavaşça Gurur’a çevirmeme neden oldu. Artık bundan kaçamayacağımı biliyordum.
Gözlerimiz birleştiğinde sarsıldım. Sarsıldım çünkü bana saplanan gözlerinde gördüklerim yerküreyi yerinden oynatabilecek kuvvete sahipti. Göz bebekleri titriyordu, gözyaşları orada değildi ama uzansam, göz çukurlarına dokunsam, o görünmez gözyaşlarının parmaklarıma bulaşacağını biliyordum.
“Ne kadar havalıyım, değil mi?” diye sordum sırıtıp, elimi kaldırarak çenesine dokunurken. Çenesinde duran elimi avucunun içine aldı. Sessizdi, tek kelime etmiyor, gözlerimin içine beni yakarak bakıyordu. Elimi avucunun içinde sıktı, avucumun içini öptükten sonra yatağın kenarına oturdu. Bir şeyler söyler sandım ama bunun yerine, “Buraya birlikte sığabilir miyiz?” diye sordu.
Yatağa baktım, ardından gözlerimi gözlerine çevirip yavaşça yana kaydım. Yatağın üzerine çıkıp, çok yer kaplamamak için en uca uzandıktan sonra avucumu yeniden dudaklarına bastırarak cenin pozisyonu alıp gözlerimin içine baktı.
“Sığarmışız,” diye fısıldayıp yavaşça ona sokuldum. Kirliydim, ağrılarım vardı, belirsizlik kül gibi üzerimize yağıyordu ve yorgundum ama ona sokulunca her şey kayboldu. Rahat bir pozisyona ulaşmam için ona sırtımı döndüm, sırtımı göğsüne yaslamamı sağladı ve elini karnımın altına yerleştirip yüzünü saçlarımın arasına sakladı.
“Beni aydınlatmak için bir daha kendini yakma,” dedi yüzü saçlarımın arasındayken. “Bırak biri yanacaksa o ben olayım, bırak karanlıkta kalacaksam senin karanlığında kalayım.”
Avucunu karnımdan çekmeden sertçe yutkundu. Saçlarıma tutunanlar yıldızlar değilse eğer, inciler değilse, bir gökadanın tamamı değilse; gözyaşlarıydı. Onun gözyaşları ateşlerin içinde yanıyor olsam da bana daima zemheri gibi hissettirecekti. O ağladığında ben cehennem ateşinde yanıyor bile olsam çok üşüyecektim.
“Dört yanım kara kış olsa Zeliha, sen yine bir bakışınla bana haziranı getireceksin.”
“Sen güneşi sevmezsin,” diye fısıldadım avucumu karnımın üzerinde duran eline koyarken.
“Benim güneşim sensin.”
“Yıldızın değilim yani?”
“Yıldızım burada,” diyerek karnımın altını yavaşça okşadı. “Güneşim de kollarımın arasında.”
Gülümserken çenem titredi, ağlama hissi durup köşede beni izledi ama ağlamadım; sadece gülümsedim. İnanmak istiyordum. Başarabileceğimize, bunun içinden sağ çıkabileceğimize ve karnımın içinde parlayan yıldızın ışığının sönmeyeceğine, o yıldızın en karanlık gecede bizim için doğup etrafımızı aydınlığına boğabileceğine… İnanmak istedim.
Gurur o kadar uzun süre sustu ki, ne düşündüğünü merak ettim. Pişman mıydı? Verdiği karardan dolayı pişmanlık duyuyor muydu? Benim gibi o da korkuyor muydu? Belki benden bile çok korkuyordu. Kalbim göğsümün altında haykırır gibi çarpıyordu. Dilimin ucunda bekleyen soruların hiçbirini ona soramadım. Çünkü biliyordum, ben iyi değildim ama Gurur benden de kötü haldeydi. Gurur, hiç iyi değildi.
Tam uyuduğuna inanacağım sırada, “Zeliha,” diye fısıldayınca nefesimi tuttum. Sert, hırıltılı ses tonuna rağmen sesi oldukça nazik duyulmuştu.”
“Hım?”
“İyi bir adam olacağım,” dediğinde durdum, kaşlarım çatıldı. “Belki dünyanın en iyi eşi ve en iyi babası olamam ama en iyisi olabilmek adına çok çabalayacağım. Düzeltmem gereken bana dair hastalıklı, kötü ne varsa, canım pahasına düzelteceğim.” Sözcükleri bir ok gibi beni bir bir vuruyordu. “Tek bir an, benden yana bir pişmanlığın olmaması için canımı dişime takmak değil, dişimi canıma saplayıp çabalayacağım. Önce bu senden öncesinde kirlettikleri ruhumu arındıracağım, bozuk olan ne kadar yanım varsa, yemin ediyorum toparlayacağım. Terapi görmem gerekiyorsa, terapi göreceğim. Öfkemi, bozuk yanlarımı, sikik travmalarımı ya da ne halt ise işte, her birini tamir etmek için ben yemin ederim sana çok uğraşacağım.”
Söylediklerini dinlerken tuttuğum nefesimi yavaşça dışarı bıraktım. Parmaklarını karnımın altından çekmedi. Sanki yıldızıma da, bana da buradayım mesajını veriyordu, gitmeyeceğim mesajını doğrudan dokunuşuyla gösteriyordu. Belki de bu dokunuş, ikimizin de onunla kalması için bir çırpınış, bir yalvarıştı. Uçurumdan düşmek üzere olan birinin tek bir dala tutunduğu gibi karnıma tutunurken en çok beni ve onu kaybetmekten korkuyor gibi hissettiriyordu.
“Söz veriyorum,” diye devam etti sessizliğim odaya yayıldığında. “Kırık dökük tüm parçalarımı yapıştırıp ben, bundan sonrasında sana layık biri olmak için elimden geleni ardıma koyarsam namerdim.”
Yutkundum, yutkundu.
“Hayatımı sen yapmış olmam beni iyi bir adam yapmaya yetmezmiş, bunu anladım. Sana, size layık olmak için elimden geleni tek bir an yapmadığım olursa, namert olayım. Seni iyileştirmem önce kendimi iyileştirmekten geçiyorsa, iyileşmezsem ben, namert olayım.”
“Gurur, sen iyi bir adamsın,” dediğimde bana daha sıkı sarıldı ama bu söylediğime herhangi bir cevap vermedi. Çok uzun süre sustuk. Onu hissetmeyi özlediğimi fark ettim. Onun kollarında güvende hissettim. Korkular bir köşeye çekildi, tek hissettiğim onun varlığı oldu, tek hissettiğim onun bana aşıladığı sonsuz güven duygusu oldu. Sanki beni onun kollarından ecelim bile gelse çekip alamazmış, beni ondan ayırıp götüremezmiş, ecel çok ısrarcı olursa şayet, ecelimin peşinde takılıp benimle ölüme bile gelirmiş gibi hissediyordum. Histen öteydi aslında, böyle olacağını biliyordum.
Böyle olacağından emindim.
Sonunda içimdeki o büyük korkunun dışarı salınmasına izin verdim ve “Gurur,” diye fısıldadım.
“Yavrum,” diye cevapladı beni anında.
“Korkuyor musun?” Önce onun korkup korkmadığını öğrenmek istedim.
“Cevabını bildiğin sorular soruyorsun, Matmazel Zeka Küpü.”
Elimde olmadan gülümsedim. Bana böyle seslenmesini daima seveceğimi fark ettim. “Ben de korkuyorum,” diye itiraf ettiğimde beni tutan kollarının kasıldığını fark etim. Bir müddet korkumu sindirmeye çalıştı. “Ama başarabileceğimize de çok inanıyorum. Sen de inanıyor musun?”
“İnanmak istiyorum.”
Kalbim ağrıdı. “Bana kızgın mısın?”
“Çok kızgınım.”
Yutkundum. “Ben de sana kızmıştım ama.”
“Onun da farkındayım.”
Gözlerimi yumup derin bir nefes aldım. “Seni bunun içine sürüklediğim için özür dilerim.”
“Asıl ben özür dilerim. Seni sürüklediğim her durum için, sana gözüm dediğim halde gözüm gibi bakamadığım için. Şu an senin içindeki korkuyu dindirmek için ortaya koymam gereken canım olsa, hiç düşünmeden koyardım. Biliyorsun, değil mi?”
“Bana kızgın olduğun halde mi?”
“Sen istersen yüreğimi söküp al eline, kahrın da başım üstüne, lütfun da. Şayet bil şunu, senin kahrın da bir lütuftur bana.” Burnunu saçlarımın arasına sokup saçlarımı kokladığında, “Yapma,” diye fısıldadım, “duş almadım ki.”
“Misksin, ambersin, su seni değil, sen suyu temizlersin,” diye fısıldadı saçlarımın içine doğru.
Söyledikleri yanaklarımın ısınmasına neden oldu. O kadar utandım ki ağzımı açıp tek kelime edemedim ve o da durmadı, saçlarımı koklamaya devam etti. Gözlerimi yumup gülümsedim, tüm korkulara ve bizi kapının dışında bekleyen kader denen canavara rağmen, ben gerçekten mutlu hissettim.
Uyku yavaşça bastırdı. Güvenli alanımda, derin ve kaygıları yerle yeksan edecek kadar huzurluydu.
“Uyu, çiçeğim,” dedi ve sonra sustu, sanki devamında bir şey diyecekti de söyleyeceği şeyi kendi bile duymaya hazır değildi.
Uyu, çiçeğim. Kabusumuz hala bitmedi.
⛓️
GURUR MERT ÇALIKLI
“Bu ikinizin ortak kararı sanıyorum,” diyen doktorun sesi çok uzaklardan geliyordu. Oturduğum koltuk sanki bir ofisin değil, bir karanlığın tam ortasındaydı ve karanlık sürekli dönerek beni tepetaklak ediyordu. Sinyal sesini duydum. Derinlerde bir yerde, içimde bir şehir yıkılıyordu ve ben her bir molozun altında Zeliha’yı arıyordum.
“Ortak karar.” İki kelimelik bir cümleydi, hayat memat meselesiydi, yıkım da orada duruyordu yeniden doğuş da orada duruyordu ve ben içimdeki yıkılan şehirdeki tüm molozları ellerimle kaldırıp Zeliha’yı aramaya devam ediyordum. Doktor başını salladı, bir süre yüzüme baktı ve karanlığın içinde sadece doktorun gözlerini gördüm. Ortak karar. Benim ölüm fermanım olabilir, elbette benim yeniden doğmak için edindiğim bir şans olabilir, elbette yanabilirim, elbette küle dönebilirim, elbette kanatlarım sırtımdan yukarı yükselebilir ve ben küllerimden yeniden var olabilirim; her şey olabilir. Sinyal sesi dalgalandı.
“Dikkat edilmesi gereken çok şey olacak. Bu süreç çok sancılı ve tehlikeli ilerleyebilir,” diyen kişi kimdi bilmiyordum ama başımı salladım. Söyledikleri kulağımdan içeri girdi, darmaduman zihnime sızdı, içeriye yağdırılmış emirler gibi yerleşti. Oturduğum yerden kalkarken zamanın yavaşladığını hissettim. Saniyeleri var eden yelkovan kötürüm gibi adım atamıyordu, sanki bir saatin üzerindeydim ve zamanı attığım adımlarla ben ilerletiyordum ya da donmuş zamanın içinde ilerliyordum.
Koridora çıktığımda ilk gördüğüm yüz, Kahraman Baba’nın yüzü oldu. Dikkatimi çeken, gömleğinin düğmelerinin kopmuş olmasıydı ve gömleği iki yana açılmış kanatlar gibi ikiye ayrılmıştı. Bana bir tokat atsaydı, ayağının altına alıp tekmeleseydi ama o mavi gözlerle öyle bakmasaydı diye düşündüm. Sinyal sesi dalgalandı.
“Gurur,” dedi bana, durdum, gözlerinin içine baktım, adımı söyleyen sesinin arkasında çınlayan sinyal sesini benden başkası duyamadı. Gözlerinin içine baktım. Bir tokat dilendim, eşek sudan gelinceye dek dövsün de istedim, bir şeyler olacaksa şimdi olsun diye düşündüm. Çok mahcuptum. Utanmıştım. Rezil haldeydim.
Başımı önüme eğdiğimde, “İstemediğin bir karar vermedin, değil mi?” diye sorduğunda, elinde bir namlu tutuyordu da o namlunun soğuk ucunu göğsüme bastırmıştı sanki. Tetiği çekse acım dinerdi belki ama çekmedi, namluyu göğsümde bekletti. Ölümü arzulamak ama ona bir türlü kavuşamamak çoğunlukla acı getiren bir şeydi. Zeliha’dan bir parçam olmasını delice istiyordum, hep istemiştim, kalbime bir cemre olup düştüğü gün onunla ilgili gelecek hayalleri kurmaya başlamıştım; her sabah yanımda uyandığını, ismimi fısıldadığını, bana gülümsediğini, karnının günden güne şişerek benim bir parçamı içinde çiçek gibi yetiştirdiğini düşünmüştüm. Ama elbette tüm bunlar, pembe bir hayal olmaktan çıkarak karanlık bir kabusun pençeleri arasına düştüğünde, artık istediğim hiçbir şeyi elde etmeye hakkım yokmuş gibi hissediyordum.
Ona, Affet baba çok istiyorum, demek istedim. Affet baba, kızını yaşatmak istiyorum, kızınla yaşamak istiyorum, kızının içinde bana ait bir hayat büyüsün istiyorum, demek istedim. Zaman bir ip gibi çözüldü ve onu gördüğüm anı hatırladım. Bileğinden söktüğü serum kablosunun geride bıraktığı kan izleri koridoru lekeliyordu. Yalın ayaktı, karman çorman saçları ruhunu yansıtıyordu ve çok korkmuş görünüyordu. O anı üzerime bir dağ gibi devrildi ve titredim.
Aslında kararımı tam da o an vermiştim.
Onu öyle korkak, öyle ürkek, öyle karman çorman ve benden yardım dilerken gördüğümde, belki de onunla ölüme yürümeliyim diye düşünmüştüm.
Hiçbir aşamada onu yalnız bırakmamalıyım, diye düşünmüştüm.
Öleceksek ölürdük, göreceksek görürdük, mutluluk varsa tadardık ve zaten acıdan kırılıp bükülen ruhum biraz daha acıyla terbiye edilse de sorun değildi. Hiçbir aşamasında onu yalnız bırakmamaya kararlıydım. Zeliha ölmeyi mi seçiyordu? O halde ölecektik. Zeliha yaşamak mı istiyordu, o halde yaşayacaktık. Zeliha çocuğumuzu mu istiyordu? Bencil orospu çocuğu konuşuyor: Ben de istiyordum.
Kaderim daima Zeliha’nın iki dudağı arasındaydı. Öl, derse ölürdüm. Öleceğiz, derse ölürdük. Başımı bir taşa dayamış, elinde tuttuğu kılıcı kafama vurmasına hazırdım ve yemin ederim, o başımı gövdemden ayırırken bile gözlerimi gözlerinden çekmezdim; çekmezdim çünkü ölürken bile gördüğüm son yüz onun yüzü olsun, ölürken bile mutlu öleyim isterdim. Başım gövdeme ağır geliyordu, keşke Zeliha böylesine zor bir kararla beni yüzleştirmek yerine kılıcını kınından çıkarıp başımı gövdemden ayırsaydı. Ve keşke ben, korkarak, titreyerek bir çocuk gibi, ürpererek ve dahi sancılar içinde kıvranarak da olsa bu çocuğu böylesine ölürcesine istemeseydim.
Ama Zeliha, yemin ederim sana, öleceksek bile, önce sana bunu yaşatanlar ölecek; sonra sıra bize gelecek.
“Allah’ın verdiği canı şayet ki Zeliha’m istiyorsa, rızası bu yöndeyse, ben al diyemem sana,” dedi Kahraman Baba. Gözlerimin titrediğini hissettim. Bir sağa bir sola, sürekli titredi ve bununla birlikte Kahraman Baba’nın da görüntüsü titredi. Gözlerimi takip ettiğini fark ettim. Nasıl görünüyordum bilmiyordum ama o mavi gözlerde endişeyi gördüm. “Lakin oğlum, unutma. Sen Zeliha’nın ve evladının acısıyla başa çıkmaya çalışmak zorunda kalırsan ve yaşamaktan vazgeçersen keza, beni de hatırla. Ben hem evladımın hem torunumun hem de senin acınla başa çıkmak zorunda kalacağım.”
Bu cümle, yersiz yurtsuz kaldığını hissettiğim o ufak çocuğun, o beş altı yaşlarındaki Gurur’un, karanlık bir odadan kafasını uzatıp ışığa kısık gözlerle bakmasına neden oldu ve o oğlan çocuğu olan Gurur da ben de biliyorduk ki, bu ışık Kahraman Özdağ’ın ta kendisiydi.
“Ben sana bir hayat emanet ettim diye kelleni kolunun altına alıp gezmene gerek yok, Gurur,” dedi Kahraman Baba. “Elbet sana bir hayat emanet ettim ama senin hayatın da benim için kıymetli, oğlum. Kimse görmüyor sanıyorsan bil, ben görüyorum seni. Kafanın içinde gıcırdayan her şeyi duyuyorum ben. Geberiyorsun oğlum sen.”
Söylediği söz beni olduğum yere mıhladı. Elini omzuma koydu ve sıktı. “Geberiyorum,” diye fısıldadım. “Ama lütfen bunu Zeliha’ya söyleme.”
Kahraman Baba gözlerime uzun uzun baktı. Sinyal sesi bir anlığına sustu ve ona ruhumu gösterdim. Gördüğünü biliyordum. “Yapacaklarından değil, yapamayacaklarından korkuyorum,” dediğinde gözlerimi yumdum. Kırmızı ışığın titrediği bir odada zincirlerle bağlı vücudumu gördüm; onu çözmem için yalvarıyordu. Sonra Kahraman Özdağ o kırmızı ışıklı odaya girdi ve zincirlerin anahtarını bana uzattı. “Yap,” dedi. “Arkanda ben varım. Ne gerekiyorsa, yap.”
Bu Zincir’e açık bir çağrıydı.
Gözlerimi açıp yeniden Kahraman Baba’ya baktığımda, artık burada olan Gurur Mert Çalıklı değildi; sahne sırası Zincir’indi.
Tam gözlerimin içine baktı ve “Yap,” diye emretti.
“Hiç şüphen olmasın,” dediğimde sesim bana yabancı geliyordu.
Kahraman Özdağ tam gözlerimin içine bakarak başını onayla salladı.
Yanından kayıp geçerken elini yavaşça omzumdan çekti. Yürümeye başladım. Zincirleri yere düşen Gurur da arkamda kanlı ayak izleri bırakarak beni takip etti. Ben ve daima gölgem olan Zincir hastaneden çıktık. Cipe doğru ilerlerken telefonumu cebimden çıkarıp ekranı kaydırdım ve Zeliha’nın fotoğrafını gördüm. Kilit ekranımda bana gülümseyen yüze bir süre baktıktan sonra sonra numarayı tuşladım ve telefonu kulağıma götürdüm.
“Son yolladığın evde tamamım,” dedim karşı tarafa. “O tarafa geçiyorum. Anahtarları al.”
Cevap vermesini beklemeden telefonu kapatıp cebime koydum ve cipin kapısını sökmek ister gibi sertçe açtım. Bu saatten sonra durdurabilirse, hodri meydandı, durdursunlardı. Durdurabilirlerse şayet.
Durdurulamayacak olan tek bir kişi varsa bu dünyada, o bendim, sadece bendim, yalnızca bendim.
Gazı kökledim, parmaklarım bir pençe oldu ve direksiyonu kavradı. Sürdüm. Bitiş çizgisini göremeyecek dahi olsam, kovaladığım her kimse bitiş çizgisinde sonunu görsün diye durmadım, sürdüm. Sinyal sesi dalgalandı, kafamın içindeki sesler birbirinin üzerine yığıldı ama Zincir susmadı, kükredi, bileğine doladığı zinciri salladı ve kan için bana yalvardı. Çünkü biz iyi bilirdik kan dökmesini. Ve artık çok kan dökülecekti. Zeliha’nın her bir damla kanı için, bin bir kişinin damarları boşalacaktı ve Zeliha’nın o kadar çok kanı akmıştı ki, ölüm bundan sonra uğursuz bir yankı olup girdiğim her ortamda gök gibi gürleyecekti.
Araba gölün uzandığı yol boyunca ilerledi. Sonunda durduğumda, gölün kenarında, gri gökyüzünün altındaydım ve rüzgar saçlarımın arasından esip geçiyor, üzerimdeki flama gibi dalgalandırıyordu.
Zeliha kafamın içinde hala ilk günkü kadar canlı olan bir anıdan kafasını uzattı ve benimle konuştu: “Her sabah bu manzarayla uyandığını düşünsene, rüya gibi olurdu. Bence Isparta’nın bir kalbi olsaydı, bu kesinlikle Eğirdir olurdu.” Zeliha’nın hafif uykulu sesi zihnimdeki dağınıklığın içinde kayboldu ve günlerce gözlerini açmadan uyuduğu o anlar tarafından pusuya düşürüldüm. Gözlerinin altında oluşan halkaları, zayıflayan yüzünü, zaten açık olan ten renginin daha da solgunlaşmasını hatırladım; her geçen gün onu kaybetmeye daha yakın hissettiğim o anlar şimdi burada, benimle, bu göl kenarındaydı ve gölün dibine çökmüş bir taş gibi boğulmaya başladığımı hissettim. Oysa buradaydım, gölün dışındaydım, suyu izliyordum, oksijen ciğerlerime yavaşça doluyordu ama yine ciğerlerimde oksijeni değil, suyu hissediyordum; patlayacak gibi hissettiğimde elim kalbime gitti ve zar zor hırıltılı bir nefes alarak öne doğru eğildim. Avuç içlerimi dizlerime bastırıp soluk soluğa gözlerimi yumdum. Zeliha’nın açık duran gözlerini, beni izleyen bakışlarını düşündüm, ciğerlerimdeki su geri çekildi ama içerisi hala bomboştu; nefes alamıyordum.
Gözlerimi açtığımda gölü gördüm, bir kez daha soluk almak için ağzımı açtım ve yüzümün kızardığını, alnımdaki damarların derimi yırtıp dışarı uzanacak gibi belirginleştiğini hissettim.
“Bir şansım daha olmak zorunda,” dediğimi hatırlıyorum. “Bir şansımız daha olmak zorunda, Zeliha. Sen ölmeyi seçsen dahi, ölelim istesen dahi, ben kendim için değil, senin için, sana yaşamayı diretmek zorundayım. Çünkü seninle ölecek bile olsam, senin yaşamadığın bir dünya, içinde ben olmasam da, geride bırakmak isteyeceğim bir yer değil. Seni yaşatmak, sizi yaşatmak, bedeli ne olacaksa olsun, benim boynumun borcu.” Sonra yürüdüm, göle doğru, içimdeki tüm huzursuzluğu boğmak istedim ve o hiç susmayan sinyal sesi, derin sularda kaybolup gitsin istedim.
Zeliha zihnimin içinde, kendi kanıyla kaplıyken, “Gurur, nefes almak istiyorum,” diye fısıldadı ve kendi nefesim boğazıma bir darağacı ipi gibi dolandı. Tişörtümün önünü çekiştirdim, boğazımı, boynumu tüm göğsümü açtım; tişört yavaşça yırtıldı. Sinyal sesi çoğaldı.
Kendimi suyun içinde buldum.
Su dizlerimi örttü, yavaşça karnıma kadar tırmandı. Dizlerimin üzerine doğru meylederek suyun içine tamamen batmaya çalıştım. Su, göğüs kafesime kadar tırmandı ama içimde yanan o ateşi söndürmedi, beni biraz olsun rahatlatmadı; gözlerimi yumup kendimi suyun içine bıraktım ve kulaklarımda suyun baskısını hissettim. Sinyal sesi sadece bir anlığına durdu.
Suyun içinde ağzımı açtığımı hatırlıyorum. Bağırdığımı. Gözlerimi açtığımı. Ben bağırırken oluşan kabarcıkları gördüğüm anı. Durmadığımı. Ciğerlerime su dolarken, suyun içinde, dizlerimin üzerinde, bağırdığımı. Kendi çığlığımı duyamadığım için daha şiddetli bağırdığımı. Daha şiddetli. Daha şiddetli. Su ciğerlerime dolarken durmadığımı, vücudumdaki tüm damarlar açığa çıkarken sadece bağırdığımı.
Bağırmak yetmedi, fayda etmedi, içime dolan su beni boğmaya yetmedi; ben zaten boğulmuştum. Ben zaten yaşayan bir ölüydüm ve su beni ne kadar boğarsa boğsun, bir ölü yeniden ölmezdi.
Suyun dibinde bekledim. Geçmesini diledim. Geçmedi. Kafamı suyun yüzeyine çıkardığımda nefes içime doldu ama bu içimi bir bıçaktan daha çok sancıttı.
Su yüzümden akıp giderken boşluğa uzun uzun baktım. Göl durgundu, dışarıdan böyle görünüyor olmalıydım. Kafamı yeniden suya soktuğumda gölün karmaşasını gördüm; içeriden bu göl gibiydim. Suyun içinde uzun süre çığlık attığımı hatırlıyorum ve suyun bana sadık kalarak çığlıklarımı sakladığını. O an ne geçmişte bir anıda babamın beni boğmaya çalışması umurumdaydı ne de başka herhangi bir şey; şu an yaşadıklarımı düşündüğümde, geçmişte hiçbir şey yaşamamışım gibi hissediyordum.
Sonunda kafamı kaldırıp, suyun ağırlaştırdığı bedenimle öylece gölü izledim. Sessizce gölden çıktım. Botlarıma doğru ilerlediğim sırada, ev işini halletmesini istediğim eleman tam karşımda dikiliyordu. Bana öyle bir bakışı vardı ki, tek kaşımı havaya kaldırıp ona dik dik baktığımda başını önüne eğmek zorunda kaldı.
Sonunda, “Yüzbaşım,” diyerek başını kaldırıp bana baktı. “Giyecek kuru bir şeyler bulayım mı?”
“Senden tek istediğim evdi, başka bir şey istedim mi?” Yüzüne bakmadan eğilip postallarımı giymeye başladım. Dikkatle beni izlediğini biliyordum. Karşılık vermedim.
“Evlerden biri… Burada,” diyen askere kafamı kaldırıp bomboş gözlerle baktım. Az ileriyi işaret ettiğinde gözlerim yavaşça işaret ettiği yöne kaydı. “Sizin beğendiklerinizden biri buydu.”
“Bu muydu?” Eve uzun uzun bakarken soruyu daha çok kendime sormuş gibiydim. “Doğru, öyleydi herhalde.”
Asker yutkundu, bir an çocuğun ismini unuttuğum için bakışlarımı ona çevirip soru işaretiyle baktım. “Senin,” dedim sonra sustum, ismini sormak doğru gelmedi ve bedenimi dikleştirdim. “Her ne boksa. Şu eve bakacağım.”
“Yüzbaşım…”
“Ne var?”
“Kanamanız var,” diyerek parmaklarını kendi alnına götürdü. Alnına uzun uzun baktım, ardından parmaklarım zaten ıslak olan yüzüme gitti ve şakağımdan akan kanı parmak uçlarımda hissettim.
“Koy götüne. İçerisi zaten kanıyor, dışarısı da kanasın,” diyerek sırtımı ona döndüm ve yürümeye başladım. Arkamdan bakakaldığını hissettim. Sahi, adı neydi?
Evin bahçenin önüne geldiğimde yorgun hissettim. Ensemi ovalayarak eve uzun uzun baktım. Biraz eski görünüyordu ama halledilmeyecek durumda değildi. Biraz boya, biraz sıva, bahçeyi de illaki adam ederdik, güvenliği de en üst düzeye alırdım; herhalde burada mutlu uyanırdı. Gerçi eminim okula gideceğim diye tutturacaktı, her gün yolda geçirmek onun için zor olur muydu? Ne desem dinlemezdi, illaki dinlemezdi, beni ne zaman dinlemişti ki? Ne zaman beni dinlemediği için ona kızabilmiştim ki? Yap diyecekti, yine yapacaktım. Bunu istiyorum diyecekti, istediği yine olacaktı. Boynum elbet kıldan inceydi; bir tek onun karşısında böyleydi.
“Yüzbaşım.”
Cevap vermeden evi izlemeye devam ettim. Ettiğim bir tek evi izlemek de değildi, çocuğa da ayıp etmiştim. İsmini hatırlamamayı geçtim, kaba da davranmıştım. Derin bir nefes aldığım sırada, “İsmim,” dedi sessizce, duraksadım, “Selçuk, Yüzbaşım.”
“Nasıl anladın lan?”
“Size isminizi sorsam, söyleyemeyecek gibi baktınız yüzbaşım.”
Gülümsedim, neden gülümsedim bilmeden gülümsedim işte.
“Anahtarım var, yüzbaşım. İçeriye bakmak ister misiniz?”
Anahtarım var. Durdum. Selçuk’a doğru döndüm. “Anahtarı ver.”
Cebinden anahtarı çıkartıp bana uzattı. Üzerinde terazi figürü olan anahtarlığı görememek duraksamama neden oldu. Anahtarı elime aldım, gözlerimi evin kapısına çevirdim.
Anahtarım vardı.
Ama Zeliha yoktu.
Kapıyı da açamazdı.
Zaten bu anahtarın ucunda, onun çok severek kullandığı o anahtarlık da yoktu.
Evden içeri onsuz girdim, evin tüm odalarını, tüm katlarını onsuz dolaştım. Vücudumdan damlayan sular zemini ıslattı. Boydan camı ormana bakan bir odaya girdiğimde durdum, bakışlarım boş odada dolaştı. Cam kenarına rahat edebileceği bir koltuk, şu köşeye bir kitaplık, şuraya da bir çalışma masası… Hem dinlenirdi hem de çalışamıyor diye kendi kendini yiyemez bitiremezdi. Gözlerim odanın içindeki bir diğer kapıya kaydığında Selçuk arkamda dikiliyordu.
“Burada lavabo falan mı var?” diye sorarak kapıyı açmamla, boş, küçük bir odaya girmem bir oldu. Durdum ve düşünceler derinleşti. “Selçuk,” diye seslendim içeride kalan Selçuk’a. Bu kapıyı bir kitaplığa çevireceksin.”
“Nasıl isterseniz, Yüzbaşım.”
“Şifresini bir benim bileceğim mekanizmayla. Tesistekiler gibi,” diye eklediğimde bir süre sustu, yüzünü göremediğim için ne düşündüğünü anlayamadım ama sonunda, “Nasıl isterseniz, Yüzbaşım,” diye cevap verdi.
Odada kırmızı bir ışık yandı söndü, zaman yavaşça ilerledi ve odanın ortasında dikilen kişi Gurur değil, Zincir’di. Kırmızı odanın duvarına asılmış isimlere, fotoğraflara bakıyor, bir elinde zincirini, diğer elinde isimlerin üzerine çarpı koyduğu kırmızı kalemi tutuyordu. Zamanda geriye düştüm, olduğum anın içine çekildim ve yavaşça boş, dar odadan çıktım.
“Bu evi istiyorum. Her şeyi ayarla. Para meselesini hemen çözeceğim.”
Selçuk tam bir şey diyecekti ki gözlerim gözlerini buldu.
“Ve bu kitaplık mevzusundan da oda mevzusundan da kimseye bahsetmeyeceksin. Bir sen, bir ben, bir de Allah.”
“Emredersiniz, Yüzbaşım.”
⛓️
“Şu Zeliha,” diyen adamın biri yeşil, diğeri mavi gözlerinde katliam vardı. Dolma kaleminin ucunu Zeliha’nın fotoğrafında dolaştırırken özel bir jetin içindeydi. “Ne kadar güzel bir kadın, değil mi?” Karşısında oturan siyah takım elbiseli adama baktı. “Eğer yaşıtım olsaydı, kesinlikle onu isterdim. Böylesine gözü kara, güzel…” Gülerken kalemi dudaklarının ucuna götürdü. “Böylesine deli ve patavatsızını uzun zamandır görmemiştim. Ne yazık ki sarışın seviyorum ve küçük kızlar ilgi alanım dışında kalıyor.”
Takım elbisenin içindeki adam gözlüklerini burnunun ucuna indirdi ve “Efendim, bence şimdilik bu kızı sineye çekin. Onun yüzünden başımıza gelenlere bakın. Bu jeti bulabilmek çok uzun zamanımıza mal oldu. Üstelik Hakan Basri Şenkaya tüm hava muhalefetini ele geçirmiş durumda. Elleri böylesine ensemizdeyken, başka şeylere odaklanmamız şart. Küçük bir kız çocuğuna değil.”
Kararlarına ve düşüncelerine ket vurulmaya kalkışıldığında gösterdiği şeytani gülümseme yeniden dudaklarında zehir gibi bir kıvam kazandı.
“Ne o? Hakan’ın jeti vurmasından mı korkuyorsun?” diye sordu.
Adam huzursuzca kıpırdandı çünkü bu ihtimaller arasında oldukça parlak duran ve en güçlü olandı.
“Biri bana bir şeyi yapmamam gerektiğini söyleyince, daha fazla yapasım geliyor,” diye mırıldanıp dolma kalemi yeniden Zeliha’nın yüzünün olduğu fotoğraf karesine indirdi. Kızın çenesinde dolaştırdı. “Gözlerini görmeliydin. Böylesine deli cesareti… Bunu sadece bir kadın askerde görebilirsin. Güven bana.”
“Aşk aptallıktır ve o kızın yaptığı aptallıktı efendim, cesaret değildi.”
“Cesur insanları gözünden tanırım,” dedi sertçe. “Bu kız… Çok cesurdu. Korkarken bile ayaklarının üzerinde böyle dik duran kadınları kolay kolay bulamazsın. Şu Emsal’in piçi, epey şanslı adammış.” Gülerek fotoğrafı kenara bıraktı. “Kızın durumuyla ilgili bir şeyler var mı? Küçük cengaverimiz ölmemiş, peki ya son durumu ne?”
Adam bir süre düşündü, bu bilginin yaratacağı karmaşadan korkuyor olsa da gerçeği saklayacak olursa canından olacağını biliyordu. “Kız gebe.”
Yeşil göz kısıldı, mavi göz ise sonuna dek açıldı; öksürdü ve “Ne?” diye sordu. “Kız bir Çalıklı piçine mi gebe? Birdiler iki oldular, ha?” Kıkırdadı. “Bebek hala yerli yerinde mi demeye çalışıyorsun?”
“Duyumlarıma göre, evet ama çok kalacağını sanmam.”
“O ne demek?”
“Kızı karnından bıçakladınız ve komadaydı,” dedi adam rahatsız bir sesle.
“Buna rağmen piç hala karnında,” dedi hayretle. “Şu Çalıklı kanını taşıyanların inadı da…”
“Gurur Mert Çalıklı’nın fitilini bir değil, iki farklı noktadan ateşlediniz. Hiç mi korkmuyorsunuz iki ateşin ortasında kalmaktan?”
“Ne dedin sen?” diye sorarken gözleri tehlikeyle parladı.
“Sevdiği kadına zarar verdiniz, bu da yetmezmiş gibi kızın gebe olduğu ortaya çıktı. Bu, iki yandan fitil ateşlemek demek değil midir?”
Bir an durdu ve adamın söylediklerini düşündü. Haklılığı kan dondurucu seviyelere ulaşabilirdi ama yine de sakinliğini korudu. Dudakları yukarı kıvrılırken, “Çalıklı’nın kolunu bacağını kopardım, hangi ateşten bahsediyorsun? O kendi ateşinin içinde öyle bir yanıyordur ki, başkasını ateşin içine istese de alamaz.”
“Hafife aldığınız adamın kim olduğunu biliyorsunuz, ben de biliyorum.”
“Susacak mısın? Çünkü döşemeler beyaz.”
“Anlamadım?” diye sordu adam kekeleyerek.
“Biraz daha konuşursan, etraf kirlenecek. İstemeyiz, değil mi?”
Adam, karşısındakinin hiç düşünmeden ima ettiği her şeyi yapabilecek biri olduğunu biliyordu. Birden meydana gelen derin sessizliğinin alt metninde gizli olan da tam olarak buydu; farkındalık.
Derin bir nefes alıp gözlerini Zeliha’nın fotoğrafına indirdi.
“Yeni bir Çalıklı piçiyle uğraşamam. Bu bebek doğmayacak.” Kalemi Zeliha’nın yüzünde dolaştırdı. “Seni bir bıçak öldürmedi belki ama eminim bebeğini kaybetmek öldürecektir, değil mi?” Gülümsedi, bir gülümseme asla bu kadar morg gibi hissettiremezdi.
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
“İyi görünüyorsun,” diyen doktora bakarken ilk kez gülümsedim. Normalde onu her gördüğümde, bir canavarla karşılaşmışım gibi irkiliyor, bir çocuk gibi yatağın altına saklanıp canavarın gitmesini beklemek istiyordum. O da elbette bunun farkındaydı ve ilk kez ona gülümsediğimi gördüğünde, biraz şaşırsa da bana aynı tebessümle karşılık verdi.
Bir çocuk gibi, “İyi olan sadece ben değilim, değil mi?” diye sorduğumda, ne söylemeye çalıştığımı anlamış gibi başını iki yana salladı. Derin bir nefes aldı ve bir müddet bana eziyet eder gibi sustuktan sonra, “Durum stabil dersem beni anlamış olursun, sana ayrıntılı şeyler söyleyerek kafanı bulandırmak istemiyorum,” dedi. “Hala tehlikede olduğunu sen de biliyorsun.”
“Tehlikede olan ben miyim, o mu?”
“Vereceğim cevabın seni tatmin edeceğini düşünmüyorum, hatta üzüleceğini de biliyorum ama daha çok o tehlikede gibi görünüyor, sen değil,” dedi, dürüstlüğü canımı yakınca suspus oldum. Gözlerini yüzümde dolaştırdı, derin bir nefes aldı ve “Hastalarımın kararlarına saygı duymak zorundayım,” dedi, “ama yine de işler psikolojik olarak da fiziksel olarak da kaldıramayacağın bir boyuta gelecek olursa, kendin için en doğru olanı seçtiğinden emin olmak istiyorum.” Daha sonra sustu, bir şeyler söylemek yerine beni izledi ve belki de benden bir cevap bekledi ama tek yaptığım sessizliğe gömülmek oldu.
“Ne zaman çıkabilirim?” diye sorduğumda neredeyse odadan çıkmak üzereydi. Durup omzunun üzerinden bana baktı. “Eğer sonuna kadar burada kalmam gerekiyorsa, dokuz ay, on ay, bir yıl, fark etmez, burada kalabilirim ama bir cevaba ihtiyacım var.”
“Aslında bunu konuşmuştuk. Unuttun mu?” Duraksadım, konuşmuş muyduk? Zihnimi taradım, bu tür bir bilgiye rastlayamadım. Hatıralarımdan silinmiş gibiydi. Kaşlarımı çattığımda derin bir nefes aldı ve bedenini tamamen bana doğru çevirdi.
“Yaşadıklarından sonra bu tür unutkanlıklarının olması, kafanın karışık olması çok doğal,” dedi, sesindeki anlayış kaşlarımı daha da çatmama neden oldu ve kaşlarımı çattığımda şakaklarımdaki ağrı çoğaldı. “Bu süreçte destek almalısın.”
Sessizliğim devam etti. Biliyordum. Bir şeyler içimde dağ boyutuna varana dek birikmişti ve şimdi içimde bir dağ ile ben bu hayatın içinde küçücük olmanın sancısını çekiyordum. İçimden dışıma taşmasın diye uğraştığım her şey, beni kendi içimde kapana sıkıştırmıştı. Artık nefes alırken bile, içime dolan nefesten korkuyordum çünkü zaten kısıtlı olan alanım tamamen daralıyor, ben kendi içimde kangren olacak gibi sıkışıyordum.
Doktor odadan çıktığında kafamı çevirip pencereden dışarıya baktım. Güneşin önündeki bulut yavaşça geri çekildi ve altın rengindeki öğlen güneşi gözümü aldı. Sırtımı yavaşça yastığa bastırıp kafamın içindeki gürültüyü susturmayı denedim. Olmadı. Biriken her şey kafamın içinde çığlık atıyordu. Arabanın on üç kez takla atarken zemine her vuruşunda çıkardığı o tok ses, sinyal sesi, rüzgarın sesi, o adamın sesi, bıçağın derimin içine girerken çıkardığı ses, kanımın yere damlarken çıkardığı ses, Gurur’u o evin içinde son kez gördüğümde onun gırtlağından yükselen o son ses… Tüm sesler. Kaç gündür buradaydım kestirmekte güçlük çekiyordum. Her şey, dışarıda akıp giden hayat, ruhum, kelimeler, hissedilen her şey anlamını yitirmiş gibiydi. Tek istediğim Gurur’u görmekti, Gurur’a sokulduğum o kısa anlarda ağrılarım son buluyor, birbirine karışan sesler susarak yerini onun kalbinin ağır vuruşlarının sesine bırakıyordu.
Bir de kafamı kurcalayan bir şey vardı ki, işte o, hissettiğim her şeyden daha ağır geliyordu.
Gurur’un gözleri eskisi gibi bakmıyor, sesi eskisi gibi duyulmuyor, kelimeleri eskisi gibi şiddetle etrafa saçılmıyordu; Gurur’un olduğu yerde bir boşluk vardı ve sanki gözlerime bakan Gurur’a çok benzeyen bir korkuluktu. Bir bahçenin ortasına bırakılmış, o bahçeyi koruması için oraya öylece saplanmış cansız bir korkuluk. Sanki Gurur içimde ölümden bir adım uzakta duran o bebek gibi, yaşamdan bir adım uzakta duruyordu.
“Kendimi iyileştiremeden seni iyileştiremem,” diye fısıldadım sessizce. “Ve şimdi kendimi nasıl iyileştireceğimi bile bilmiyorum.” Başımı önüme eğdim, suçluluk duygusu bir dalga olup büyüdü ve kıyıda uzanan bedenimi altına alarak kumların içinde gömdü. “Bize neden böyle oldu?”
Elimi karnıma koydum, serumun bağlı olduğu elimi karnımda gezdirirken gözlerimi yumdum. “Bize neden böyle oldu?” diye sordum kendi kendime, sessizce, yeniden ve yeniden…
Kapı yavaşça tıklatıldı ve usulca açıldı. Gurur’un geldiğini düşünerek heyecanla kapıya baktım ama içeri giren Eymen’di. Kardeşime gülümsedim, o da gülümsedi ama tebessümü gözlerine ulaşmadı; solgundu ve durgundu.
“Ne yapıyormuş benim sarelleli ekmeğim?”
“Sen Sarelle sevmezsin.”
“Kusura bakma canım ya, senden en fazla sarelle oluyor biliyor musun?” Beni neşelendirmek ister gibi komik bir yüz ifadesi yaptı ama gerçeği okuyan gözlerim dalgın bir şekilde yüzünde dolaşırken gülemedim. “Gözlerin koca danayı arıyorsa diye söylüyorum, tarla arsa arazi ne varsa hepsini satmaya gitmiş.”
“Anlamadım?”
“Senin çiftçi kocan diyorum, tarlalarını satmaya gitmiş.”
“Tarla mı?”
“Erzurum’da tarlanın ne işi var, değil mi ya? Orada sadece kar ve taş yok mu?” Bu söylediğine gerçekten güldüm, o kadar şiddetli güldüm ki gülerken canım bile acıdı.
“Anlamadım şimdi,” dedim gülmem kesildiğinde. “Gurur neden bir şeyler satıyor?”
“Emlak yatırımı yapacakmış, tam yaşlı adam değil mi? İnsanlara 30’undan sonra otomatik olarak emlak yatırımı güncellemesi geliyor sanırım.” Sırıtarak köşedeki tekli koltuğa oturdu. “Erzurum’a gitti bu sabah ilk uçakla.”
Duraksadım. “Ne?”
“He, demedi mi sana?”
“Hayır,” dedim tedirgin bir sesle.
“İmzalanacak belgeler varmış, onları imzalamaya gitmiş.”
“Daha açık ol, şu an seni hiç anlamıyorum.”
“O seninle bir gelecek kurmak için çabalıyor,” dedi erkek kardeşim birdenbire ciddileşerek. Durdum, Eymen’in mavi gözlerine uzun uzun bakarken buldum kendimi. Derin bir sessizliğin ardından, Eymen yeniden konuşmaya başladı. “Sizin için bir ev satın aldı. Ödeme yapabilmek için de ekstra paraya ihtiyacı vardı ve bu yüzden Erzurum’da ona ait olan birkaç şeyi sattı. Resmileştirmek için ıslak imzası gerekiyordu, bu yüzden önce Antalya’ya gitti ve oradan uçağa bindi.” Donmuş bir şekilde Eymen’e bakmaya devam ettim. “Ne? Bunu donup kal diye söylemedim. Güzel bir şeyden bahsediyorum. Senin için yaptığı, sizin için yaptığı bir şeyi anlatıyorum.”
“Bana söylemedi,” diye fısıldadım sessizce. İçimde alev gibi yükselen duygunun mahcubiyet olduğunu düşündüm ama sanki daha derin, daha farklı bir şeydi; suçluluk ile birlikte birdenbire içime cemre gibi düşmüş, içimdeki mevsimleri değiştirmişti.
“Sürprizi bozduğum için dayak yer miyim sence?”
Gülemedim, sadece boşluğa baktım ve “Kendini bir şeylere mecbur hissediyor. Onu her köşeden sıkıştırdım,” diye itiraf ettim, bu itiraf erkek kardeşime değil, daha çok kendime yaptığım bir itiraftı ve yalan değil, bana ait olan bu itiraf beni derinden, köklerimden sarsmıştı.
“Bunu nereden çıkardın şimdi?” diye sordu Eymen kaşlarını çatarak. “Yanılıyorsun. Onu bir şeye zorladığın, bir şeylere mecbur bıraktığın falan yok. Bu senin tek başına aldığın bir karar değildi, yaşananlar senin seçimin değildi.” Kardeşim dirseklerini dizlerine bastırıp, gözlerimin içine salt bir gerçekle baktı. “Zaten bir gelecek kurmak için nişanlanmadınız mı abla?”
Yutkundum.
“Zaten ikiniz için bir şeyler yapmayı planlıyordu. Sadece biraz daha acele etmek zorunda kaldı ama bunun sorumlusu ne sensin ne de o. Bak, bunu seninle konuşmak pek hoşuma gitmiyor ama çocuğu tek başına yapmadın, bu saldırıya da kendi isteğinle uğramadın. Şimdi o yatakta oturmuş sanki her şeyin suçlusu senmişsin gibi kendine acıyarak, kendine öfkelenerek işleri yokuşa sürmeyi bırak. Psikolojik olarak belki de şu an en çok buna meyillisin bilmiyorum ama yapma.”
“Bana söylemeden yapmasının nedeni zaten böyle hissedeceğimi bilmesindendi,” dedim derin bir nefes alarak.
“Evet. Yaptığı şey kötü bir şey değil, istemeyerek yaptığı bir şey hiç değil. Nasıl olduğunu, nasıl hissettirdiğini senden başkası bilemez ama bazen olaylara sadece kendi tarafından değil, Gurur abinin tarafından da bakmalısın.”
Başımı aşağı yukarı salladım.
“Bırak sana arzu ettiği geleceği, güveni ve mutluluğu versin. Belki görmüyorsun ama abimin mutlu olmaya değil, seni mutlu etmeye ihtiyacı var,” dedi Eymen.
Ona abim demesi duraksamama neden oldu, daha sonra başımı küçük bir çocuk gibi aşağı yukarı salladım.
Eymen sırıtıp yanağımdan bir makas almak için öne doğru eğildi. Yanağımı gereğinden fazla sıkınca homurdanarak, “Acıdı,” diye ciyakladım. Sırıttı.
“Abla,” dedi elini yavaşça geri çekerken. “Emin misin?”
“Neyden?”
“Bu durumu kaldırabilecek misin?” diye sordu ama ayrıntı vermedi. Kalbim sıkıştı, çünkü ne demeye çalıştığını biliyordum; söylemek isteyip söylemekte zorlandığı şeyi kelimelere dökmese de duyabiliyordum.
Sessizlik çağladı, sessizlik kan gibi aktı.
“Her şeyin benim inisiyatifimde olduğunu düşünüyorsun, değil mi?” diye sordum sonunda o sessizlik beni boğarken. “Yani bu verilmesi oldukça kolay bir kararmış da ben işleri yokuşa sürüyormuşum gibi düşünüyorsun, değil mi?”
Eymen, bir farkındalık canını yakarak da olsa içine bıçak gibi yerleşmişçesine gözlerimin içine baktı.
“Öyle değil, Eymen. Öyle değil ablam. Öyle değil işte.”
“Senin kendine hiç acıman da mı yok?”
“Belki de en çok kendime acıdığımdandır kararlarım, belki de ben o kadar bencilimdir ki bu kararda bile en çok kendimi düşünüyor, en çok kendime acıyorumdur.”
Eymen derin bir nefes aldı, düşünmek için kendine zaman tanıdı ve “Madem bencilliğinden, madem kendine acıdığından, verdiğin her kararda dağ gibi arkanda durmayı bilirim. Sen yeter ki şu inadını sadece canımızı acıtmak için değil, hayatta kalabilmek için de kullan. İki kez beni bir hastanenin koridorunda canımdan ettin, üçüncüyü ne ben kaldırabilirim ne bir başkası. Abla, ben üçüncüyü yaşamak istemiyorum. Belki diyeceksin bana ben Allah mıyım, gaybı nereden bileyim ama bil abla, bana de ki üçüncü olmayacak, ben de sana inanayım. Hiç söylemedim belki ama bu hayatta en çok sana inandım. Yalan söylediğini bilsem bile en çok sana inanacağım, o yüzden bana yalan bile olsa üçüncü olmayacak de abla.”
“Üçüncü olmayacak,” dedim inanmayarak ama inanmayı her şeyden çok isteyerek. “Üçüncü olmayacak, canımın içi.”
Eymen gülümsedi ama gülümsemesi gözlerine ulaşmadı. Zaten bir süredir bana gülümseyen hiç kimsenin gülümsemesi gözlerine ulaşmıyordu. Gözlerimi yumdum, uyumak ve biraz daha gerçekten kaçmak istedim ama bu kez gözlerimi kapattığımda kolaylıkla uykuya dalamadım. Suçluluk duygusu köşeye çekilip beni izledi. Gurur’u düşündüm, ailemi düşündüm, arkadaşlarımı düşündüm ve ilerlediğim karanlığın daha ne kadar etrafımı saracağını, karanlığın sonunda beni bekleyen bir aydınlık olup olmadığını merak ettim. İlk kez geleceği hem delice diledim hem de geleceğin gelişinden delice korktum.
Ertesi sabah, Gurur nihayet hastanedeydi. Kontrollerim yapıldı ve doktor, “İstersen bugün çıkabilirsin,” dediğinde, Gurur ile Yener kapının önünde dikilmiş beni izliyorlardı. Umut dolu bakışlarım doktorun yüzünden ayrılmadı. Doktor gülümsedi ve ekledi: “Kendini yormak yok, stres yok, bir süre dinlenmeye odaklan, biraz yürüyüş iyi gelebilir ama kendini zorlamamaya çalış. Kontrollerini aksatmayalım, olur mu?”
Nihan, elinde belgelerle doktora baktıktan sonra bir cevap daha bekliyormuş gibi öksürdü. Beklediği cevabın neyle ilgili olduğunu bildiğim için beklenti dolan gözlerimi Gurur’a çevirdim. Alacağım her cevabın sonunda Gurur’a sığınmak istiyordum çünkü beni bu alacakaranlıktan kanatlarının arasına alarak saklayabilecek tek insanın o olduğunu biliyordum.
Doktor sonunda, “Düşük riskimiz sürüyor elbette, bu yüzden ekstra dikkatli olman gerekecek, biliyorsun,” diye ekledi.
Gurur’un ela gözlerine uzun uzun baktım; buz sıcağı gözlerinden bir ifade koparmak istedim; bir duygu kırıntısı, beni tutup yattığım yerden kaldıracak, gücüm olacak bir dal parçası. Göremedim. Buz sıcağı gözlerine yansımam düşüyordu ama sanki bana bakarken bile beni değil, yaşadığım acıları görüyordu.
“Bu süreç zor bir süreç olacak Zeliha, elimizden geleni yapalım, olur mu?” diye soran doktora bakmadan başımı sallamakla yetindim.
“Elimden geleni yapacağım,” dedim başımı sallayarak.
Gurur gözlerimin içine bakmaya devam etti ve kısa bir anlığına ruhunu gördüm; bana ruhunu gösterdi. Gördüğüm şey canımı acıttı ama gülümsedim; ben canım acıdığında hep gülümserdim. En kötüsü de onun bunu bilmesiydi. Canımın acıdığını gördü. Ruhu benden yeniden saklandı.
“Gurur,” diye fısıldadığımda kaşlarını çattı ama mimikleri değişmedi; yüzü hala bomboş bir haritaydı ve sanki o haritadaki her şehirde asla sönmeyecek yangınlar başlamıştı, bazı şehirler öyle çok yanmıştı ki geriye külleri kalmıştı.
“Güzelim,” dedi, bu kez gülümsemem daha derindi.
Doktor gülümseyerek odadan çıkarken çıkış işlemleriyle ilgili bir şeyler söylemedi ama hiçbirine odaklanamadım. Buradan çıkınca nereye gideceğimi bildiğim söylenemezdi, o eve dönmek istemediğim kesin olan tek şeydi ama bunu nasıl dile getirmem gerektiğini bilmiyordum. Sanki ağzımdan çıkan her şey bencilliğin tesiriyle söylenmiş şeyler olacaktı ve ben ilk kez konuşmaktan, bir şeyler istemekten bu kadar çok çekiniyordum.
Simge, “Ben eşyalarını yavaşça toplayayım,” diyerek odaya girdiğinde gergin bir şekilde doğruldum. Gurur, duvara yaslanmış beni izlemeye devam ediyordu. Gözlerim bir anlığına alnındaki yara izine kaydı, belirgin bir çukur gibi duran ize bakarken kendimi kötü hissettim.
Yener, “Ben de yardım edeyim sana yavrum,” diyerek tekli koltuğun üzerinde yığın şeklinde duran karmaşaya doğru ilerledi. Simge ona gülümsedi ve birlikte poşetin içini doldurmaya başladılar.
“Gelsene,” diyerek yanımdaki boşluğa vurdum.
Gurur bir süre ne söylediğimi anlamamış gibi yüzüme baktı, daha sonra yavaşça bedenini duvardan iterek öne doğru geldi. Bana doğru ağır adımlarla ilerleyip vurduğum boşluğa kalçasını yasladı. “Dün neredeydin?” diye sordum merakla.
Eymen’i ele vermek istemediğim için ona yönelttiğim bu soru karşısında kaşlarını çattı. “Biraz işlerim vardı,” dedi sessizce. Tek kaşımı kaldırdım. “Öf, gelme üstüme be kadın,” diye çemkirdiğinde yüzümdeki çizgileri belirginleştirecek kadar derin bir şekilde gülümsedim.
“Ne fındıklar kırıyordun dün bakayım, doğru söyle bana.”
“Senin fındığını kıramadığım için canım çok sıkkın,” diye takıldı bana, bir an donup kaldım ve Yener ile Simge şok içinde bize doğru baktılar.
Yener, “Herif birinci doğmadan ikinciyi yapmanın planlarını kurmaya başlamış kafasında,” dedi pat diye.
“Ay patavatsız,” dedim Yener’e ve Yener parmağını kendi göğsüne bastırarak, “Ben mi patavatsız oldum şimdi Zelya, adam az önce sana fındığını kıramadığı için karalar bağladığını söyledi,” dedi abartılı bir mimikle.
“Yener, bakma sen onlara, ikisinin de üzerinde fındık kıramamanın getirdiği bir gerginlik var belli ki,” dedi Simge, Yener’e arka çıkarak.
“Ah ah, bilmez miyim, fındık kıramamanın gerginliğini gel de bana sor,” dedi Yener birden, Simge durdu, Yener sırıttı ve bir an uzun uzun bakıştılar.
“Git fındık kır o zaman bu kadar dert edindiysen,” dedi Simge.
Yener, “Senin fın-” diyecekti ki odaya amcam girdi.
Yener birden bir adım geri çekilerek, “Simge Hanım, şu kirli donu da alır mısınız?” diye sorarak koltuğun üzerindeki pijamayı işaret etti.
“Fındığım, ne kadar saygılı, hanım falan diyor kadınlara,” dedi Gurur başımın üzerini öperek.
Amcam, Yener’e tuhaf tuhaf baktıktan sonra bana doğru döndü. “Güzelim,” dedi gülümseyerek. “Çıkıyormuşuz amcam.”
“Sonunda,” dedim ve gülümsedim, yanağımı Gurur’un omzuna yasladım. “İçim şişti burada.”
“Gurur da şişmiş bayağı, Zelihacığım,” diye fısıldadı Yener.
“Aa Simge’ye hanım diyorsun da bana neden hanım demiyorsun, alındım doğrusu Yenerciğim,” diye cevap verdiğimde, Yener kuyruğunu bacaklarının arasına saklayan bir kedi gibi amcama baktı.
Amcamın bakışları doğrudan Yener’e kaydı, Yener’i baştan aşağıya süzdükten hemen sonra tek kaşını kaldırdı. “Sen çok ayak altında dolaşıyorsun,” dediğinde, Yener’in beti benzi attı. “Kafamı nereye çevirsem seni görmeye başladım.”
“Şey, gideyim o zaman ben,” diyen Yener’in ses tonunu hayatımda ilk kez o kadar ince duyduğuma yemin edebilirdim.
“Evet, bence de sen biraz kaybol, yanlışlıkla ayağımın altında falan kalırsın. Öyle çok uzun bir şey de değilsin zaten,” diyen amcama şok içinde baktım. Karşısındaki adam 1.91 boyunda, dağ gibi bir adamdı aslında.
Yener, olduğu yerde biraz daha sinerek, “Şey, ben kapıdayım, ihtiyaç dahilinde hor kullanmak için beni çağırabilirsiniz efendim,” dedi ve yavaşça kapıya yöneldi. Amcam bana baktığında artık sırtı Yener’e dönüktü ve Yener rahatlıkla bana hareket çekebildi. Evet, Yener bana nah çekti.
“Aa, ne ayıp,” dediğim anda, amcam birden arkasına doğru baktı ve Yener hızla elini ensesine götürdü. “Hı, ne?” diye sordu. “Ne oldu Zelihacığım?”
“Sen hala burada mısın?” diye sordu amcam.
“Hayır, bakın, mesela tam şu an ben kayboldum,” diyen Yener hızla dışarı çıktı ve amcam o kapıdan dışarı çıktığı anda güldü.
“Salak mı ne,” diye söylendi kendi kendine.
Simge, bir anlık boşluğuna gelmiş gibi, “Şirin ama,” deyince, amcamın yüzündeki gülümseme bir anda silindi. Gurur ile aynı anda, sen şimdi naneyi yemedin mi bakışını takınarak Simge’ye baktığımızda, Simge yakalanmış gibi panikle çamaşırları poşetin içine tıkıştırmaya başladı.
“Nesi şirin? Salak gibi hareketleri var,” diye söylendi amcam birden.
“Ay bana ne zaten baba elin dağ gibi bir doksan adamından?” diye çemkirdi Simge.
“Elinde mezura oğlanın boyunu ölçtün herhalde Simge sen?”
“Ne alakası var baba, bakınca gayet anlaşılıyor çocuğun boyu?”
“Ufalsın da cebime girsin, çocuk diyor bir de kazık kadar yaşlı başı herife.”
“Yaşlı değil ki.”
“Yaşını ne biliyon sen?”
“Gurur’dan genç duruyor, ondan,” dedi Simge aceleyle.
“Haydaaa,” dedi Gurur birden. “Hedef ben miyim Simge?”
“Dur sen de bir şimdi, başka örnek verebileceğim yaşlı bir adam yoktu,” dedi Simge.
Gurur şok içinde elini göğsüne koydu ve amcamın bile gülmesine neden olacak bir ifadeyle Simge’ye baktı. “Hadi hadi toparlanın,” dedi amcam gülerken. “35 olmadan orta yaşlı sayılmazsın merak etme.”
Gurur, “Sağolun çok yardımcı oldunuz,” dediğinde Simge, “İki sene bununla avut şimdi kendini,” diyerek kahkaha attı.
“Yeter artık, küçük domuzcuğun kalbini paramparça ettiğiniz yetmedi mi?” diye sordum gülmemek için dudaklarımı kemirerek.
“Küçük domuzcuk mu?” diye sordular amcam ve Simge aynı anda. Ve simge ekledi: “Geceleri dağdan inip yemek arayan büyük yaban domuzlarına benziyor aslında.” Ve dikişlerimi acıtacak bir domuz sesi çıkardı. Yaşlı bir yaban domuzu sesi.
“Bana bir serum falan takabilirler mi? O kadar zorbalandım ki başım dönüyor şu an,” diye söylendi Gurur.
Amcam ve Simge odadan çıktıklarında yavaşça doğruldum. Gurur, köşedeki küçük çantanın fermuarını açtı ve birkaç parça kıyafet çıkardı. Onu izlerken sessizdim. Kafasını kaldırıp bana bakınca göz göze geldik. “Hım?” dedi sorar gibi.
“Dün nerede olduğunu söylemeyecek misin bana?”
Elinde tuttuğu kazağa indirdiği gözlerindeki belirsizliği görür gibi oldum. Yüksek ihtimalle ne hissedeceğimi kendi içinde ölçüp tartıyordu. Ona zaman tanıdım. “Erzurum’a gittim,” dedi sonunda.
Sebebini biliyor olmama rağmen tek kaşımı kaldırıp, “Hım?” dedim.
“Şuradan bir çıkalım, anlatırım,” dedi sadece.
Onu izlemeye devam ettim. Yavaşça bana yaklaştı. Üzerimdeki önlüğün kenarlarını kavradığında kendimi gergin hissettim. “Seni ilk kez çıplak görecekmişim gibi davranma,” dedi sakin bir sesle. “Bırak da seni giydireyim.”
Sessizce başımı salladım. Kendimi kirli ve çirkin hissediyordum ama bunu dillendiremedim çünkü bunun onu kızdıracağını biliyordum. Önlüğün kenarındaki çıt çıtları çözdü, ardından önlüğü üzerimden çıkarıp kenara koydu. Farkında olmadan ayak parmaklarımı içeri doğru bükerek gözlerimi kaçırdım. Özenli bir yuvarlak yaka kazağı başımdan geçirdi, yavaşça aşağı doğru çekti ve dikkatlice önümde eğilip eşofmanımı giydirdi. Yeniden doğrulup kalktığında başımı önüme eğmiştim. Çenemi okşadı, daha sonra kazağın içinde kalan saçlarımı dışarı çıkararak kazağın üzerine serdi. “Çoraplarını giydireyim,” dediğinde elimi omzuna koyarak onu durdurdum. “Ne oldu bebeğim?”
“Buradan çıkınca nereye gideceğiz?” diye sorarken buldum kendimi. Oysa içten içe yemin etmiştim, bu soruyu sormayacaktım, ona tüm olanları yeniden hatırlatmayacaktım ama kendimi tutamadım. Soru dudaklarımdan çıkıp gitti ve kendimi durduramadım.
Buz sıcağı gözleri yüzümde asılı kaldı. Yavaşça eğildi, bir dizini yere bastırdı ve çoraplardan birini ayağıma geçirirken göz kontağını kesti. Çorabı ayağıma geçirene kadar hiç konuşmadı ama kafasındaki kaosu, gürültüyü, tüm karmaşayı gördüm. Soruyu sorduğuma pişman oldum.
“Yeni evimize gidene kadar bir süre Simge’de kalacaksın,” dedi sonunda konuştuğunda, sesi öyle yorgun geldi ki, molozların içinden doğru kelimeleri arayıp çıkarmış gibi tozluydu cümlesi.
Gür saçlarına dokundum, parmaklarım saçlarının arasında kaydığında gözlerini yumup dokunuşumu hissetme ihtiyacını gözler önüne serdi. Kızların yanında, eski evimde de kalabilirdim ama biliyordum ki o da benim o sokağa dönmek istemediğim gibi, beni o sokağa geri götürmek istemiyordu. Yine de ne kadar süreceğini kestiremediğim bu duruma hazır hissetmediğimi fark ettim; yani onunla aynı evde olmayacak mıydım? Bu kesinlikle beni korkuttu. “Peki sen?” diye sorarken buldum kendimi.
“Her an yanında olacağım, Simge izin vermezse kapısında yatarım, sorun değil,” dedi çorabın diğer tekini ayağıma geçirirken. Konuştuğu esnada gözlerimin içine bakamıyor oluşu dikkatimden kaçmadı. “Seni tek bir an yalnız bırakmayacağım.”
“Cesur ve Eylül ile kaldığın eve de gidebiliriz,” dediğimde başını iki yana salladı.
“Çok kısa anlarda yanında olamazsam şayet, yanında güvendiğim birinin olması gerek,” dedi. “Simge seni emanet edebileceğim bir kız. Üstelik onunlayken kendini iyi hissedersin, sana arkadaşlık eder. Çolpan ve Ayça’nın da ondan aşağı kalır yanı olmadığını biliyorum ama şimdilik Simge’nin evi daha doğru bir adres gibi görünüyor. Bu geçici bir durum, Zeliha. Yemin ederim her şeyi yoluna koyacağım.”
“Seni seviyorum,” dedim birdenbire.
İrkildi. Kafasını kaldırdı ve o gözler şiddetle gözlerime yaslandı.
Dağın dağa kavuşması gibiydi.
Eğildi, dudaklarını dizime bastırdı, dizimi öperken boğuk bir şekilde mırıldandı: “Sana aşığım,” dedi. Süslemeden, doğrudan, tek seferde, gözlerimin içine bunun asla değiştirilemeyecek bir gerçek olduğunu vurgulayarak bakarken öylece söyledi.
“Hiçbir şey yoluna girmese bile ben hep seni seviyor olacağım,” dedim hiç düşünmeden.
“Her şeyi yoluna sokacağım,” diyerek dizimi bir defa daha öptü. “Uğruna ölmem gerekse bile her şeyi yoluna sokacağım ve tüm bunları yaparken hep sana aşık kalacağım. Öldüğümde bile sana aşık kalacağım.”
Kaşlarım çatıldı. “Ölmekten bahsetme bana.”
“Ölmekten bahsetmeyeyim istiyorsan, yaşama dört elle sarıl, sen bir kendin için değil, benim için de nefes alıyorsun. Bunu unutma. Sen nefes aldığın müddetçe ben varım, Zeliha.” Dizimi bir daha öptü. “Benden solumu aldın, soluğumu alma.”
Yavaşça doğruldu, doğrulurken alnımı öptü.
“Hadi,” dedi. “Gidelim.”
“Gidelim domuzcuk.”
Gökyüzünü bir süre bir pencerenin arkasından izlediğinde, gökyüzünün altında dikilmek hem mucizedir hem de yepyeni bir korkunun doğumudur. Bulutların arasında parlayan güneş bir camın ardından dokunduğu tenime bu kez doğrudan dokunduğunda, korktuğumu hissettiğimi hatırlıyorum. Temiz hava midemi bulandırdı ve Gurur elimi sıkıca tutarken bunun için ona teşekkür etmek istedim çünkü yeni doğmuş bir ceylan gibi titreyen bacaklarım, şayet Gurur elimi tutmuyor olsaydı bedenimi taşıyamazdı ve yere yığılırdım.
Babam, “Zeliha’m, istersen bir süreliğine Muğla’ya gidelim,” dediğinde cipin önündeydik. Omzumun üzerinden babama doğru baktım, güneş bulutların arasından sıyrılarak babamın mavi gözlerinin rengini daha da açık bir tona çevirdi.
Annem, “Ne güzel olur,” dediğinde başımı iki yana salladım.
“Ben burada kalacağım,” dedim hızlıca.
Annem ve babam birbirine baktılar ama yorum yapmadılar. Gurur’un elini daha sıkı kavradım, beni göndermemesini, benim kalmam için mücadele etmesini istedim ama kararı bana bırakmış gibiydi. Yine de bildiğim bir şey varsa, gidersem o da arkamdan gelecekti ve onun hayatını daha da yokuşa sürmek niyetinde asla değildim.
Muşta, “İstersen Gurur da seninle gelir,” dedi ama aldırış bile etmedim. Sadece, “Hayır,” dedim, “ben burada kalıyorum.”
“Tamam, kızı zorlamayın,” diyen amcamdı. “Madem ki burada kalmak istiyor, o halde burada kalacak. Benim güzel yeğenim nasıl istiyorsa, öyle olacak.”
Başımı sallayıp gülümsedim, sessizdim. Dışarıda olmak, alıştığım ve belki de sığınıp kendime kabuk bellediğim hastane odasından ayrılmış olmak bana kendimi savunmasız ve tehlikede hissettiriyordu. Gurur bunu hissetmiş gibi kollarını bana sararak beni daha da yakınına çekti.
“Şimdi nereye gidiyorsunuz?” diye soran kişi amcamdı.
“Benim evime gideceğiz baba,” diye söze girdi Simge.
Amcam anlayışla başını salladı. Gözlerim babam ve anneme dokundu. Annemin daha fazla yorgun düşmesini istemiyordum. Bir yanım bencilce onu yanımda istiyor olsa dahi, o tansiyon hastasıydı ve bu süreçte gerçekten yorgun düşmüştü. Kilo verdiğini, yüzündeki renk kaybını görebiliyordum; annemin dinlenmeye her şeyden çok ihtiyaç duyduğunu biliyordum. Cipe bindiğimde ve emniyet kemerini yavaşça bağladığımda artık emniyet kemerinden değil, hayatın kendisinden korktuğumu hissediyordum. Artık travmam emniyet kemeri ya da cip değildi, artık travmam hayatın ta kendisiydi. Bunu kimseye söylemeye cesaretim yoktu ve içimde kendimle o kadar uzun süre yalnız kalmıştım ki artık kendime sırlarımı vermekten çekinmiyordum; içimde en çok kendimle konuşuyordum.
Cip hareket ettiğinde omzumun üzerinden Gurur’a baktım. Güneşin çizgileri camdan uzanarak yüzüne vuruyor, ela gözlerinin içindeki yeşil hareleri güçlü bir şekilde parlatarak güzü yaşayan bir ormanı gözler önüne seriyordu. Uzun bir araba konvoyu halinde hastaneden ayrıldık.
Gurur’un bakışları beni bulduğunda emniyet kemeriyle oynuyordum. Gözlerimin içine, daha sonra emniyet kemeriyle oynayan parmaklarıma baktı. Ardından gözlerini yola çevirirken, “Annenler kalacak mı?” diye sordu, bir yanı bunu istiyor gibiydi ama kararı bana bırakacağını biliyordum. “Benim evimde kalabilirler. Simge varlığımın sorun yaratmayacağını söyledi, yani ben de Simge’de kalacağım. Seninle. Ona teşekkür etmeliyim, eğer beni kabul etmeseydi kapının önünde yatıp kalkacaktım ve bundan biraz olsun erinmeyecektim.”
Gurur’un profilini izlerken, “Annem çok yorgun düştü,” diye fısıldadım. “Biraz dinlenmeye ihtiyacı var.”
“Seni bırakıp gideceğini sanmam, ne kadar yorgun düşmüş olursa olsun seninle kalmak isteyecektir. Asıl giderse aklı sende ve burada kalacak.”
Bir süre sessiz kaldım, ardından derin bir nefes aldım ve “Erzurum’a gittiğini bana neden söylemedin?” diye sordum, çünkü biliyordum ki ben bu konuyu açmasaydım Gurur asla ağzını açıp bir şeyler söylemeyecekti. Soruyu sorduğum an çenesinin kitlendiğini gördüm, yutkundu ve “Kardeşin mi yumurtladı?” diye sordu.
“Yani en azından senden öğrenebilirdim,” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştım.
“Yeterince şeyle uğraşıyorsun, daha fazla detaya inip çok fazla şey düşünmek zorunda kalmanı istemedim, hepsi bu,” dedi sakince.
“Anladım.” Önüme döndüm, yolu izlerken sorular dilimin ucuna tozlu ayak izlerini bırakmaya devam etti ama konuşacak halim yoktu.
Gurur, “Neden gittiğimi de yumurtladı mı cin göz kardeşin?” diye sordu sakince.
“Söyledi,” dedim sadece. “Sen söylemedin.”
“Darıldın mı bu yüzden bana sen?”
“Darılmadım,” dedim gözlerimi yoldan ayırmadan. Bu küskünlük ya da kırgınlık değildi; bu içimde bir kara delik gibi büyüyen suçluluk duygusuydu.
“Sesin darılmış gibi geliyor ama.”
“Nasıl geliyormuş sesim?” Göz ucuyla ona baktım. “Dargınlık değil bu.”
“Ne o zaman?”
“Hayatını daha ne kadar allak bullak etmen gerekecek?” Bu soru dudaklarımdan kayıp gittiği an, bunu sorduğuma pişman hissettim. Gurur’un bakışları bir rüzgar gibi esti, gözlerime çarptı ve ruhumu titretti. “Bana o gözlerle bakma, kötü niyetle sormadım bunu ben,” diye fısıldadım. “Sadece… Sırf benim yüzümden borç altına gireceksin, buna eminim ve bu beni huzursuz ediyor.”
“Borç falan yok. Varsa da sikimde değil,” dedi, duraksayıp gözlerinin içine bakmakla yetindim ama herhangi bir tepki veremedim. “Senden başka hiçbir şey benim zerre sikimde değil. Hayatım allak bullak mı olacak? Benim hayatım seni o halde bulduğumda allak bullak oldu zaten. Hiçbir şey bana daha kötü hissettiremez, hiçbir şey beni daha büyük bir sıkıntının içine çekemez. Hele bizim için, ikimiz için, özellikle de senin için yaptığım bir şey? Asla.”
“Sadece yeni bir ev tutabilirdik,” dememle kaşlarını sertçe çatması bir oldu. “Bunca masrafa ne gerek vardı?”
“Sen zaten karım olmayacak mısın benim? Biz zaten bir gelecek kurmayacak mıyız seninle? Kurmaya başlamamış mıydık zaten? Biraz daha hızlı davrandım hepsi bu. Bunlar benim zaten yapacağım şeylerdi, zaten yapmam gereken şeylerdi.”
Bir müddet camdan dışarıyı izledim. Elini bacağıma koydu, dizimi yavaşça ovdu ve “Ben sana sıkıntı dert vermeye çalışmıyorum, ben seni mutlu etmeye çalışıyorum. Daha az düşünmeni, daha çok mutlu olmanı sağlayan adam olmak istiyorum.”
Göz ucuyla ona baktım. “Kendini sıkıntıya sokarak beni mutlu edemezsin, koca dana,” diye homurdandım.
“Kendimi sıkıntıya sokmadım ki, bizi içinde hayal ettiğim bir yuva kurmak beni sıkıntıya sokmaz, beni sadece mutlu eder,” diye cevapladı gözlerini yüzümde dolaştırırken.
“O ağzın da çok iyi laf yapıyor, sinirimi bozma benim. Bak önüne,” diyerek ön camı işaret ettim.
“Bakayım, nereye istersen oraya bakarım bilmiyor musun?” Sırıttı ama gülümsemesi gözlerine ulaşmadı. Huzursuzluğum içimde çürümemden keyif alan bir kurt gibi kıpırdandı.
Gurur’daki farklılığın bir uçuruma dönüşmesinden ve onu kendi içine düşüp yok etmeye mahkum etmesinden korktum. Çünkü biliyordum, görebiliyordum, hissedebiliyordum, anlayabiliyordum; o hala sevdiğim adamdı ama artık onda bir şeyler tekrar düzeltilemeyecek kadar farklıydı.
Simge’nin evine geldiğimizde, annem ve babam bir süre daha benimle kaldılar ama artık annemin de dinlenmesi gerekiyordu ve sakince konuşarak annemi yolladım. Ayça ve Çolpan, annemin onlarla kalmasını istedi ve Maria’da bu fikri destekledi. Babamın duraksayan işleri yoluna sokmak için Muğla’ya gitmesi gerekiyordu, sanırım bir iki gün sonra yine çıkıp gelecekti ama annem gitmeyi tamamen reddetmişti. Amcam ve yengem de babam ile Muğla’ya dönecekti ama artık bir ayaklarının burada olacağını biliyordum. Yengemle hiç konuşmadım, aslında ona kırgın değildim, aksine o an verdiğim tepkinin tamamen duygusal olduğunu biliyordum ve yengemin pişmanlığını da sık sık benden kaçırdığı gözlerinde görmüştüm ama yine de aramızda herhangi bir diyalog geçmemişti.
Simge’nin benim için salonda hazırladığı yatak büyüktü çünkü koltuğu açarak tamamen yatağa dönüştürmüştü. Akşama kadar salondaki yatağın üzerinde oturdum, Simge sürekli benim için atıştırmalıklar getirdi, bazen oturup benimle sevdiğim animeyi izledi, bazen tuhaf bir şekilde köşede durdu ve beni izledi. Yanımda Gurur olsun istemiştim ama Gurur, halledeceği bir şeyler olduğunu söyleyip gitmişti. Bencil yanımı susturmayı istesem de aslında Gurur’u yanımda çok istemiştim.
Simge, patlamış mısır dolu büyük kovayı önüme koyduğunda kafamı kaldırıp ona baktım. Bir animenin ikinci sezonunun üçüncü bölümünü başlatmak üzereydim. “Duş almana yardım etmemi ister misin?” diye sordu yavaşça. Kendimi kirli hissettiğimin farkındaydı, öyle ki yorganı üzerime çekerken bile tedirgin görünüyor olmalıydım.
“Aslında kendim halledebilirim.” Patlamış mısır kovasının içine baktım.
“Doktor perhiz uygulamanı söylemedi ama… Eğer istersen daha sağlıklı bir şeyler hazırlayabilirim. Sana meyve soyayım mı?”
“Simge, annem gibi davranıyorsun,” dedim gülerek.
Somurttu. “Yengem sana benden on kat daha iyi bakar. Şu an deneyimli bir anne rolü oynamaya çalışıyorum sadece.”
“Seni seviyorum,” dedim birden, pat diye.
Duraksadı, yeşil gözleri yüzümde asılı kaldı. Sonra, beklenmedik bir anda bana doğru kaydı ve kirli olmamı umursamadan kollarını bedenime sararak beni kendine çekti. Onun kollarında nasıl bu kadar küçük kaldım bilmiyorum ama evet, onun kollarında bir çocuk gibi kaldım. Başımın üzerini öpüp, “Asıl ben seni seviyorum, dangalak,” dedi. “Seni o kadar çok seviyorum ki, bir daha o güzel başını derde sokacak olursan senin küçük kafanı ceviz gibi ezeceğim.” Çenesini başımın üzerine yasladı. “Mahvoldum,” dedi. “Senin kalbin durdu ve sanki dünyadaki tüm sesler, senin kalbinle birlikte sustu.”
“Bana aşık gibi konuşma, sansür yeriz.”
Kıkırdadı. “Salak. En kötü halinle bile sen… Sen hep başkalarını güldürme peşindesin.”
“Siz gülümseyince kalbim gülümsüyor benim, ondan,” dedim yüzümü Simge’nin omzuna bastırarak. “Siz iyi olmazsanız, ben nasıl iyi olayım ki?”
“Küçük kafanı kopartırım bak, hazır zaten kollarımdasın, boyun kilidini yersin. Sus. Duygusal ibne yapma beni saniyesinde ya.”
“Senin konuşmaların da Yener’inkine benzemeye başladı he,” dediğimde homurdandı.
“Ay şimdi ne ilgisi var onunla?”
“Hadi hadi, yeme beni.”
“Yesem seni mi yerim? Yener’i yerim.”
Omzuna doğru kahkaha attığımda, “Ha şöyle ya, gül,” dedi.
“Bak şimdi bile onun gibi konuşuyorsun.”
“Taklit ediyor beni hep, telif davası açacağım ona.”
“Şeymiş ama değil mi sen Yener’in gölge yazarıymışsın, onun repliklerini o değil sen yazıyormuşsun,” dediğimde anlamadı ama beni kırmamak için güldü.
“Bazen çok sarkastik bir insana dönüşüyorsun, şaka mı yapıyorsun dalga mı geçiyorsun inan hiç anlamıyorum.”
“Var böyle ufaktan kırık huylarım,” diye alay ettim.
Bana daha sıkı sarıldığında bu benim için beklenmedikti. “Senin korkuların benim de korkularım,” dedi sessizce. “Saklanma, olur mu? Saklamaya çalışma. İnsan korktuğunda, bazen birinin de orada durup onunla birlikte korkmasını ister. Birlikte korkabiliriz.”
“Korkuyorum,” diye kabullendim sessizce.
“Biliyorum, ben de korkuyorum,” diye itiraf etti. “Senin alacağın ruhsal yaralardan da korkuyorum, senin başına gelebilecek herhangi kötü bir şeyden de korkuyorum. İlk kez bu kadar çok korkuyorum ama… Gurur var. Gördüm, elleriyle hayata döndürdü seni, yeniden elleriyle çiçek açtıracak sana.”
“Ben ona nasıl çiçek açtıracağım, Simge? Gurur kurak bir toprağa bile değil, bir batona dönüşmüş gibi.”
“Beton bile ortadan ikiye yarılır, içinde dışarı çıkmayı bekleyen bir çiçek varsa şayet.” Sırtımı okşadı. “O çiçek sensin.”
Ona daha sıkı sarıldım ve yutkundum. “Benim yüzümden bin türlü şey yaşadı. Onu gördün mü? Ben onu daha önce hiç böyle görmedim. Yüzündeki o ifadeyi, gözlerindeki o bakışı gördün mü?”
Simge’nin yutkunduğunu duydum ama sanki bana verebileceği bir cevabı yoktu. Sustu. Ben durmadım, alnımı Simge’nin omzuna bastırıp biraz daha konuştum.
“Kulağa aptalca geliyor ama ben doğurmayı çok istiyorum, Simge. Korktuğum ne varsa, arzuladıklarıma dönüştü. Dünyaya bir çocuk getirme düşüncesi bile beni tir tir titretiyorken, şu an bu kaosun ortasında beni ayaklarımın üzerinde dimdik tutabilecek tek ihtimal onu doğurmak. Bu kez kaçıp saklanmak değil, burada kalmak ve savaşmak istiyorum. Belki her şeyi riske atıyorum ama kaçarak hayat yaşanmaz. Bir ömür içimde yara olarak kalacak bir pişmanlıkla, bir keşkeyle yaşamaktansa ben… Kaçmamayı, önünde durmayı düşünüyorum bana zarar verebilecek her şeyin. Çünkü bunun sonunda… Bilmiyorum… Sanki her şey güzel olacakmış gibi hissediyorum. Kendimi kandırıyorum belki ben. Bilmiyorum. Bu kendimi kandırmaksa dahi, ben bunu düşünmeyi, bu şekilde kendimi kandırmayı bile seviyorum. Sadece istiyorum, Simge. Gurur’la bir aile olmayı, Gurur’un gözlerinin çok değil birkaç hafta önceki gibi baktığını görmeyi istiyorum. Evet her şey düzelsin istiyorum, her şey bir kabus olsun ve artık güzel bir sabaha uyanayım istiyorum ama ben bu çocuğu doğurmak da istiyorum, ben çok karanlık bir tünele giriyorsam dahi o tünelde Gurur’un yönünü kaybetmesini engelleyen o ışık olarak kalmak istiyorum. Gurur’u eskisi gibi görebilmek istiyorum.”
“Çok şey yaşadı,” diyerek saçlarımı okşadı. “Çok şey yaşadı, Zeliha. Ha deyince kim düzelir, kim eskisi gibi görünür, kim tüm bu olanlara olmamış gibi yapar?” Sırtımı okşadı bu defa. “İkiniz de çok hasar aldınız ama yavaşça iyileşeceksiniz.”
Gözlerimi daha sıkı yumdum. “Öyle bir bakışı var ki, görmüyorum, anlamıyorum sanıyor, bir maske takıyor yüzüne ama görüyorum, içindeki sesleri de duyuyorum. İyi değil, biliyorum. O iyi olmadıkça, ben nasıl iyi olacağım hiç bilmiyorum.”
Gözlerimi araladığımda, salonunun girişinde duran lambaderin önünde Gurur’u görmeyi beklemiyordum. Çenem Simge’nin omzunda donup kaldım. Duymuş muydu? Yüzünün yarısına çarpan turuncu ışıktan gözlerinin sadece bir eşinin rengini görebiliyordum. Bakışı derindi, ruhumu görüyor gibi bakıyordu; sadece bana bakıyordu ama benim bile göremediğim her şeyi görüyordu. Aniden geri çekildiğimde Simge afalladı, arkasına dönüp bakınca Gurur’u gördü ve o da dondu.
“Merhaba hanımlar,” dedi Gurur dudağının kenarını büken yarım yamalak bir gülümsemeyle. Elindeki poşeti kaldırdı. “Akşam yemeği yediniz mi? Çünkü sizin için bir şeyler yaptırdım. Eğer siz yemezseniz tüm ekmekleri ben mideye indiririm.” Simge’ye baktı. “Sabaha kadar tuvaletini işgal eden bir ayı olsun istemiyorsan tabii.”
Simge, “Iyy,” diyerek güldü ama benim kadar gergin görünüyordu. “Ne aldın bakalım?”
Gözlerimi Gurur’un yüzünde dolaştırırken ellerim kucağımda duruyordu.
Gurur gözlerini benden ayırmadan poşeti Simge’ye uzattı. “Köfte yaptırdım, Zeliha’nın paketinin üzerinde işaret var. Onun sevdiği biraz daha farklı oluyor her defasında,” dedi.
Simge, “Ben içecek bir şeyler koyayım, romantik ayı,” diyerek Gurur’un elindeki poşeti aldı. Simge poşetin içine baktı. “İyi de burada altı tane ekmek var.”
“Biri senin, biri Zeliha’nın.”
“Kalan dört taneyi de kendine mi aldın Şahika Koçarslanlı?” diye sordu Simge şok içinde.
Aniden kapı zili çaldı.
“Yok, bak bir buçuk tanenin sahibi de geldi. Kalan iki buçuk da benim,” dedi Gurur parmağını havaya kaldırıp kapıyı işaret ederek.
“Ha?” diye sordu Simge.
“Yener yarım insan ettiği için ona iki tane ekmek veremem, bir buçuk yeter ona.”
“Kapıdaki Yener mi?”
“Yok Yener’e telepati yoluyla yedireceğim köfteyi. Bunun da ara sıra kafası uçuyor, ben bu alıklığı bir yerden tanıyorum,” dedi Gurur, Simge’ye düz düz bakarak.
“Ha?”
“Kız git açsana kapıyı, çocuk dışarıda anksiyete krizi geçiriyor hala kapıyı açmadığın için.”
Simge telaşlanarak koridora çıkınca Gurur, “Ay resmen aşık bu,” dedi abartıyla. Ona bakakaldım. Sırıtarak bana baktı. “Minik leydime de bakın, yatak kombiniyle baş döndürücü görünüyorsun.”
Kendini zorluyordu. Gülümsedim.
“Kaç haftadır yatak kombiniyleyim zaten Gurur, kıçım kot pantolonu unuttu benim.”
“Kıçın ağzımı da unuttuysa şayet, hatırlatmak isterim.”
“Köpek,” dedim gözlerimi iri iri açarak.
Havladı.
Gülümsedim. Evet, duymuştu. Konuştuğum her şeyi duymuştu.
Bana doğru ilerledi, koltuğun ucuna oturdu ve “Gel şöyle,” diyerek beni kollarımın altından kavrayıp kendine doğru çekti. “Gel, buna ihtiyacım var.” Yüzümü göğsüne bastırdı. “Oh, şimdi oldu.” Çenesini saçlarıma sürttü. “Şimdi çok güzel oldu.”
“Salak,” diye fısıldadım.
“Özlemimden kendini yorgan rulo yapmışsın, bin bölüm Arka Sokaklar izlemişsin,” diye dalga geçti. “Şimdi o patlamış mısırın yağına bulanmış ellerini sok şu fırça gibi saçlarıma ya.”
Limitini zorlamaya devam ediyordu. Kendini çok zorluyordu.
“Doğru, fırsatım varken sokayım, yakında dökülmeye başlarlar.”
“O ne demek ulan şimdi?”
“Yaşını başını alıyorsun, ileride kafanda saç mı kalacak sanıyorsun? O ileriden kastım, çok da ileri değil bu arada.”
“Yine roket atara bağladı, olduğum yere güm güm atıyor gülleleri.”
Parmaklarımı saçlarının arasına daldırdığımda yavaşça inledi ama bu inilti keyif doluydu, özlem doluydu. “Okşa şimdi başı boş sokak köpeğinin kafasını,” diye fısıldadı. “Öldük kızım özlemden.”
“Kaç kişisiniz de öldük diyorsun.”
“Ben ve içimdeki sokak köpeği işte.”
“Sen ve kendini genç olduğuna inandırmaya çalışan hayali genç senden bahsediyoruz sandım.”
“Aşılarım yok bayan, ısırırsam kıçınızdan on iki iğne garantisi veriyorum. Zorlamayın şansınızı.”
“Ben uyurken bolca Adnan ile vakit geçirilmiş.”
“Hiç ilgisi yok, salon beyefendisi olduğumu unutmuşsun hatırlattım. Ben hep kibar bir adamdım.” Parmaklarını sırtımda dolaştırdı.
“Bu salaklar nerede kaldı?”
“Kapıda birbirlerini yiyorlardır,” dedi ve ekledi: “Yani kavga olarak mı yoksa eylem olarak mı yemek orasını bilmiyor ve de bilmek istemiyorum.”
Gülümsedim. “Ne o bu arka arkaya şakalar komiklikler?”
“Çok biriktirdim içimde, patlayacaktım. Biraz daha yapabilir miyim ya?” diye sordu bana sıkıca sarılırken.
Oysa ben, bu şirin hallerine rağmen, şu an bakışlarını benden gizlemek için bana sarıldığını biliyordum.
Çünkü gözleri çok şey susuyor, çok şeyi susarak haykırıyordu.
Ve bu canımı çok acıtsa da onu duyabildiğime seviniyordum. Duyamasaydım, o karanlıkta tek başına tamamen kaybolmasına izin vermek zorunda kalırdım ve bunu istemiyordum.
“Ay canım bir şeyi mi bölüyoruz?” diye soran sesin sahibini tanıyordum. Kaşlarımı çatarak ona baktığımda, sırıtan yüzüyle karşılaştım. Üzerinde deri ceketi ve beyaz tişörtü vardı. “Kız bu nasıl yaz ayı, götüm dondu benim,” dedi Yener.
Gurur yavaşça geri çekilip, Yener’e doğru döndü. Yüzünde anlık buz gibi bir ifade görür gibi oldum ama ifadesini kolayca toparlayıp gülümsedi. “Vücudun benimki kadar büyük olmadığından üşümüşsündür. Bak bana, üşüyor muyum hiç?”
“Aşkın ateşi yakıyor bence seni. Dışarıda bir ayaz var, yüz felci geçirmeden geldiğime şükrettim,” dedi Yener. Bana baktı. “Traktör motoru horultulum, kırkı çıktı mı?”
“Neyin?” diye sordum.
“Duş almayışının. Kırkı çıktı da elli ikisini falan mı yapıyoruz? Kafadaki yağa bak.”
“Resmen hor görüldüm,” diye homurdandım.
“Sana en az iki keseci, üç fırça, iki büyük bahçe hortumu lazım gibi duruyor,” dedi Yener sırıtarak. “Şampuan iş görmez, iki kutu deterjanı üzerine döküp çitilemek lazım seni.”
“Resmen hakaretlere uğradım,” dedim bu defa.
“Ya bu her gün duş alıyor da ne oluyor, sen bunun botlarını çıkarınca ayağının ne koktuğunu biliyor musun? Ölü balık,” dedi Gurur.
“Resmen iftiraya uğradım,” diye beni taklit etti Yener.
Tam Gurur ağzını açıp bir şey diyecekti ki, Yener, “Sus artık Allah’ın cezası, neden özelimizi paylaşıyorsun ya?” diye çemkirdi sessizce. Simge’nin duymasından korkuyormuş gibi koridora doğru baktı. “Ben sana yapıyor muyum hiç öyle şeyler? Zeliha senin aynı boxerla iki göre gidip, on beş gün boyunca o donla yaşadığını, götüne sinek konduğunu biliyor mu mesela?”
“İnanamıyorum, çok iftiraya uğradım ama hiçbiri bu kadar asılsız ve itibar zedeleyici değildi,” dedi Gurur dehşet içinde.
Gurur’a yandan bir bakış attım. “Bu doğru mu?”
“İnanamıyorum, çok iftiraya uğradım ama hiçbirine inanasın tutmadı da buna mı inanasın tuttu şu an?” diye sordu bu kez bana doğru dönerek. “Ben ayağını domestosla yıkayan bir adamım bilmiyor gibi konuşuyorsun.”
Kıkırdadım, kıkırdadığımda yüzündeki o sahte ifade yerini anlık da olsa gerçek bir gülümsemeye bıraktı. Simge elinde bir tepsiyle içeri girdiğinde Yener kenara çekilip ona yolu açtı ve kızı boydan boya süzdü. Neredeyse, ‘Yuh öküz’ diyecektim ama kendimi tuttum çünkü ben elit bir bayandım.
Yemek yerken neredeyse pek konuşmadık. Gün boyu Simge’nin sürekli yedirdiği abur cuburlar yüzünden iştahım kapanmıştı ama yine de Gurur gözümün içine baktığı için ekmeğimin yarısını yemeye çalıştım. Kalan yarısını ona uzattığımda o çoktan ikinci ekmeğini bitirmişti. Bir bana, bir uzattım yarım kalan ekmeğe baktı ve “Allah’ım bu dünyada cenneti yaşıyorum, hem kıçı büyük ve güzel hem de midesi küçük gördüğünüz gibi, yemiyor bana yediriyor,” dedi. Ona dik dik baktım. “Bugün öküz gibi yediğim için veriyorum,” dedim çat diye.
“Ben de ondan şaşırdım da çaktırmamaya çalışıyordum, normalde kağıdı da yemen gerekiyordu çünkü,” dedi Gurur birden ciddi bir sesle.
“Sen bana şişko mu demek istiyorsun? Gerçi demediğin şey değil, doğru.”
“Yemin ederim böyle bir şey söylemedim.”
“Önceden söylediklerine say,” diye homurdanarak ekmeği onun eline tutuşturdum. “Merak etme, yakında pilates topu gibi karnım çıktığında dilediğince zorbalık yaparsın. Geçmişten idmanlısın zaten sen.”
“Karnı pilates topu gibi şişmeden hormonları şişti, şişen hormonlarını sapana yerleştirip taş niyetine bana fırlatıyor,” dedikten sonra benim yarısını didikleyerek yediğim ekmeğin tamamını tek lokmada ağzına soktu. İki yanağı da dışarı doğru şişti. Ekmeği çiğnerken bana dik dik bakıyordu.
“Boğulacaksın ayı.”
“Bu deli aşk onu boğdu boğdu duvara attı zaten Zeliha, bir de ekmek boğsun ne var yani?” diye sordu Yener sırıtarak.
“Ah kuzum benim, canım benim, herif iki buçuk ekmeği yedi, bir yarımı tekte ağzına fırının içine küreği aldığı gibi aldı, sen hala ilk ekmeğin yarısındasın, kıyamam sana, miden de mi küçük senin,” diye dalga geçti Simge.
Yener birden tek kaşını kaldırarak Simge’ye baktı. “Başka nerem küçük, bu imanın nedeni nedir ve kanıt bekliyorum.”
“Ay o kadarını görmedim daha,” dediğinde Gurur ile aynı anda şoka girmiş halde Simge’ye baktık. “Ben boyundan bahsediyordum fındık çocuk. Ne bakıyorsunuz be?”
“Amcama dağ gibi çocuk diyordun, ne oldu?” diye sorduğumda Yener tek kaşını kaldırıp imayla Simge’ye baktı. Simge donup kaldı.
“Kime demişim, ne demişim?”
“Ne demiş, kime demiş?” diye tekrarladı Yener, Simge’ye imalı gözlerle bakarken. “Söylesene Zeliha, aramızda yabancı mı var? Dağ gibi çocuklar var.”
“Kendini benimle kıyaslama, ben dağım, sen küçük bir tepeciksin,” dedi Gurur, Yener’e.
“Simge hiç de öyle küçük bir tepecik demedi bu adama,” dedim sırıtarak.
“Hiçbir şey demedim,” diye ciyakladı Simge.
“Dur dur,” diyen Yener eliyle Simge’yi durdurup bana döndü. “Ne dedi, anlatsana.”
“Ne o, bir merak ettin sen,” diye alay ettim.
“Ortaya bir şey attın, bilmek hakkım sonuçta.”
“Senden bahsediyor mu dedim de sanki?”
“Demedin mi?”
“Dedim mi?”
“Kafamı karıştırma da dökül hadi,” dedi Yener bana dik dik bakarak.
“Konuşsun da yorganıyla birlikte kapının önüne koyayım onu,” dedi Simge de aynı şekilde bana dik dik bakarak.
“Kendimi çok baskı altında hissediyorum şu an,” dediğimde Gurur sırıttı.
“Seni benden başka kimse baskı altında hissettiremez.”
“Cinsel bir ima sezdim, midem bulandı,” dedi Simge.
“Konuyu değiştirme bir sen de ya!” diye çıkıştı Yener, Simge’ye. “Ne dedi, desene Zeliha. Ölümü gör ki söyle.”
“Sen böyle meraklı olursan yakında ölünü göreceğim zaten, başında da amcam olacak şekerim,” dediğimde yüzündeki renk çekildi. “Amcam sana bacaksız dedi, ufacık boyu var türlü türlü huyu var, götü yere yakın, bodur horoz dedi.”
“Ne?” Yener dondu kaldı.
“Simge de hayır o bir dövüş horozu, boyu kısa olabilir ama aslında iyi kalpli birisi, dağ gibi olamasa da en azından küçük bir tepe boyutunda falan dedi,” diye devam ettiğimde Yener’in kaşları çatılmıştı. “Korkma, ben korudum seni. Tepe falan değil, abartmayın, tamam bir dağ etmez ama var onda da biraz boy post dedim, amcama seni savundum.”
“O kadar ciddi bir şekilde anlatıyor ki kalbim mi kırılmalı yoksa espri olduğunu düşünüp gülmeli miyim emin değilim,” dedi Yener afallamış bir halde.
“Her şakanın altında seni bekleyen karanlık gerçekler vardır, Yener. Kitap gibi konuştum farkındaysan,” dedim sırıtarak.
“Kıza bak, bütün iştahımı kapattı.”
“Miden de küçüktür senin, ondan. Suçu bana atma şimdi.”
Yener ekmeğini tepsinin içine bırakıp bana cins cins baktı. “Senin hormonlar bir tek Gurur’u değil beni de sapanla koşturmaya karar vermiş olabilir mi Cinayetgül,” dediğinde çok çirkin bir kahkaha attım. “Gurur da bunun gülüşünü görmek için türlü şaklabanlıklar yapıyor. Gülüşe bak, ömür kısaltır.”
“Senin ömrün kısalmış kısalacağı kadar. Çok yanlış adamın kızına şşt fıstık çıkı çıkı yaptın.”
“Ne yaptım ne yaptım?”
“Hadi hadi, bilmiyoruz sanki.”
“Ağrı kesici diye başka bir şey mi veriyorsunuz bu kıza siz?”
Yener oturduğu yerden kalktı. “Su içmeye gidiyorum.”
“Yalan ya, gidip koridorun sonundaki duvara yaslanıp ağlayacak,” dedim.
“Belki yakınlarda pembe bir battaniye de bulurum, ona sarılır ağlarım.”
“Senin derdin Simge’nin battaniyelerine dolanmak bence. Amcama bir bilgilendirme mesajı atma zamanım gelmiş benim.”
“Tüm şakalarını kullandın, yarına kalmadı,” diye homurdandı Yener. “Soğuk su var mı?” Simge’ye döndü.
“İçi yandı tabii. Tüm bunların üzerine bir bardak soğuk su iyi gider,” dediğimde sonunda dayanamayıp köşedeki kırlenti aldı ve kafama fırlattı.
Gurur aniden, “El kol şakası yapma gevşek,” diye çıkışsa da ben hala kıkır kıkır gülüyordum.
Yener homurdanarak salondan çıkınca Simge, “Ciddiye alacak ya, babam öyle şeyler söylemedi ki,” diye homurdandı.
“Bu da Yener’le takıla takıla salak oldu,” dedim gözlerimi devirerek. “Şaka yaptığımı anlayacak zekaya sahip olmadığını düşündüğünü bilseydi bu Yener’i daha çok incitirdi…” Sırıttığımda Simge de kendini tutamayıp güldü.
“Ben bir bakayım ona,” diyerek yerinden kalkan Simge, sehpadaki tepsiyi de aldı. “Devam etmeyeceksin herhalde Gurur? Patlayacaksın çünkü. Etraftan senin artıklarını toplama niyetinde değilim.”
“Zeliha’m toplar.”
“Sor bakalım senin Zeliha’n kendi götünü kaldırabiliyor mu şu an Gurur,” dediğimde Gurur bu kez sahte değil, gerçekten içten bir kıkırtı çıkardı.
Yana doğru yığıldım, bir an duraksadı ama rahatımı bulmak için yaptığım bir hareket olduğunu anlayınca rahatladı. Simge salondan çıktığında, yeniden onunla yalnızdım ama kendimi bir nebze olsun gevşemiş hissediyordum. Kötü düşünceler elbet saklandığı yerden çıkacaktı ama şimdi değildi; en azından bir süre daha onları zihnimde karanlık bir noktada bağlı tutabilirdim.
Sırf onu güldürebilmek için paketin içindeki kürdanı çıkarıp dişimin arasına sıkıştırıp ona alttan kısık gözlerle baktım.
“Yapma, ıslanırım,” diye alay etti.
“Titredi mi bacakların yavrum?” diye sordum kürdanı ağzımın içinde döndürürken.
“Şelaleyim şu an, ne diyorsun ya? İnanmazsan elini şelaleme sok, bir avuç suyla aklan paklan.”
“Resmen duş almam gerektiğini acımasızca yüzüme vurdun ve fark etmediğimi düşündün az önce.”
Kürdanı dudaklarımın arasından alıp bana doğru uzandı. Beklemediğim bir anda dudaklarını dudaklarıma bastırınca, yıldızların gökyüzünden silinip ayaklarımın altına roman gibi yazıldıklarını hissettim. Bir eli yavaşça yanağımdan yukarı, kulağımın üst kısmına kaydı ve büyük elinin beni tamamen kapladığını hissettim. Beni öpüşü sıcaktı, bakışlarındaki buzların aksine ılık bir meltem gibi içime doluyor, beni ısıtıyor, hatta usul usul beni ateşe veriyordu.
Beni o kadar uzun öptü ki, geri çekilip alnını alnıma yasladığında ve parmakları yanağımda tüy gibi kaydığında, uzun bir ömrü dudak dudağa geçirmişiz gibi afallamış hissediyordum.
“Ben seni kaybetmek denen korkuyu ne zaman kaybedeceğim?” diye sordu kısık bir sesle.
“Beni asla kaybetmeyeceğini anladığında,” diye fısıldadım ve cevabı kısa ama netti, içimde bıçak gibi dolandı:
“Yani hiç mi?”
Durup sadece gözlerinin içine baktım. “Öyle deme.”
“Bu bir sitem değildi, kötü bir söz de değildi, bunlar benim sana duyduğum aşktan ettiğim laflar.” Alnını alnıma sürttü. “Geri çekilme hemen, küstüm çiçeği gibi içine kapatma kendini.”
“Gıcık gıcık konuşma o zaman. Tüm gün özledim zaten ben seni. Oturur çocuk gibi ağlarım, susturamazsın da.”
“Susturmam, oturur seninle ağlarım, ben ağlıyorum diye susup beni susturmaya çalışırsın.”
Kaşlarımı çattım. Elimi kaldırıp yanağına yaklaştırdım, yanağına dokundum ve sakalları avuç içime battı. “Pasaklı, tıraş bile olmamış.”
“Sen böyle görmek istiyordun.”
“Bu pasaklı olduğun gerçeğini değiştirmiyor,” diye mırıldandım.
Alnını alnıma sürtmek için bana yeniden sokulunca kafamı geriye atıp ona dik dik baktım. “Kaçma,” dedi otoriter bir sesle. “Sana sokulduğumda bana sokulacaksın.”
“Yapma ya, kim diyor bunu?”
“Kocan.”
“Olmadın daha.”
“Bak parmağına,” diyerek elimi kaldırdı ve aramıza aldı, nişan yüzüğümüz ve bana aldığı kalp kesim yüzük parmağımdaydı. Gülümsedi. “Şimdi tekrar söyle.”
“Bu nişan yüzüğü yalnız.”
“Sen henüz soyadımı almadın ama içinde benim soyadımı taşıyan birini büyütüyorsun. Bu seni de Çalıklı yapar.”
“Allah Allah?”
“Hıhım,” diyerek çenemi öptü.
“Mehir olarak yalıyı istiyorum.”
“Anlamadım?”
“Sen bana çok yaklaşınca şakalarım komikliğini kaybediyor, bak yine geri zekalıya bağladım. Az öte git.”
“Gitmem.”
“Duş almam lazım.”
“Alırız.”
“Almamız lazım mı dedim ben sana?”
“Benimle düzgün konuş, bedeninde soyadımı taşıyorsun,” diye alay etti.
En azından artık onu kabul ettiğini hissediyordum, bu beni buruk da olsa çok mutlu ediyordu.
“Sınavları kaçırdım,” diye fısıldadım.
“Telafi edersin.”
Duraksayıp gözlerinin içine baktım. “Buna takılmayacak mısın?”
“Kendini yormadığın müddetçe, hayatınla ilgili vereceğin her kararda yanında olup sana destek olmaktan başka hiçbir şey yapmayacağım. Sen ne dersen o, ne istersen o.” Gözlerimin içine baktı. “Sen benim malım değil, karımsın.”
Kollarımı boynuna sardım. “Domuzcuk,” diye fısıldadım sessizce.
Kollarını belime sardı ve “Matmazel Zeka Küpü,” diye fısıldadı.
Bir an, Gurur’a sarıldığım o kısa süre zarfında, kapının köşesinden bize bakan Yener ve Simge’yi görür gibi oldum. Yener, Simge’nin omzuna elini koydu, omzunu yavaşça sıktı ve gülümseyerek onu yavaşça kapıdan uzaklaştırdı. Gözden kayboldular.
“Gurur,” diye fısıldadım ensesini usulca ovarken. “Mecbur değilsin.”
“Ne?” diye sorduğunda aslında çok uzun süre sessizlik bizimleydi, konuşması uzun sürmüştü.
“Benimleyken iyiyi oynamaya mecbur değilsin,” diye fısıldadım bu defa.
Yutkunduğunu duydum, boğazından kayıp giden yutkunuşu omzumda hissettim. Onu kendime çektim ve büyük bedenine rağmen kollarımda küçücük kaldığını fark ettim.
“Korkuyorsun ve ben de korkuyorum,” dedim yüzümü boynuna gömerken. Parmaklarım ensesinden su gibi akıp büyük, heybetli sırtında dolaştı. Onu yatıştırmak istercesine sırtını okşadım. “Ama hala buradayız ve birbirimize sahibiz. Korksak bile, bu gerçek hiç değişmedi, değişmiyor, değişmeyecek. Zeliha ile Gurur hep birbirine sahip olacak. En kötüsünde bile.”
“En kötüsünde bile mi?” diye sordu sanki bunu onaylamak istiyormuş gibi.
“En kötüsünde bile,” diye tekrarladım.
“Korkma,” diyerek beni kollarının arasında kaybetti. “Ben ikimizin yerine korkarım. Sen hiç korkma.”
“Kocamansın, beni korursun.” Sonra ekledim. “Bizi korursun.”
Kimi kastettiğimi anlamış gibi sertçe yutkundu ve “Sizi gereksin kendimden bile korurum,” dedi ve dudaklarını omzuma bastırıp beni kendine mıhladı.
“Çünkü sen kocamansın, değil mi?” diye sordum bir çocuk gibi.
Geri çekilip yüzüme baktı, yüzüne lambaderin solgun ışığı düşüyor, güzelliği bir büyü gibi beni içine çekiyordu. Buz sıcağı gözlerinin parladığını gördüm, soğuk bir çiçeği hatırlatan kokusu beni derinden vurdu.
“Kocamanım,” diye fısıldadı gözlerimin içine bakarken. Uzun uzun baktı. Daha sonra, titreyen çenesiyle. “Öf ya,” diyerek gözlerini kaçırdı ve tekrar bana baktığında, gözyaşları gözlerinin çukurundan aşağı yuvarlanıyordu. Bir dağın eteğinden düşen büyük kaya parçaları gibi düşen gözyaşları, vurduğu herkesi öldürürdü; elbette beni de öldürüyordu. Yüzünü avuçlarımın içine aldım ve gözyaşlarını gizlemeyen güzel gözlerine baktım. Dudakları bükülmüştü, çenesi titremeye devam ediyordu. Bana öyle bir bakıyordu ki, sanki karnımda onu taşıdığım gibi, avuçlarımın içinde de onun çocukluğunu taşıyordum.
Hiç beklemediği anda onu kollarıma çektim ve o büyük cüsse, kollarımın arasında ufalıp küçücük kaldı.
“İşte böyle koca adamım,” diye fısıldadım. “Maskelere ihtiyacın yok, seni olduğun gibi seviyorum. Sana olduğun gibi aşığım.” Ve bu kelimeler, bir sihirdi de onu harekete geçirmiş gibiydi; yüzünü göğsüme gömdü ve o büyük beden kollarımda mümkünmüş gibi daha da küçülürken Gurur göğsümde sessizce ağladı. Çenemi saçlarına bastırdım, boşluğa baktım ve ağlamamak için gözlerimi usulca yummaya karar verdim. Gözlerimi yumduğum an, durdurmaya çalıştığım o küçük gözyaşı damlasının kirpiklerimin arasından sızıp yanağıma devrildiği andı.
Kollarımda küçücüktü, kollarımda kocamandı; kollarımda yerküreyi yerinden oynatacak türden bir adamdı ve yine kollarımda, yerkürenin yedi kat altında kalmış bir çocuktan farksızdı.
O gece, kollarımın arasında gerçekten Gurur Mert Çalıklı vardı.
O geceden sonraki gecelerde, gözlerime kim olarak bakacaktı artık kestiremesem de, en azından o gece biliyordum ki, Gurur Mert Çalıklı burada, kollarımda, çaresiz ve savunmasızdı.
O gece, Simge’nin salonunda bizim için yatağa dönüştürdüğü kanepenin üzerinde, kollarımda dünyanın yükünü taşıyan adamı kendi yüküm belleyip uyuttum. Kollarımda uyurken alnındaki yaraya dokunduğumu hatırlıyorum ve henüz kapanmamış yara yüzünden uykusunda hafifçe titrediğini… Güzel yüzüne çizilen ışığın yansımaları onu olduğundan daha küçük gösteriyordu. Yetişkin bir adamdı fakat sanki o gece, kollarımda yeniden çocuktu ve o çocuk, babasının kapıyı açıp içeri girmesinden, ona işkence etmesinden korkuyor gibi tek limanına, yani bana sığınmıştı.
Bir elim Gurur’un yüzünde, bir elim karnımda düşündüm; düşündüm ve yalvardım.
“Lütfen,” dedim. Aslında bu bir rica değildi, bu bir yalvarıştı. “Baban ve ben, senin için her şeyi göze aldık. Sen de her şeyi göze al ve kal bizimle.”
Zar zor doğrulup kalktığımda ve Gurur’un üzerini battaniyeyle örttüğümde, duvardaki saat gecenin üçünü gösteriyordu. Bu saatleri sevmiyordum, ruhumda bir oyuk vardı ve o oyuğun sızlamasına neden oluyordu.
Ağır adımlarla salondan çıkıp, karanlık koridora baktım. Ağır adımlarla yürüdüm, banyoya yöneldim ve Simge’nin odasının kapısının açık olduğunu fark ettiğimde duraksadım. Yener gitmiş miydi? Gitmiş olsaydı illaki kapının sesini duyardım ama belki de zihnimin içine öylesine saplanmıştım ki, bunu duymamıştım. Simge’nin kapısını kapatmak için uzanıp kapı tokmağına dokunduğumda, bakışlarım istemsizce açık duran kapıdan içeri kaydı. Simge, beyaz karyolasının üzerinde derin bir uykudaydı ve Yener, karyolanın kenarında yere çökmüş, bir eli Simge’nin elinin içinde, diğer eli Simge’nin saçlarında, sessizce onu izliyordu. Beni fark etmedi. Sadece başını yatağın kenarına yasladığını ve gözlerini yumduğunu gördüm. Dizlerinin üzerinde, elleri belki de bu hayatta kıymet vermeye başladığı tek şeyin üzerinde, rahatsız gibi görünen ama onun için belki de bu hayattaki en rahat uykuya daldı. Gülümseyip kapıyı usulca kapattım ve oradan uzaklaştım.
O gece pedimde kan görmek benim için beklenmedik değildi ama yalnız başıma gördüğüm için, tuvalette sessizce ağlamak zorunda kalmıştım. Bu kanamaların çok sık olmasa da benimle uzun süre kalacağını biliyordum. Karnıma sarılıp, kendimi temizlemeden önce sadece ağladım. Gitmemesi için ona yalvardım. O da beni duymuş olacak ki, o gece beni sandığım kadar kanatmadı.
Ama ben buna rağmen, o tuvalette sessizce ve belki de saatlerce ağladım.
⛓️
GURUR MERT ÇALIKLI
Bir şimşek çaktı ve arabanın camına düşen yağmur damlalarına yetişemeyen sileceklerden gelen gıcırtıları dinledim. Önümdeki puslu yolda tek bir sokak lambası vardı, sokak uçsuz bucaksız karanlığı iki ucundan yakalayıp tam ortasına hapsettiğinde bu sokak lambasının ateş böceğinden farksız ışığı etrafı aydınlatmaya biraz olsun yetmiyordu. Çok geçmeden karanlığa sinmiş aracımın aksine, sokak lambasının altında varlığı görünür bir şekilde parlayan gri bir Mercedes durdu. Mercedes’in ön yolcu kapısı açıldı ve dışarı uzanan siyah şemsiyeyi gördüm. Takım elbiseli bir adam şemsiyenin altında yağmurdan korunarak arabadan uzaklaşmaya başlamadan önce arabanın içine doğru eğildi ve sürücü koltuğundaki kişiyle kısa bir diyaloğa girdi. Her bir detayı belleğime kaydetmek ister gibi izledim. Adamın siyah rugan ayakkabılarının koşar adım ilerlediği sırada girip çıktığı yağmur birikintisini nasıl etrafa sıçrattığından tut, şemsiyenin korumadığı omzuna düşen yağmur damlalarına kadar, her birini belleğime aldım.
Sonunda adam karanlığın içinde gizlenmiş gibi duran evin kapısına yaklaştı ve gri Mercedes sessizce sokaktan ayrıldı. Yan koltuğa uzanıp uzun zamandır bir araya gelmediğim ama uzun yıllar bedenime ait bir uzuvmuş gibi kullandığım zincirimi aldım. Bir avcı gibi avımın gözden kaybolduğu anları izlerken yavaşça eski dostumu bileğimin etrafından eklem kemiklerime doğru sarmaya başladım. Gülümsedim. Bu dostça bir gülümseme değildi. Bu, gerçek bir gülümseme değildi.
Aracımın kapısını yavaşça açıp dışarı çıktım. Yağmur taneleri saçlarımı ve omuzlarımı saniyeler içinde soğuk dokunuşlarıyla sardı. Belimde silahımın, bileğimde botumdaki bıçağımın soğukluğunu hissettim. Ruhumda kapatmadan ölmeyeceğim bir hesap defteri açıldı. Listede binlerce isim yazılıydı. Her bir adımda botlarımın altında yağmurun etrafa sıçradığını hissettim. Neredeyse yazdı ama içimde çok kıştı, o kadar kıştı ki, gökyüzü bile buna inanmıştı.
Bir hayalet gibi evin kapısının önünde belirdim. O kadar sessizdim ki, kendi nefesimin sesini bile duyamıyordum ve bu benim avantajımdı. Kapıyı hiç zorlanmadan açabildim, başka birinin giremeyeceği her deliğe girebileceğimin basit bir kanıtıydı. İçeri sızdığımda beni karanlık bir koridor karşıladı, koridorun sonunda salon vardı ve salonda yanan turuncu renk ışık belli belirsiz de olsa ışıktan kollarını koridora uzatıyordu. Adamın telefonla konuştuğunu duydum, dünyadan haberi yoktu, ecel ile aynı çatının altında olduğunun farkında bile değildi. Yere düşen adım seslerini dinledim, bir şişenin kapağını açtığını duydum ve içkinin bardağa dolarken çıkardığı sesi dinledim.
“Dosyalar bende,” dediğini duydum, telefonda kimle konuştuğunu bilmiyordum ama aradığım birçok cevabın bu adamda olduğunu biliyordum. “Evet, evet, her şey komutanın söylediği gibi olacak, aksi olamaz. Eve yeni geldim, birazdan her şeyi kasaya koyacağım.” Komutan diyerek kimden bahsettiğini biliyordum, gözlerimi kıstım ve duvar kenarında yavaşça ilerledim. Bir süre sustu, hattın öteki ucundaki adamı dinlediğini biliyordum. Derin bir nefes aldı. “Batacağımız kadar battık, artık geri dönüşü olmadığını biliyorum. Benim için önemli olan bu işten çıkarımın ne olacağı. Bu şekilde yaşamaktan sıkıldım, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde yaşıyorum resmen amına koyayım. Bu dağ başındaki evde sıcak su bile yok, kettle ile su kaynatıp duş alıyorum.” Karşı tarafı dinledi. Karşı taraf ona bir soru sormuş olacak ki açıklama yaptı: “Günde sadece bir saat sıcak su bulabiliyorum, bazen üç dört gün duş alamadığım oluyor, mecbur kettle da su kaynatıyorum anasını satayım. Yeme içme konusunu zaten biliyorsun, buranın adresini hiçbir uygulamada paylaşamam ve hiçbir şey sipariş edemem.” Onu buraya saklamalarının asıl sebebi oldukça belliydi, bu maşayı şahsi kasaları olarak kullanıyorlardı. “Herhangi bir eylem olmayacak. Emsal artık yok, yeni birilerini yetiştirmek de zaman alır. Şu anlık odak noktamız belli. Çalıklı. Sadece o.”
Kaşlarımı kaldırdım. Odak noktasıyla aynı çatı altındaydı.
Bir süre karşı tarafı dinledi ve sonra, “Şimdi kapatayım, belgeleri hallettikten sonra eğer şansım varsa biraz sıcak su bulup duş alırım. Dışarıda sanki kara kıştaymışız gibi bir yağmur yağıyor, paçalarım hep çamur oldu anasını satayım. Eyvallah, hadi görüşürüz. Haber ederim sana.” Ve kısa sessizliğin sonunda telefonu kapattı. “Siktiğimin ibneleri,” dedi kendi kendine konuşarak. “Sizden de, büyüklük taslayarak konuşmalarınızdan da bıktım usandım amına koyduğumun oğulları. Bir siz paşasınız, bir siz kralsınız. Beni tıktığınız şu deliğe bak amına koyayım, insanlığımdan çıktım.”
“Dur ya,” dediğimde birden bir sessizlik yaşandı. “Henüz seni insanlığından çıkarmadım ki.” Ve gölgelerden çıkarak salona girdiğimde, yüzünde kireç gibi bir ifadeyle bana bakakaldı. Büyüyen kahverengi gözleri önce yüzümde asılı kaldı, ardından hızla elime baktı ve bileğimden sarkan zinciri gördüğünde panikle geriye doğru sendeledi. Elinde tuttuğu içki kadehi yere düştü. Cam bardak halıya çarptığı için kırılmadı ama onun içinde mutlak surette bir şeylerin kırıldığını biliyordum. Korku oradaydı, tam karşımda bir adamın suretiyle bana bakıyordu.
Başımı omzuma doğru yatırdım ve “Merhaba,” dedim, gözlerimde her ne gördüyse, bu onun korkusunu beşe, belki de ona, yüze katladı. Dudaklarımın köşeleri yukarı doğru çekilirken içimdeki canavarın daldığı uykunun sonsuza dek sona erdiğini ve bir daha o canavarı hiçbir gücün uykuya daldıramayacağını biliyordum. “Beni görmek güzel mi?”
“Sen,” dedi, sonra sustu, eli bir anlığına beline gidecek gibi olunca başımı iki yana salladım ve dilimi şaklattım. “Yok, yerinde olsam denemezdim.”
“Ne?”
“Buraya öylece elimi kolumu sallayarak geldiğimi düşünmedin herhalde?” diye sorduğumda kafasının karıştığını görebildim. Aslında tam olarak elimi kolumu sallayarak gelmiştim ama bunu yapmayacak kadar akıllı olduğumu düşünüyor olmalıydı; yani ortaya attığım yemi kolayca yuttu. Salona düşen bir adımım, adam için yıldırım etkisi yaratmış olacak ki bir adım daha geriledi ve bacaklarının arka kısmı koltuğa çarpınca koltuğa oturmak zorunda kaldı.
Boynumu esnettim, “Rahat ol tabii ya, otur,” dedim ve köşedeki sandalyeyi önüme çekip, sandalyenin sırt kısmı önüme gelecek şekilde oturdum. Dirseğimi sandalyenin sırtına yasladığımda bileğime sarılı zincir sırt kısmına çarparak net bir ses çıkardı. Adam yutkundu. “Tüh, sıcak bir duş alacaktın ama böldüm sanırım.”
Adam sertçe yutkundu. “Neden buradasın? Burayı nasıl buldun?” diye sordu.
Ona, kendi adını bile unutturacak uzunlukta, bomboş gözlerle baktım. Gördüğü boşluk tehlikeliydi, gördüğü boşluk içine düşerse sağ çıkamayacağını bildiği bir uçurumdu.
“Soruları ben soracağım, sen değil,” dedim. Sadece gözlerimin içine baktı.
“Adın Burhan,” dediğimde kaşlarını çattı. “Soyadın Şahan. Otuz bir yaşındasın, emekli bir askerin oğlusun ve babanın şanlı kanını taşımayan bir dağ faresisin. Liseyi Ankara’da, üniversiteyi Balıkesir’de okudun, Oya adında bir kadınla nişanlandın ama kadın seni en yakın arkadaşınla aldattı, en yakın arkadaşından hamile kalmış. Akıllı kadınmış, senin gibi şerefsizin kanını taşıyan bir çocuk yerine, mutlaka senden daha haysiyetli birinin kanını taşıyan bir çocuk doğurmuş. Arkadaşın sana ihanet etmiş biri bile olsa, gözümde senden daha onurlu ve şerefli.” Gülümsemem büyüdüğünde adam dudaklarını birbirine bastırdı. “Aa, aslında benim sana soracak sorum yokmuş. Seninle ilgili her şeyi zaten biliyormuşum, değil mi? Hatta…” Dirseklerimin ikisini de sandalyenin sırtına bastırarak eğildim. Bileğimden sarkan zincir sandalyenin sırtına daha sert çarptı. “İşler ters gidecek olursa, Almanya’ya kaçacaksın, orada seni bekleyen Alman yaşlı bir kadın var değil mi? Onunla internetten tanıştın ve onunla evlenip ortalıktan kaybolmayı düşünüyor, onu elinin altında tutuyorsun.”
“Buraya kadar bana sicilimi dökmeye gelmiş olamazsın,” dedi sonunda konuşabildiğinde. Elini boynuna götürüp nefes almakta güçlük çekiyormuş gibi boynunu ovaladı ve gömleğinin ilk iki düğmesini çözdü. “Ama senin hakkında duyduğum en net şeylerden biri de, kurbanlarınla oynamayı sevdiğindi. Tam bir kedisin değil mi Çalıklı?”
“Kendine fare diyen bir kurban da ilk kez görüyorum, çok keyiflendim açıkçası.” Gözlerim bir anda ölümle karardı. Yüzümdeki ifadeler bir cesedin bedenini terk eden kan gibi geri çekildi ve geriye buz gibi bir donukluk kaldı. “Zeliha’ya bunu kim yaptı?”
Bakışlarımdan ürkmüş gibi uzun süre sustuktan sonra, “Herkes senin kellenin peşindeyken bile tek derdin o kadın mı?” diye sordu.
“Yanlış. Herkes benim kellemin peşinde değil ama ben sen de dahil herkesin kellesinin peşindeyim. Ve bil bakalım, kelle avcısı önce kimin karşısına çıktı?”
Gözlerini kaçırdı, hiçbir şey düşünemeyecek kadar paniklediğini biliyordum. “Konuşsam da öleceğim, konuşmasam da,” dedi.
Öyle bir sırıttım ki, tekrar bana baktığında ürperdi.
“Emin ol, benim tarafımdan öldürülmek istemezsin. Hiçbir şeye benzemez.”
Bu söylediğim karşısında yüzündeki son kan da çekildi ve bir hayalet gibi bana öylece baktı.
“Şimdi belindeki silahı çek, yere koy, ayağınla bana doğru it. Hadi bakalım,” dedim sakince.
“Silahı çektiğimde seni vurmamdan korkmuyorsun, öyle mi?”
“Hadi ama,” dedim son harfi uzatarak. Başımı geriye doğru atıp tavana baktım. “Sana benimle ilgili yeterli bilgi vermediler mi yani?” Tavana bakarken sırıttım. “Tanımıyorsun beni, değil mi?”
Adam, tehdidi sezmiş olacak ki hareketlendi. Belindeki silahı çıkardığını duydum ama ona bakmadım, tavana bakarken sırıtmaya devam ediyordum. Silahı yere koydu, ayağıyla itti ve silah yerde sürüklenip üzerinde oturduğum sandalyenin önüne kadar geldi. Kafamı aniden indirip adama bakarken hala sırıtıyorum.
“Bir şansın vardı,” dediğimde anlayamamış gibi kaşlarını çattı. “Beni tanıyor olsaydın, az önce seni manipüle ettiğimi anlardın. Gerçekten hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun.” Sırıtışım büyüdü ve gözlerimdeki o boşluk da bu sırıtışa eşlik etti. “İşte şimdi tamamen savunmasızsın. Gerçekten üzerindeki tek silahı isteğinle önüme mi attın?”
Afalladı. Tam ayağa kalkıp silaha doğru koşacaktı ki, sandalyeyi öne doğru eğdim ve yerdeki silahı alıp ona doğrulttum. “Yerine otur.”
“Sen…”
“Anlat.”
“Ne anlatmamı istiyorsun benden? Beni yaşatmazlar diyorum sana.”
“Onlar seni yaşatmayacak, ben de daha fazla hayatta kalmamak için yalvarmanı sağlayacağım. Fark bu.”
“Ne?”
“Seni manipüle etmediğim tek konu neydi, biliyor musun?” diye sorup silahı kendi şakağıma bastırdım. “Deliyim ben.”
Gergince yutkunup, “Ne yapıyorsun sen amına koyayım?” diye tepki verdi ama bu tepkinin sebebinin tamamen şok olmuş olmasından kaynaklı olduğunu biliyordum.
“Ne mi yapıyorum? Ölmek sikimde değil, ben kendi kafama hiç düşünmeden sıkabilecek bir adamım. Sana bunu gösteriyorum,” dedim silah hala şakağıma yaslı duruyorken. “Ve şu an yaşamak istediğini de görebiliyorum. Aramızdaki fark bu. Sen yaşamak için her şeyi yapabilecek bir adamsın ve ben seni ölmek için yalvaracak hale getirebilecek türden bir deliyim.”
Gözlerimin içine beni çözme isteğiyle baktı ama aynı zamanda gözlerinde kaçma isteğini de görebiliyordum. Bundan keyif almadım diyemem, bu hoşuma gitti. Belki de uzun zaman sonra ilk kez bir şeyden zevk aldım. Dürtülerim belirsiz bir karmaşa yaratarak içimdeki kaosu büyütmeye başladı.
“Benim konuyla ilgili bildiğim her şey sınırlı,” dediğinde şakağımdaki silahı geri çekip namluyu bu defa çenemin altına koyarak çenemi namlunun soğuk ucuyla kaşıdım. Tek kaşımı kaldırdım. Bana hayretle bakakaldı.
“Sen bir anlat hele, yeterli mi yetersiz mi orasına ben karar veririm.”
“Komutanın kararıydı, tek bildiğim komutanın kendisinin yaptığıydı,” dediğinde gözlerimi kıstım.
“Daha açık ol.”
“O gece bir maşa kullanılmadı, bunu komutanın kendisi yaptı. Senin evine giren oydu, senin nişanlını hedef alan oydu. Bunu aramızdan birine yaptırmadı, kendisi yaptı.”
“Bana zaten bildiğim şeyleri mi satıyorsun? Bu alışverişten hoşlanmadım.” Silahın namlusunu ona doğrulttum. “Detay ver ya da eksik konuştuğun her bir kelime için vücudunun farklı noktalarında birer delik açayım.”
“Ama…”
“Kelime az mı oldu? Her harf için nasıl olur sence?” diye sordum bu kez, onun sözünü keserek.
“Bu benim erişebileceğim bir bilgi değil, sınırlı şeyler biliyorum,” diye kekelediğinde silahın güvenlik kilidini kaldırdım ve telaşla ellerini havaya kaldırıp salladı. “Dur, hayır, tamam sen sor, sadece sor ve bildiğim bir şey varsa söyleyeyim.”
Başımı omzuma yatırıp sırıttım. “Sen benimle pazarlık edebilme şansın var mı sanıyorsun?”
“Sadece yardımcı olmaya çalışıyorum,” dediğinde boğazımda biriken kahkahayı tutamadım. İrkildi. Silahın ucunu ona doğru sallayıp, “Ulan sende de var bir şeyler,” dedim ve anlaması için namlunun ucuyla bu kez kendi kafamı işaret ettim. “Sen de gidiksin.”
“Anlamadım?”
“Bana yardımcı olmaya çalışıyorsun he?” dedim gülerek.
Gergin bir şekilde bir düğmesini daha açtığında, “Niyetin farklı bir noktaya gidiyorsa diye söyleyeyim, erkeklerden hoşlanmıyorum,” dedim tek kaşımı kaldırarak. Tekrar duraksadı.
“Ruh halin çok değişken,” dedi, ardından sustu çünkü bunu söylemek onun da planları arasında değilmiş gibiydi.
“Siz insanda ruh mu bıraktınız lan?” diye bağırdım birden ve düşüncesinin ne kadar doğru olduğunu görmüş gibi sıçradı. Ruh halim onu korkutuyordu. Bu kez bundan keyif almadım, sadece onu daha da dehşete düşürmek istedim ama keyif aldığım için değil; öfkem bir kasırga boyutuna ulaştığı için.
“Ayağa kalk,” diyerek ben de oturduğum sandalyenin üzerinden kalktım. Durdu, tereddütle yüzüme baktı. “Kalk,” dedim gözlerimi gözlerinden ayırmadan, sessizce. Çenemdeki kaslar seğirdi. Yavaşça yerinden kalktı. “Şu bahsettiğin dosyalar, neredeler?” diye sorduğumda yüzüme rengi benzi atmış gibi baktı. “Yürü, beni oraya götür.”
“Onlar işine yarayacak şeyler değiller,” dedi telaşla.
“Orasına ben karar veririm.”
Başta bunu yapmak konusunda tereddütleri vardı ama sonunda tereddütleri yaşama isteğinden midir bilinmez sona erdi ve önümde yürümeye başladı. Onu o kadar dikkate almadım ki silahı ona doğrultma gereği bile duymadım. Bir elimde bileğimden aşağı sarkan zincirim, diğer elimde bir başkasının tabancasıyla herifi takip ettim. Koridoru geçtik, köşede kalan odanın kapısını açtı ve lambayı yakmak için benden izin ister gibi omzunun üzerinden bana baktı. Silahın namlusunun ona değil, yere baktığını görünce duraksadı. Ciddiye alınmamak kanına dokunmuş muydu yoksa onu sadece rahatlatmış mıydı bilmiyordum.
Lambayı yaktı, ışık odayı soluk bir renkle aydınlattı. Odada bir tane bile eşya yoktu, herif içeri girdiği anda ayak sesi bile boş duvarlarda yankı uyandırmaya yetmişti de artmıştı. Odanın ortasında bir halı olduğunu fark ettim. Şüpheli gelen bu durum karşısında halının önüne yürüdüm, halıyı ayağımla ittiğimde tam olarak beklediğim, şüphe duyduğum şeyi gördüm. Bir kapak. Kaldırdığım takdirde aşağıya inen bir merdiven göreceğimi biliyordum. Eğilip gözlerimi kaldırarak herife bakarken kapağı kaldırdım ve aşağıda yanan kırmızı ışık yüzüme çarptı. Ahşap merdivenler dar ve spiral şeklinde aşağıya doğru dönüyordu.
“Eğer bir şeyi saklamak istiyorsan dürzü, o şeyi bomboş bir odanın içindeki halının altına saklamazsın. En azından odaya birkaç parça eşya koymayı akıl etmen gerekirdi,” dedim alaycı bir sesle.
“Senin burayı bulacağını hiç düşünmemiştik.”
“Hesaba katmadığınız her şeyin hesabını ben daha siz plan kurmadan önce yapıyordum zaten,” demekle yetindim. “Şimdi, in aşağıya.”
Bir süre hareketsiz kaldığında, “Yürü,” dedim dişlerimin arasından.
Dediğimi yaptı. Bana yaklaştı. Açık kapaktan aşağıya baktı ve merdivenleri kullanıp aşağıya inmeye başladı. Arkasından aşağıya indim. Ahşap ve toz kokusunu soludum. Köşede büyük bir platformun üzerinde fotoğraflar ve kağıtların asılı olduğunu gördüm. Elimdeki zinciri sallayarak adama doğru döndüm. “Şimdi ben ortalığı incelerken sen uslu uslu durmak zorundasın. Yani… Gel bakalım şöyle.” Zincirin sarılı olduğu elimle herifi yakasından yakalayıp çekiştirerek ahşap duvarın kenarına getirdim.
“Ellerini kaldır,” dediğimde duraksadı. “Kaldır.” Ve yaptı. Zincirimi onun bileğine sararak arkasındaki ahşap kirişe doladım ve onu bağladım. Elleri havada, tam bir kurban gibi karşımda asılı kaldığında sırıttım. “Yakıştı sana.”
“Bu işin sonunda beni öldüreceksin,” dediğinde, kafamı aşağıya eğdim, zemine baktım ve sırıtarak tekrar kafamı kaldırıp ona baktığımda kızıl ışık yüzümde parlıyordu.
“Uslu uslu bekle beni,” diyerek arkamı döndüm ve kağıtların, fotoğrafların asılı olduğu platformun önüne ağır adımlarla ilerledim. İçimdeki canavarı tetikleyen, gördüğüm kağıtlarda yazan isimler, tarihler ve konum bilgileriydi. Saldırıların çoğunun planlaması burada yazıyordu. “Orospu çocuğu,” diyerek kağıtlardan birini söker gibi yerinden çıkarıp havaya kaldırdım. “Geçen yıl düzenlenen bu saldırının altında da mı siz vardınız? Kaç sivil hayatını kaybetti biliyor musun lan sen? İçinde çocuklar da vardı.” Ona doğru döndüğümde, yüzündeki rengin attığını gördüm. “Yediğiniz her y*rrağı böyle kayıt altında tutup bir de bundan keyif mi alıyorsunuz lan siz?”
“Bunlar olduğunda ben yoktum, aralarında bile değildim!” diye bağırdı ama artık çok geçti, ona doğru ışık hızıyla ilerledim, bağlı olduğu için kaçmaya çalıştı ama tek yapabildiği olduğu yerde sallanmak oldu. Parmaklarımı onun boğazına sardığımda nefesi bir anlığına kesildi, teninde oluşan kızarıklığı, alnına dolan damarları izledim; bu kadar baskı yaptığımın damarları görene dek farkında bile değildim.
“Kaç çocuk öldü biliyor musun?” diye hırladığımda ve parmaklarımı boğazına daha sıkı gömdüğümde cevap dahi alamayacağımı biliyordum. “Bana masal okuma, kaç yıldır aralarında olduğunu bilmediğimi falan mı düşünüyorsun lan sen benim?” Daha sert kavradığımda dili dışarı fırladı ve biraz daha sıkı kavrarsam gözlerinin yuvalarından çıkacağını bilerek alnımı sertçe alnına vurdum. “Seninle düşündüğün kadar çok oynamayacaktım ama bu oyunu sen başlattın. Sorumluluk al,” diye tısladım.
Parmaklarımın arasında sarsıldı ama bu beni durdurmadı.
“Siz çocuk katilisiniz,” diye fısıldadığımda sesim bana yabancı geliyordu. “Siz benim çocuğumu da öldürmeye çalıştınız. Başka çocukları da öldürdünüz. Bu mesele sadece benimle mi alakalı sanıyorsun? Bu mesele sadece benim sevdiğim kadınla mı alakalı sanıyorsun? Bu mesele sadece benim çocuğumla mı alakalı sanıyorsun?”
Sonunda gırtlağını serbest bıraktığımda yüzüme öksürdü. Tiksinerek geri çekildim ve beklemediği bir anda eğilip botumun içindeki bıçağı çıkardım. Geriye sendelemesiyle zincirimin şıkırtısı odada yankı uyandırdı.
Daha fazlasını istememek elde değildi. Onun titreyen göğsü, korkuyla genişleyen gözbebekleri, nefes alışındaki o kesiklik… Avucumun içinde yavaş yavaş ufalanan bir hayvan gibiydi. Sadece izlemek bile bana zevk veriyordu. Bıçağı parmaklarımın arasında döndürerek bir adım attım. O ise, zincirimin sınırlarını test etmek istercesine geriye çekildi. Zincirimin sonuna geldiğinde, demirin tenine gömüldüğünü gördüm; etini sıyırıp geçerken inleyişini duydum.
“Korkuyorsun,” diye fısıldadım. “Ama bundan kaçış yok.”
Gözleri, kırmızı ışığın soluk yansımalarıyla parlıyordu. Dudaklarını sıkmış, nefesini tutmaya çalışıyordu ama nafile. Bıçağı boynunun altına, şah damarının hemen üzerine dokundurdum. Sıcak teni çile karşı ürperdi.
“Biliyor musun, insan vücudu düşündüğünden daha dayanıklı,” diye mırıldandım. “Ne kadar uzun süre acıya katlanabileceğini hiç merak ettin mi?”
Gözleri doldu. Direncini kırmanın o zevk verici anını sabırla bekledim. Bıçağı yavaşça aşağıya, göğsüne doğru kaydırdım. Bıçak gömleğini yırttı. Hafifçe bastırınca, derisi ince bir çizgi halinde açıldı. Ama bu derin bir kesik değildi. Henüz değil.
“O kadar da güçlü değilsin,” diye fısıldadım. “Burada senden başka kimse yok. Hiç kimse seni duymaz. Üstlerin seni buraya koyup siktir olup gitti. Fare deliğinde yaşamak çok zor olsa gerek, hım?”
Parmaklarımı yanağının kenarına sürdüm, ıslaktı. Ter mi, yoksa gözyaşı mı? Belki de ikisi birden. Avucumla çenesini tuttum, sıktım ve yüzünü kendime çevirdim. Canavarı gördü. Canavarı çıplaklığıyla gördü.
“Nasıl?” diye sordum. “İnsanların korkularıyla beslenen bir ucubeye, korkunun nasıl olduğunu soruyorum, anlat bana.” Bağlı ellerini yumruk yapmıştı ama titrediğini görebiliyordum. Bıçağı göğsünden çekip karnına götürdüm. “Hadi,” dedim, sesim daha karanlık bir yerden çıkarak. “Beni eğlendir.”
Bunun bir başlangıç olduğunu biliyordu. Gözlerimi ondan ayırmadan devam ettim.
“Senin yüzünden, sizin yüzünüzden,” dedim boğazımdaki hırlamayla. “Sevdiği kadının karnına bıçak saplandı. Az kalsın o ölüyordu, az kalsın onu kaybediyordum.”
Sesi çıkmadı ama vücudu titredi. Ellerimi işkencenin tadını çıkartarak yavaşça hareket ettirdim. Bıçağı bu defa dirseğinin içine kas dokusunun en hassas yerine sapladım. Bağırdı, acı dolu bir hayvan gibi kükredi ve sesi odanın içinde çağladı.
“Ve çocuklar,” diye devam ettim, bıçağı çıkarıp kendi avucuma onun kanını silerek. “Senin yüzünden, sizin yüzünüzden çocuklar öldü. Küçücük bedenleri, patlamanın ortasında paramparça oldu.” Gözlerim döndü, bu gerçek bana, ona vurduğundan daha sert vurdu. Bıçağı bu kez bacağına sapladım, kemiğe çarpan bıçağın sesi yankılandı. Artık gözleri değil, tüm vücudu sinyal verir gibi yalvarıyordu. Ama ben onun merhameti hak etmediğini biliyordum. Artık merhamet yoktu. Aslında hiç olmamıştı.
Merhametim tek bir insanaydı.
“Benim acımı hissetmeye başladın mı?” dedim başımı hafifçe yana eğerek. “Ama bu daha başlangıç.”
Nefesi kesik kesikti, ağzından bir inleme kaçtı. Dudakları titriyordu. “Ne istersen yaparım. Lütfen…”
“Lütfen mi?” Başım yana eğik dururken bir çocuğun meraklı bakışlarıyla onun yüzünü izledim. “Lütfen, ha? Şimdi mi lütfen diyorsun?”
Dizine bir tekme attığımda bedeni eğildi. Zincirim ellerini bağlı bir şekilde havada tuttuğu için bedeni yere serilmedi. Yavaşça eğildim, ondan çok uzun olduğum için onunla aynı boy hizasına gelmeyi denedim. “Sana bir şey göstermek istiyorum,” dedim ve cebimden çakmak çıkardım. Parmaklarımla mandalı çevirdim, alev yükseldi ve aramızda büyüdü. “İnsan eti yanınca nasıl kokar, hiç merak ettin mi?”
Çakmağı ona doğru savurmam ve çenesinin altını yakmam bir oldu. Çığlığı kulaklarıma doldu ama gülümsedim. “Güzel, değil mi?” Kafasını geri atmaya çalıştıkça, mandalı tekrar çevirdim ve ateşi çenesine daha da derinden mühürledim. “Nasıl, güzel mi?” Çığlıkları kulak tırmalayıcı boyuta ulaştı. “Sevdin mi bunu? Sevmedin mi? Yetersiz mi geldi?”
Titriyor, yalvarıyor ama onu duymuyordum; zihnimde yine o çınlama, o çıldırtıcı sinyal sesi vardı. Bütün bedeni kasılmıştı. Tam o anda, köşede gözüme çarpan kettle beni geçmişe götürdü. Herifin telefonda söylediklerini hatırladım. “Bu dağ başındaki evde sıcak su bile yok, kettle ile su kaynatıp duş alıyorum.”
Gözlerim parladı. Çakmağı geri çektiğim an rahat bir nefes aldı ama bu aldığı son rahat nefesti, o an için bunu bilmiyordu. Belki de biliyordu. Yavaşça kettle’ın üzerinde durduğu küçük sehpaya yöneldim. Beni izlediğini hissediyordum. Kızıl ışık vücudumu altına alarak beni takip ediyordu. Her bir adımım ağırdı çünkü onu olabildiğince zarara uğratmak istiyordum; sadece fiziksel değil. Kettle’ı suyla doldurmaya başladım. “Burada dosya hazırlarken bununla mı çay kahve yapıyorsun kendine?” diye sordum. Cevap gelmeyince dönüp omzumun üzerinden ona baktım. “Soru sordum sana.”
Başını sallayabildi.
Kettle’ın düğmesine bastım. Buhar çıkmaya başladığında tekrar herifin suratına baktım.
“Hatırlıyor musun?” diye sordum. “Hani duş aldığın sıcak suyu? Bu fare deliğinde sıcak suyun bile olmadığı için kettle kullandığını söylüyordun. Duydum seni.” Sırıttığımda beni anlayamamış gibi karmaşayla kaşlarını çattı.
Kettle’dan bir tık sesi geldi. Su kaynamıştı.
“Sıcak suyu seviyorsun demek,” diye fısıldadığımda gözleri bir anlığına büyüdü. İşte şimdi, kafamın içindeki karanlığı gördüğünü biliyordum.
Elimdeki kanlı bıçağı sehpanın üzerine bırakıp avucumdaki kanı pantolonuma sürttükten sonra kettle’ı elime aldım. Üst kapağını kaldırdım ve ona yaşayacağı dehşeti düşünme fırsatı bile vermeden, bir adım yakınına gelerek kettle’daki haşlak suyu yüzüne fırlattım. Çığlığı tizdi, kulaklarımı uğuldatacak kadar güçlü ve acı yüklüydü. Yüzüne çarpan haşla suyun arkasında bıraktığı buhar kaybolduğunda, gördüğüm şey saniyeler içinde su toplamış kıpkırmızı bir surattı.
“Erimeye başladığını hissediyor musun?” dedim, sesim ruhsuzdu, kabaran deriyi izliyordum; döküntülere bakıyordum. Kettle’ın içini suyla doldurup tekrar kaynamaya bıraktım ve sehpanın üzerindeki bıçağın ucuyla tırnaklarımın içine dolan ona ait kanı temizlemeye başladım. Acı içinde bağırışlarını duyamadım çünkü sinyal sesi kafamın içini boğuyordu. Bir tık sesi. Duyduğum buydu. Su yeniden kaynamıştı.
Kettle’ın üst kapağını açtıktan sonra bir elimde bıçak, diğer elimde kettle ile ona yaklaştım. “Henüz erimedin bile,” diye fısıldadım ve bu kez, kaynar suyu çok daha yakından yüzüne fırlattım. Haşlak su onun yüzüne çarptığında, su damlaları ondan bana doğru sıçradı. Sırıttım. Çığlığı belirsiz bir şeye dönüştü. Erimeye başlayan yüzüne bakarken ona doğru eğildim ve saçını kavrayıp kafasını kaldırmasını sağladım. “Kalın derini eritmek kolay olmayacak gibi görünüyor.”
Titrediğini, ağzının kenarlarından acının getirisi olan köpüklerin çıktığını gördüm. Sesi belirsizdi, puslu bir camın ardından görünen bir silüet gibi duyabiliyordum; o kadar.
“Ölmeyeceksin, korkma. Ama aynaya her baktığında, orada olduğumu bileceksin. Sana ömür boyu peşinde dolaşan bir avcı olduğumu hissettireceğim. Ömür boyu ensende benim nefesimle yaşayacaksın. Yüzünde de benim bıraktığım izle.”
“Öldür beni,” dediğini duydum ama ağzını kullanamıyor gibiydi, boğuk bir iniltiydi.
“Ölmek o kadar kolay mı lan?” diye sordum sırıtarak.
Saçını daha sert kavrayıp erimiş gibi görünen çirkin suratına sırıtarak baktım.
“Sana bir soru soracağım,” dedim, neredeyse şefkatli bir tonla. “Sence bir insanın ruhu ne kadar sıcakta yanar?”
Kafasını sallayacak hali kalmamıştı. Nefesi düzensiz, gözleri boştu. Ama ben henüz doymamıştım. “Senin için bunu öğreneceğim,” diye fısıldadım.
Bıçağımın ucuyla yüzünde kabaran deriyi yukarı kaldırdım. “Ölmek yok,” diye fısıldadım. “Hayatta kalıp sana attığım imzayı herkese göstereceksin. Onlara göstereceksin.” Deriyi tamamen kaldırdığımda ilk kez onun gerçek çığlığını duyabildim. Sinyal sesini delip geçecek bir çığlıktı. “Onlara diyeceksin ki, benim yüzüm bir sözleşme ve Zincir o sözleşmeye imzasını attı. Oyun başladı.”
Geri çekilip bıçağın ucundaki kalıntıya baktım.
“Bahsi geçen dosyalar nerede?”
Cevap veremeyeceğini bilsem de ona dik dik baktım.
“Tamam, kendim bulurum. Bensiz eğlenmeye devam et,” diyerek ona sırtımı döndüm. Arkamda acı içinde, yaşadığı dehşetle beni izlediğini biliyordum; belki izlemiyordu bile.
Onu orada harap halde bırakıp dosyaların olduğunu düşündüğüm alana ilerledim. Arkama mırıldanıyor ya da acı içinde inliyorsa bile onu duymuyordum. Odanın içinde dolaştım.
Zihnimin derinliklerinde bir yerde, yaşattığım tüm kaosa, tüm dehşete, hissettiğim beni milim milim bitiren acıya rağmen bir ses duydum. Dosyaların olduğunu düşündüğüm masanın önünde durup eğildim. Çekmeceleri karıştırırken o ses derinleşti ve bana “Şükret demek olmaz tabii, olur mu?” diye sordu, bu ses Sadullah’ın sesiydi. “Senin ciğerini deşen bıçak, sırf artık ciğerine saplı durmuyor diye, o bıçağa bakınca yaranı hatırlamayacak değilsin ki Gurur’um.”
Kanlı avuç içlerime baktım. Sadullah’ın söyledikleri çok değil, birkaç gün önceyi işaret ediyordu. Sigara içiyorduk, gözleri bir anlığına alnımdaki yaraya takılmış, sigaranın dumanını dışarı üflerken, “Toparla kendini,” demişti bana. “Dağıldın görüyorum ama o kızı da senden başkası toparlayamaz. Önce kendini, sonra dön de onu toparla.”
Kanlı avuçlarıma bakmaya devam ettim. Sanki tekrar o anın içindeydim. Sanki Sadullah gözlerime bakıyor, daldığım bencillik uykusundan uyanmam için bana sesleniyordu. “Toparlan Gurur’um,” dedi yine zihnimin içindeki o anıda. Sigarasının ucuyla beni işaret ederken takındığı o gülümsemeyi hatırladım ve kanlı ellerime bakmaya devam ettim. O an, sanki onun geçmişini bir an unutmuş gibi ona, “Sen beni ne anlarsın lan?” diye sormuştum, kanlı ellerime bakarken bu soruyu ona sorduğum ana lanet ettim.
Bana yamuk bir gülümsemeyle bakmıştı Siverekli. “Seni en iyi ben anlarım da Gurur, beni en iyi sen anlar mısın sanıyorsun? Anlama zaten, beni değil dostum, düşmanım bile anlamasın. Allah benim yaşadığım bu şeyi, düşmanıma bile yaşatmasın.” Sonra başını önüne eğmişti. “Yüce Mevlam, kimseyi böyle bir acıyla sınamasın.”
Kanlı ellerime bakarken dostumun sevdiği kadını kaybettiği gerçeği bir defa daha yüzüme tokat gibi vurdu ve yine yüzüme tokat gibi vuran, Zeliha’yı kaybetme ihtimalinin bile uğradığı anda paçavraya döndürdüğü zihnimi deliliğe nasıl mahkum ettiğiydi.
Sadullah’ın, o kız için söylediği bir cümle vardı ki, bin yıl geçse unutmam sanmıştım. O zamanlar hayatımda Zeliha bile yoktu, kaybetme korkusu yoktu, aşk nedir bilmeyen yüreğim sadece seyyahtı ama yine de Sadullah’ın cümlesi canımı çok yakmıştı. Şöyle demişti: “De bana Gurur, toprak aldı onu çiçeği bildi diye, ben içimde ona ait kan pompalayan bu saksıya başka bir beyaz gül diker miyim?”
Kanlı ellerimi neredeyse yüzüme götürecektim ama durdum, durdum ve Zincir’in tekrar zihnimi ele geçirmesini bekledim. Bir süre Zincir’i hissedemedim. Tek hissettiğim acıydı. Tek hissettiğim kaybetme korkusuydu. En büyük korkum, bir gün Sadullah’a dönüşecek olma olasılığımdı. Siverekli’nin gülümseyen yüzü hatıralarımın içinde kaybolduğunda, Zincir kafasını kaldırdı ve zihnimin içinden bana baktı.
Sanki bana, “Dur,” dedi, “geri çekil. Sıra benim.”
Ve kafamı kaldırıp işkence ettiğim o herife baktım. Bayılmıştı. Çektiği acıdan dolayı bayılmış olmalıydı. Gözlerimi yeniden kan bürüdü ve ayaklandım, herifin bileklerine sardığım zincirimi çözdüm ve zinciri çözmemle herif ayaklarımın önüne yüzüstü düştü.
İmzamı attığım yüzünü göremesem de, bu gece sona erdiğinde, ona attığım imzanın herkes tarafından görüleceğini biliyordum.
Özellikle de o orospu çocuğunun.
Zincirimden damlayan kan yeri lekeledi.
Zincirimi bileğime sarıp masanın önüne geri döndüm.
Çekmeceleri daha hızlı karıştırmaya başladım. Sonunda çekmecelerden birinde desteler halinde birbirinin üzerine bindirilmiş dosyalar buldum. Üst üste dizilmiş dosyalardan birini elime aldım ve zamanın daraldığını hissettim. Bir el boğazımı sarıyor, sarıyordu da sıkıyordu sanki.
Dosyayı açarken bileğime sarılı zincirin ucundan zemine kan damladı. Parmaklarımdaki kan lekelerinin de dosyanın içindeki beyaz kağıtları lekelemeye başladığını gördüm. İlk sayfada kayda değer bir şey yoktu, tıpkı diğer on sayfa boyunca kayda değer hiçbir şey olmaması gibi. Fakat on birinci sayfaya geldiğimde, yüzümün sadece sol kısmını aydınlatan kırmızı ışık titredi ve göz bebeklerime ölümün yayılmaya başladığını hissettim.
Emsal Çalıklı.
Bir kızı var.
Eylül Çalıklı
Üç oğlu var.
Üç.
En küçük oğlu, Cesur Çalıklı.
Ortanca oğlu, Gurur Mert Çalıklı.
Ve en büyük oğlu, X.
Zaman yavaşladı, benim kalbim ise zamanın tam tersi istikamette son sürat çarpıyordu.
Emsal Çalıklı’nın üç oğlu vardı.
Biri Cesur’du, diğeri bendim.
Üçüncü kimdi?
Abim kimdi?
🎧: Toygar Işıklı, Anlatamam