Şafak çok öfkeliydi.
Genç adam, oturduğu hiçbir masadan kaybederek kalkmamıştı. Fakat şimdi o masada oturmuyor, uzanıyordu.
Yeşil gözleri usulca tavana tırmandı. Tavanda dönen beyaz tavan vantilatörünü izlemeye başladı. Zihni bulanıktı, kalbi göğsünün altında kangren olmuş gibi morarmaya, şişerek göğsünü daraltmaya başlamıştı.
Göğsünde soluk boşluğundan başlayarak kasıklarının ortasına kadar inen derin bir yarık vardı. Bu yarık ikiye ayrılmış, tıpkı etten kanlı bir kanat gibi yanlara doğru açılmıştı. Göğüs kafesi görünüyordu.
Kalbi saklanıyordu.
Kafasının içinde eski bir tanıdığa rastlamıştı, o tanıdık ona her şeyin nasıl mahvolduğunu anlatıyordu. Vantilatörün beyaz kolları devamlı olarak dönmeye devam ediyordu.
Bir süre sonra görüşü daha da bulanmaya, vantilatörün beyaz kolları birbirine dokunarak yelpaze oluşturmaya başladı. Dört tane kolu olan vantilatörün, kaç kolu olduğunu anlayamayacak kadar hızlı dönüyordu kollar. Oysa hayır, her şey aynı hızdaydı ama ecel ona doğru ilerliyor, zaman onunla oyun oynuyordu.
Yattığı masa eski bir ameliyat masasıydı, ayaklarını oluşturan demirlerdeki küfler tıpkı kızıl renkte bir sarmaşığa benziyordu. Tüm organları görünürken, orada öylece uzanmış ölümü bekliyordu. Kuru dudakları yavaşça aralanarak sözlerini içinden dışına dökmeye başladı: “İblis, sana armağan ettiğim günahlar için annemi son kez görmeme izin ver.”
İblis’in kara kanatlarından kopan ateşler içindeki bir tüy parçası yavaşça süzülerek yere düşüp oldukları zamanın içinde belirdi; zaman alev aldı.
Onu bu masaya yatıran bakımlı kadın tekrar içeri girdiğinde genç adamın kirpikleri tıpkı tabutun kapağı gibi bir açılıyor, bir kapanıyordu. Kadın ter içindeydi, yüreği korkuları hapsetmişti içine. Ne yapacağını bilmez haldeydi. Telaşla masanın önüne koşturdu. Genç adamın göğsündeki açık yaraya bakmak bile onu bu denli korkuturken, nasıl o et parçalarını birleştirip dikebilecekti ki?
Yakınlarda nöbetçi bir eczane bulmuştu. Elinden geleni yapmak istiyordu. Bunu Tanrı’ya borcu olarak görüyordu. Elindeki beyaz eczane poşetini ameliyat masasının kan revan içindeki beyaz örtüsünün üzerine koydu. Poşetin alt kısmına mürekkep gibi yayılarak poşetin bir kısmını kendi rengine boyayan kan, poşetin beyaz yüzeyinde damarlara ayrılarak ilerlemeye devam etti.
“Bir eczane buldum,” dedi kadın panikle. Genç çocuğun alnını kaplayan teri avucuyla silerken narin parmakları tir tir titriyordu. “Seni bırakmadım, tamam mı? Eczaneye gidip geldim.”
“Cenaze,” diye fısıldadı genç çocuk güçsüz bir sesle. Gözlerini devamlı olarak dönen, birbirine yapışmış gibi duran vantilatörden ayırmadı. Dudaklarının derisi renksizdi, kuru ve gri yarıklarla doluydu. “Sadece birkaç harfin yerini değiştirince ortaya bu kelime çıkmıyor mu, anne?”
Eczane…
Cenaze…
Kadının kalbinde yanan ateşin içine kupkuru odunlar atılmıştı âdeta. Genç çocuğun terli alnını okşarken kadının yeşile sarılan ela gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Onun annesi değildi, hatta onu tam olarak tanımıyordu bile… Aslında genç çocuk da yanındaki kadının annesi olmadığının farkındaydı.
Kadının acele etmesi gerekiyordu, genç çocuğun böyle büyük bir yarayla daha fazla yaşayamayacağının farkındaydı.
Titreyen parmaklarının terli uçlarıyla genç çocuğun alnına dökülüp oraya yapışan saçları çeken kadının gözlerinde asılı duran ifade, genç çocuğun fısıltısına çarparak orada parçalara ayrıldı ve zamanın içine gömüldü: “Anne.”
Artık acıyı hissetmiyordu. Bedeni öyle büyük bir acının eşiğinde durmuştu ki acı çekmenin ne demek olduğunu ona unutturan yine çektiği bu acı olmuştu. İşlediği günahlar tıpkı bir enkaz gibi üzerine yıkılmıştı. O kadar ağır hissediyordu ki hissetmediği tek şeyin acı olmasından ölesiye nefret ediyordu.
Tepkisizdi.
İki deri parçasının tekrar göğsünün ortasında birleştirildiğini hissettiği saniyelerde gözlerindeki o koyu renk boşluk zifiri bir okyanus misali derinleşiyordu.
Kadın hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Birleştirdiği deriye sürdüğü ilaçların etkisini göstermesini beklemeden soluk boşluğundan başlayarak telaşsız ama titreyen ellerle dikmeye başlamıştı. Biliyordu, artık bu küçük adama nasıl bir acı verirse versin, canını daha fazla yakamazdı.
Masanın üzerinde küçücüktü, masanın üzerinde kocamandı. Masanın üzerinde on altı yaşında, masanın üzerinde koca bir adamdı. Vantilatörün kolları ağır ağır dönmeye devam etti.
Kadının gözlerinden akan gözyaşları artık genç çocuğun göğsüne damlıyordu. Belirgin âdemelması boğazında usulca kaydı, sert yutkunuşunun sesi kadının kulaklarını doldurdu. Kadının iğneyi tutan eli titriyordu. Soluk boşluğunun altına doğru derileri birbirine yapıştıra yapıştıra dikerek inmeye başladı.
Tahammül edilemez bir acıydı bu, tüm melekler kanatlarını indirmiş ağlayarak bu anı izliyordu.
Rüzgârın savurduğu bir yaprak gibiydi. Caddelerde ilerliyor, araçların siyah filmli camlarına çarpıyor, kaldırımlarda parçalara ayrılıyor, parçaları birbirinden ayrılarak şehrin farklı noktalarına uçuşuyordu.
Yüzüne çoktan oturmuş olan izin ilk kez sızladığını hissetti. Kasıklarına girip çıkan iğnenin darbelerini hissedemiyordu fakat yanağı öyle çok acıyordu ki… Artık zamanın içindeydi ama zaman onun için yok gibiydi. Gözlerini usulca vantilatörden ayırmayı başardığında kadının parmaklarını soluk boşluğundaki taze dikişlerin üzerinde hissetti. Gözleri kadının sol bileğinin iç kısmında yazan isimde takılı kaldı.
Kadının gözyaşları artık onun yüzüne damlıyor, yanık izinin oluşturduğu çukurlara yerleşiyor, bazılarıysa sanki ona ait gözyaşlarıymış gibi onun yanaklarından aşağıya akıyordu.
Uzun uzun kadının bileğinde yazan ismi izledi.
“Geçti,” diye fısıldadı kadın, genç çocuğun yanağındaki yanık izine dokunup o izin çukurlarına yerleştirilmiş gözyaşlarını avuçlarıyla silerken. “Geçti, Arjen.”
Ona dikişi tamamladıktan hemen sonra güçlü bir ağrı kesici vurmuştu, bu ağrı kesicinin en büyük özelliği onu derin bir uykuya yatıracak olmasıydı. Uyandığında kendini burada bulacaktı ama kadın biliyordu, bu genç çocuğun yoluna devam edebileceğine emindi; o yüzden onu burada bırakmak zorunda olsa da gözü arkada kalmayacaktı.
O şu an kurtulmuştu, devamında olacakların bir önemi yoktu.
Hayatın en yüksek katına çıkmış, zeminde uzanan ölümü, bedenini aşağıya sarkıtarak izliyordu.
Nabzının yavaşladığını hissetti. Kadının yeşile yakın ela gözlerine baktı, bu kadınla belki de ilk göz göze gelişiydi. Zihnine kadının bileğindeki dövmede yazan ismin harflerini mıhlanmıştı.
Soluk boşluğundan kasık çizgisine kadar uzanan biçimsiz, yamuk dikişlerin altında eti hâlâ görünüyordu. Yine ölmemişti. Neden ölmüyordu? Oysa bir zamanlar ölmek istemişti, hâlâ istiyordu. Gözleri son kez derin bir uyku için kapandığında on altı yaşındaydı, ölmek için henüz çok yolu vardı fakat yaşayacak hali kalmamıştı.
“Uyu, Arjen.”
Beyaz atletinin üzerinde genişledikçe rengi açılan, ortası kıpkırmızı duran incir lekesi vardı. Dudaklarının kenarının gerilmesine neden olan incirin dudaklarında bıraktığı tadı tekrar almak için küçük, yaralı dilini dudaklarında gezdirdi.
Annesini izliyordu.
Genç kadının uzun, sarıya boyanmış saçları beline kadar inmiş, uçları lüle lüle duruyordu ama üstleri dümdüzdü. Makyaj masasının önünde, bir numaranın kırmızı rujla yazıldığı aynanın karşısında duruyordu. Aynı renk ruju dudaklarına dokundurdu. Alt dudağında kayan ruju, üst dudağına da bulaştırmak için dudaklarını birbirine bastırdı ve ritmik bir hareketle içeri dışarı hareketler yaptı. Artık dudakları kan kırmızısı rengindeydi.
Küçük çocuk yanağını annesinin odasındaki kapının soğuk pervazına yasladı. İri, yeşil gözlerini kırpmadan ilgiyle bu güzel kadını izlemeye devam etti. Kadının gözleri oğluna kayınca kırmızıya boyanmış dudaklarında geniş bir tebessüm belirdi. Bu tebessüm, ölü topraklara atılmış ölümcül bir sarmaşık gibi büyüyerek tüm yüzünü kapladı.
“Ardiğim,” dedi gülümseyerek. “Yine incir mi yedin sen?”
Küçük çocuk başını salladı.
“Yine yan bahçeden çaldın, değil mi?” Yavaşça yatağına doğru döndü, yatağın üzerinde pahalı marka bir çanta duruyordu. Çantasının içinden o dönemin en pahalı cep telefonlarından birini çıkardı. Telefon kapaklıydı, küçük bir anteni vardı ve havalı görünüyordu. Küçük çocuk büyüyünce öyle bir telefonu olmasını istiyordu. Kadın telefona bir numara tuşlarken gözleri oğluna kaydı. “Ellerini güzelce yıka, tamam mı? Kaşındırır seni incir.”
Küçük çocuk sulu, büyük incirleri yemeyi çok seviyordu. O kadar çok seviyordu ki incirleri kabuğuyla birlikte mideye indiriyordu. Annesinin söylediği şey bir an için gerçekten kaşınmaya başlamasına neden oldu. Küçük tırnaklarını elinin üzerine batırıp hafifçe kaşımaya başladı.
“Alo, Turgut abi, çıkıyorum ben birazdan evden. Yalçın alacak mı beni?” Kadın karşı taraftaki adamı dinlemeye başladı. Küçük çocuk hattın diğer ucundan gelen cızırtılı tok erkek sesini duyabiliyordu. “Tamam, duraktan alsın beni.”
Küçük çocuk koridora doğru çıktı. Evlerinin uzun koridoru dardı, hemen koridorun sonunda bir ütü masası vardı. Annesi o ütü masasını hiç kullanmasa da o ütü masası hep açık duruyordu.
Erkek çocuğu banyoya doğru yürüdü, parmak uçlarının üzerinde yükselerek banyonun kapısını açıp içeri girdi. İskemleyi lavabonun önüne sürükledi, üzerine çıktı ve tekrar parmak uçlarında yükselerek suyu açtı. Suyun altına tuttuğu ellerini güzelce yıkamaya başladığı sırada annesinin topuklu ayakkabılarının çıkardığı sesler koridoru sardı.
Kafasını yavaşça banyonun kapısına çevirdi, avucunun içine doldurduğu güzel kokulu sabunu köpürterek bileklerine, oradan da dirseklerine kadar çıkararak kaşınan yerleri sabunlamaya başladı.
“Anne?” diye mırıldandı.
“Arjen.” Annesi banyonun açık kapısından içeri kafasını uzatarak geniş bir tebessümle oğluna baktı. “Aferin benim Ardiğime, büyümüş koca adam olmuş da kendi işini kendi görmeye başlamış.”
Arjen’in dudakları usulca yukarı kıvrıldı, telaşsız bir şekilde ellerini durulamaya başladı. Kadın ilgiyle onu izliyordu. Suyu kapattı, iskemleden indi ve iskemleyi dizleriyle iterek yerine sürükledi.
Kapının hemen arkasında asılı duran havluya uzanmak için zıpladı ama boyu yetişmedi. Annesi gülümseyerek havluyu yerinden aldı, eğilip ona uzattı. Arjen ellerini dirseklerine kadar iyice kurulayıp havluyu annesine geri verdi.
Kadın dizlerinin üzerinde yere çöktü ve oğlunu kendine doğru çekti. Bordo ojeli parmaklarını oğlunun kollarının kenarına yerleştirip onu sıkı sıkı tuttu. İri yeşil gözlerini, oğlunun tıpkı kendisi gibi yemyeşil olan gözlerine dikerek, “Ben eczaneye kadar gideceğim,” dedi buruk bir sesle. “Eczane bulmam biraz uzun zaman alabilir. Ben gelene kadar beni usluca bekle, olur mu Ardiğim?”
En son annesi manava gideceğini söyleyip evden çıktığında üç gün boyunca eve geri dönmemişti. Arjen bunu bildiği için göğsünü tıpkı onu içine çeken karanlık gecelerde hissettiği türden büyük bir korku alevi sardı.
Gözlerini irileştirip başını iki yana sallarken, “Gitme,” dedi buruk bir sesle. Ağladı ağlayacaktı. Tekrar korkmak, tekrar üç gün boyunca aç kalmak, tekrar aynı çocuk kanalının önünde oturup sessizce ağlayarak annesini beklemek istemiyordu.
“Ama gitmek zorundayım, Ardiğim. Eğer ben gitmezsem sana ilaçlar getiremem, değil mi?” Gülümsedi kadın. “Geçen sefer sana ne güzel meyveler getirmiştim, hatırlıyor musun?”
Arjen başını yavaşça salladı, kirpikleri gözyaşlarıyla parlıyordu ama ağlamıyordu.
Anlayışlı bir çocuk olma yükü çok uzun zaman önce binmişti sırtına. İnmiyordu.
“Kapıyı kilitleyeceğim, gelen olursa sesini bile çıkarma, tamam mı?” diye sordu annesi.
Arjen istemeye istemeye, “Tamam,” diye fısıldadı. Sesinde bir çocuğun boyundan büyük kırgınlıklar vardı.
Kadının yeşil gözleri bir süre oğlunun suretinden ayrılmadı. Ellerini yavaşça çocuğun kollarından çekip ayağa kalktı. Kadın bu hayata tutunmak zorundaydı, oğluna tutunamadı. Sırtını çocuğa döndü, yavaşça koridora çıkıp koridora bıraktığı pahalı marka çantasını eline aldı. Kapıyı aralayıp dışarı çıkarken çocuğu bu kez beş gün sürecek bir yalnızlığa terk ettiğini kendi de bilmiyordu.
Aslında bu çocuk, doğduğu günden beri yalnızdı.
Kapı yüzüne kapatıldığı anda gözlerinden patır patır yaşlar dökülmeye başlayan erkek çocuğu koridorun duvarına sırtını verdi, kayarak yere oturdu. Yüzünü dizlerine gömüp kollarını bacaklarına sararak gecenin geç saatlerine kadar hıçkırmaya, için için ağlamaya devam etti.
🍁
Şafak, avuçlarındaki koru gökyüzünün semalarına şiddetle çarparken, soluk mavinin üstüne yıldırım misali damarlara ayrılarak düşen kızıllık, ölümün yirmi bir gramlık kaybını simgeliyordu. Terli bedenlerin akşamdan kalma darbelerini çarşaflara akıttığı günah yavaşça kuruyordu. Tül perdeyi uçuşturan rüzgâr, bir çivinin duvara çakıldığı gibi çakılıyordu çıplaklığını bir örtünün altına gizlemeye çalışan korunmasız deri ile kaplanmış kurnaz ruhlara.
Genç kızın üşüyen bedenine rağmen, ter tanelerinin kabarcıklar oluşturduğu çıplak bedeninin yalnızca bir kısmı örtünün altındaydı. Şafağın mahmur maviyi kanın kızıl rengiyle lekelediği bu saatler, kızın belki de kürtaj masasına yatırılmış bir kadının bebeğinden vazgeçtiği gibi vazgeçtiği ruhuna tekrar gebe kalmasını sağlıyordu.
Ama ne olursa olsun, o ruh gün ağardığı an tekrar yatırılıyordu aynı kürtaj masasına ve deşiliyordu kızın rahmi kadar dar olan göğüs kafesinin kırık kapısının aralığından.
Uzun kirpiklerin altında saklanan zemberek yeşili gözler, tavanı aydınlatan soluk ışığı takip ederken bir cesedin gözleri açık terk ettiği bedeninden farksız bir cansızlıkla öylece tavanda büyüyen boşluğu izliyordu.
O tavanda, elleri ayakları ters bir yaratık gibi dolanıyordu kızın kızıla boyadığı ama altında hâlâ siyahı taşıyan gür saçlarına benzeyen yalanlar.
Üstüne kan dökülse de siyah siyahtı.
Kâkülleri ile örttüğü geniş alnının çizgileri gerginleşti, iki kaşının ortasında bıçak ile üstünden geçilmiş kadar belirgin görünen büyük bir yarık oluştu ve kaşları titrek bir sıkıntıyla çatıldı. Boynundaki ter, sutyeninin göğüslerini birleştiren demirine kadar akıp, sutyenin siyah kumaşını da neminin rengiyle yıkadı.
Lacivert ojeli parmakları, örtünün dışarıda bıraktığı karnının üzerinde gezindiğinde, yüzünde oluşan acı, onun ipine serdiği maskeleri ile yan yana tutulduğunda, hiç olmadığı kadar gerçekti.
Şu anki ifadesini bir tiyatro oyuncusu olmasına borçlu değildi.
Bozuk yüzeyde dolaşan parmakları, kaşlarının daha da çatılmasına neden olurken, sıktığı dişlerinin elmacık kemiklerinde yarattığı o devasa kara gölgeler, kemiklerinin geçmişin gücüyle ezilecek kıvama gelmesine neden oldu. Elmacık kemiklerinin altında beliren kara gölgeler, kara bir geçmişin içinde kan renginde bayrak sallayan bir anının ucu sivri ve yakılmış hançerini karnına saplamıştı.
Dolgun, kan rengi dudaklarında aniden patlak veren tebessüm, gerçek bir hasedin tohumu olan tehlikeli gamzelerini gün yüzüne çıkarırken gözleri uçuşan tül perdeye kaydı ve bakışları donuklaştı, gülümsemesi yüzünde asılı kaldı.
Gördüğü kâbusun etkisi, terli ve ürpererek artçı şoklar halinde sarsılmaya başlayan, üşüyen vücudunun kasılmasına neden oluyordu. Boğazına oturan merak, soluk borusundan aşağıya doğru sarkıttığı iplerin ucundaki jiletlerle kalbini yoklamaya başladı.
Aynı saatler içinde, rüzgârın eteklerini havaya kaldırdığı tül perdenin arkasında, binanın aşağısındaki incir ağacını takip eden, sonu çıkmaz olan dar sokağın tuğla duvarına yaslanmış yeşil gözlerin sahibinin kapüşonlusunun fermuarını boğazına kadar çektiği geniş göğsü büyük bir hızla inip kalkıyordu. Gergin çenesini dikti, gözlerini bulutların parçalara ayrıldığı şafak ninnisine çevirdi. Bir erkeğe ters düşecek şekilde gür ve uzun kirpikleri, kadınları kıskandıracak kadar ihtişamlı olsa da bazı şeyler için yeterli değildi.
Yumruklarını sıktı. İçinde olduğu mavi kapüşonlunun şapkası kafasına geçirilmişti, beyaz teni soğuğun ve adrenalin etkisiyle yer yer kızarmış, vücudunu sarıp sarmalayan damarlar şişmişti. Kanının hızlı hareketini iliklerine kadar hissediyordu.
Bu bir yangındı ve o henüz ölmemişti.
Yeşilin gölgelerini düşürdüğü ölü bir yaprağı andıran cansız gözleri usulca kızın hâlâ uçuşan tül perdede dolaşan gözlerinin izini taşıyan binaya çevrildi. Dudaklarındaki hareketsizlik sanki gözleriyle büyük bir anlaşma imzalamış kadar sadıktı. O binanın üçüncü katında nefes alan kızı tanıyordu.
Hayır, kimsenin kimseyi tanıyamayacağını biliyordu.
Ama ikisinin de gözleri aynı tül perdenin farklı yüzeylerinde buluştuğunda ve aynı anda yutkunuş seslerinin çağladığı bu şafak vaktinde, bilmedikleri bir şey vardı.
Şeytanın şeytanı tanımasına gerek yoktu.
Uzun kirpikler aynı anda kısıldı, korun yeşili ile ödüllendirilmiş iki çift göz şafağın bekçiliğini yapıyordu.
Cehennem cennetin üstüne yıkılmaya başladı.
Yıkılıyor cennetin üstüne cehennem, iyiler ve kötüler birbirine karışıyor.
İki şeytan ateşlerin dalgasını eteklerine çarptığı vadinin üstünde olan biteni izliyor.
Dudaklarında alaycı bir tebessüm, Kadehlerinde cehennem ateşi…
“Cehennemime hoş geldin şeytan ama burası zaten senin inindir. Yabancılık çekmezsin.”
🍁
🎧: Raised By Swans – Stolen Lakes